23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Cumartesi 10 Kasım 2018 dizi 18 TASARIM: ŞÜKRAN İŞCAN Atatürk’süz‘ilkgün’den notlar Dönemin gazete yazarları “10 İkinciteşrin” günündeki duygu ve düşüncelerini anlatıyor YUNUS NADİ (18791945) FALİH RIFKI ATAY (18941971) NECMETTİN SADAK (18901953) ZEKERİYA SERTEL (18901986) HÜSEYİN CAHİT YALÇIN (18751957) ASIM US (18841967) 5 MİYASE İLKNUR: Atatürk’ün hasta lığının hızla ilerlediği, 9 Kasım 1938 gü nünün akşam üstünde anlaşılmıştı. Dok torların o akşamki bildirilerinde hiçbir umut verici ifade yoktu. Bunun anlamı, doktorların da artık, Atatürk’ün yaşa mından umudu kesmiş olmalarıydı. Durum, 9 Kasım akşamı, o sıra da Ankara’da bulunan Başbakan Celâl Bayar’a iletilmişti. O da, o gece, dö nemin en hızlı ulaşım aracı olan trenle İstanbul’a hareket etmişti. Tren, devletin Cumhurbaşkanı’na tah sis edilmiş olan ve “beyaz tren” diye anılan birkaç vagonlu trendi. Haydar paşa İstasyonu’na sabah vakti ulaşmış tı. Bayar motorla Avrupa yakasına ge çip Dolmabahçe Sarayı’na, saat 9’dan kısa süre son ra girebildi. Ama ölümden önce sine yetişemedi. O hasta odasına girdiğinde, Ata türk son nefesini vermişti. Haberin res mi açıklaması ve Ankara’ya ulaş ması, orada ki doktorlar he yetinin raporları nı hazırlayıp Anadolu Ajansı’na iletmesiyle oldu. CELAL BAYAR (18831986) 19371938 dönemi başbakanı. 19501960 yılı Cumhurbaşkanı. Bayar, doktorlar la ve diğer ilgililerle görüştükten son ra, geldiği trenle yeniden Ankara’ya ha reket etti. Başbakan’ın durumu böyle... Size ge lince... Siz o sırada Ankara’da Ulus’taki Devrim İlkokulu’nda birinci sınıf öğren cisiydiniz. O günle ilgili anılarınızı yaz mıştınız. ALTAN ÖYMEN: Evet, o günü bugün müş gibi hatırlıyorum. M.İ: Anlatmıştınız. Okuyorum kitaptan. “Ankara’da basılıp günü gününe oku nabilen gazete, sadece Ulus gazetesiy di. İstanbul gazeteleri trenle gönderi lir ve en erken ertesi gün gelirdi. Onla rı okuyanlar da çok az olurdu. Bizim ev de Ulus’la yetinilirdi. Ama babam zaman zaman, işten eve gelirken bir gün önce sinin Cumhuriyet’ini de getirirdi. Ölüm, 10 Kasım sabahı saat 9’u 5 ge çe olduğu için, haberi, o sabahki gazete lerde yoktu. Haber, biz okuldayken, sa nırım bir teneffüs zamanında birdenbi re geldi. Bir anda yayıldı ve herkes ağla maya başladı. Öğretmenler, görevliler ve biz çocuklar birbirimize baka baka uzun uzun ağladık. Bir süre sonra bizi eve gönderdiler. Evde de durum aynıydı. Anneannemin, annemin gözleri kan çanağı gibiydi. Ba bam işindeydi. Radyoda ‘matem müzi ği’ çalıyordu. Bir süre sonra İstanbul’da Atatürk’ün tedavisi için başında bulu nan doktorların yazdığı resmi tebliğ (bil diri) okundu.” M.İ: Evet, devam edelim, sizin o 10 Kasım günkü çocukluk anılarınıza. A.Ö: O zamanki benim çocukluk anı larım, Ankara’dan. Onlara devam edece ğim. Ama bir de o zamanki büyüklerin anılarına baktım, benimkilere gelmeden önce... 10 Kasım günü ikinci baskı yapa bilen gazetelerin o sayılarına ve 11 Ka sım günkü gazetelere... Bende örnekleri vardı. O zamanki gazetecilerden bazısı, o gün Dolmabahçe Sarayı’nın içinden iz lenimler yazmıştı. M.İ: Kimler mesela? A.Ö: Biri, o zamanın ünlü kadın gazete ci ve edebiyatçısı Suat Derviş. O dönemin Bugün gazetesinde yazmış. O gün Dolma bahçe Sarayı’nda görev yapıyormuş. Baş bakan Celâl Bayar’ın gelişini izlemiş. Ba kın birazını okuyayım, şöyle yazıyor: “Büyük Şef, derin bir dalgınlık için de yavaş yavaş, tıpkı uyur gibi, tıpkı sö ner gibi öldü. Odasında müdavi doktor lar vardı. Atatürk’ün ölümünden pek kı sa bir zaman sonra Başvekil Celâl Bayar, solgun bir çehreyle Şefin (Atatürk’ün) odasına girdi. Büyük ke der içinde ya tağının önünde eğildi. Orada uzun bir müd det, yüzünü eliyle örterek, derin bir huşu içinde sessiz kaldı. Bayar, oda dan çıktığı za man gözlerin den akan yaşı SUAT DERVİŞ (1903 zapt edemiyordu. Her Türk gi 1972) Dönemin edebiyatçı gazetecilerinden. bi, bu büyük matem karşısında o da hıç kıra hıçkıra ağlıyordu.” Anadolu Ajansı’nda Suat Derviş, o gün Dolmabahçe Sara yı ile şehrin başka bazı yerlerinde de bu lunmuş. O arada Anadolu Ajansı’nın İs tanbul binasına gitmiş. Oradaki durumu da şöyle anlatmış: “Resmi tebliğ ajansa geldiği zaman bu nu teksir edip gazetelere yollayacak dak tilolar (daktiloyla yazan görevliler anla mına) ağlamaktan iş yapamıyorlardı. Bu fena haberi daktilolara dikte eden me murun ağlamaktan ne söylediği anlaşı lamıyordu. Vazifelerini yapmak için hıçkıra hıçkı ra daktiloları başına geçen genç kızlar, heyecandan durmadan yanlış yazıyorlar dı. Ve tekrar tekrar kâğıt takarak, haberi yeniden yazmaya çabalıyorlardı.” Şiirle anlatım Suat Derviş, o gün bir röportajcı gibi çalışmış. Ay rıca o günün ha vasını şiirle yansı tanlar var. Edebi yatçı, tarihçi, pe dagog yazar İb rahim Alaattin Gövsa’nın “Atamı zı Tavaf” başlık lı ünlü şiiri, hem Cumhuriyet’te hem Ulus’ta yayımlanmış, Bir bö İ. ALAATTİN GÖVSA (18891949) Edebiyatçı, tarihçi, pedagog ve yazar. lümü şöyle: Bir milletin melalini söyler derin derin Derya; önünde çırpınarak Dolmabahçe’nin. Gönlümde eski hatıralar, eyledim tavaf, Artık o doğmuyor diye muzlimdi (karanlıktı) her taraf. Çamlar hüzünlü, yollara düşmüş söğüt, çınar. Yaprak döküp huzura kapanmıştı sonbahar. (...) Sessiz nöbetçiler de heyula dolaşmada. Her yerde bir kederli muamma dolaşmada Susmuş bütün saray, nefes almaz o izdiham Son uykusunda tek rahat etsin deyip Atam” Yunus Nadi’nin izlenimleri O günkü gazetelerde, dönemin “başyazar”larının da notları var. Onlara da beraberce bakalım: Cumhuriyet’in aynı zamanda milletvekili olan başyazarı Yunus Nadi, İstanbul’dan 9 Kasım akşamı kalkıp, 10 Kasım sabahı 9.45’te –yani Atatürk’ün ölümünden hemen sonra Ankara’ya varan bir trenle gelenler arasındaydı. Nadi, Atatürk’ün ölümünün, çok yeni bir haber olsa da, Ankara’da herhangi bir şekilde işitildiğini veya hissedildiğini sezmiş. O sıralardaki izlenimlerini, daha sonra Ankara’dan İstanbul’a telefonla bildirmiş. Şunları anlatıyor: “Ankara Garı’na giren trenle Ankara’ya çıktıktan sonra, ilk tereddüt dakikalarında kimse, yüksek sesle diğerine hitap edemiyor, hatta yek diğeriyle konuşmaktan mütehaşi (çekinen) birer hayalet gibi geziyordu. Alınmasından korkulan zalim ve acı haber nihayet, bilmiyoruz nereden ve nasıl, bir kâbus sıkletiyle (ağırlığıyla) ortalığa –düştü değil de adeta çöktü.” Meclis’teki boğucu hava Yunus Nadi, daha sonra üyelerinden biri olduğu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin binasına gidiyor. Oradaki izlenimleri de şöyle: “Bir aralık uğradığımız Meclis’te ayaklarının ucuna basarak yürüyen arkadaşların gözleri bulutlu, ağızları kenetli, boğazları tıkalı, neredeyse hafakandan (sıkıntıdan) boğulacakmış manzaralarına tahammül etmek imkânı yoktu. İnsanın üstüne dağlar devrilse, bilmiyoruz, bu kadar sıkabilir ve ezebilir miydi?” Yunus Nadi, boğuculuğunu, eziciliğini, acı vericiliğini vurguladığı bu manzara karşısında bir çıkış yolu ararken, o yolu gene Atatürk’te buluyor. Kurtuluş Savaşı döneminden beri yakınında bulunduğu Atatürk’ün benzeri durumlardaki davranışlarını hatırlayarak şunları yazıyor: “Bununla beraber Atatürk’ün ölümünde şu hususiyet var ki, biz onun aramızdan sökülüp gitmesi elemiyle, asla teselli bulmayacak gibi sıkılır sızlanırken, Büyük Şef, kâh şen ve beşuş (güleryüzlü) kâh vakur ve amir çehresiyle, mütemadiyen karşımızda tecelli ederek, etrafımızı alarak, benliğimizi çevreleyerek, hep bize, sızlanıp durmamak lüzumunu (gereğini) ihtar ediyor.” En mes’ut Türkler kimLER? Ozamanki Akşam gazetesinin sabihi, başyazarı Necmettin Sadak’tı. Aynı zamanda milletvekiliydi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde Dışişleri Bakanlığı da yapacaktı. 11 Kasım günündeki başyazısında Atatürk’ün ölümüyle ilgili yorumu şuydu: “Sanki kader, Atatürk devrinde yaşamak talihini tadan neslin saadetini çok gördü, onun yüreğine tahammül edilmez bir ye’sin acısını kattı.” Benzeri bir yorumu, Ankara’da çıkan CHP sözcüsü Ulus gazetesinin başyazısında, gazetecimilletvekili Falih Rıfkı Atay yapmıştı. O da şöyle diyordu: “En mes’ut Türkler, Atatürk yaşarken ölmüş olanlar. Ömrümüzün ve Türk milletinin en acı yasını tatmak talihsizliği bize düştü. (...)” “...Benden sonra... Benden sonra... Senelerden beri hepimiz, böyle bir kara günün ıstırabını bu iki kelimeyle gönlümüzden uzaklaştırıyorduk. Düşünmekten korkuyorduk. İşte onsuz kaldık.” Onsuz... Fakat ona bin kere verdiğimiz bir tek namus sözüyle kaldık: Eserini ve davasını korumak ve yükseltmek!.. Bizler için hayatın bir manası varsa, bu yemini yerine getirmek için yaşamaktır.” Sertel ile Yalçın M.İ.: Cumhuriyet gazetesini gör lemiklere giriştiği bir başka yazar dük. Ulus gazetesini de. O iki gaze var. Aslında ünlü Tanin gazetesinin te de, Cumhuriyet’in başından beri başyazarı. var olan, Atatürk’ü ve Cumhuriyet’i M.İ.: Hüseyin Cahit Yalçın. kuvvetle destekleyen gazeteler. A.Ö.: Evet. Ama o sırada Tanin Öteki gazetelere de bakalım: gazetesi çıkmıyor. Hüseyin Cahit A.Ö.: Hepsi öyle. Her biri siyah baş Yalçın, o yıllarda, İstanbul’da çıkan lıklar ve çerçevelerle yayımlanmış. Ara Yeni Sabah’ta başyazı yazıyor. larında hükümetin bazı tutumlarını Yeni Sabah daha sonraki 1940’lı eleştiren gazeteler de var. Mesela Tan yılların, hükümeti zaman zaman gazetesi... 1940’lı yıllarda komünistlik eleştiren bir gazetesi. Ayrıca Hüse propagandası yapıyor diye, suçlanacak yin Cahit Yalçın, Atatürk zamanın tı. İstanbul’daki binası önünde nüma da İstiklâl Mahkemesi’ne verilip, yişler yapılacak, matbaası tahrip edile hapiste yatmış, sonra da bir sü cekti. Gazetenin ünlü başyazarı Zekeri re gazetecilik yapma imkânını kay ya Sertel, Atatürk zamanında da İstiklâl betmiş bir gazetecisiyasetçi. Mahkemesi’ne verilmişti, daha sonra O da Atatürk için en duygulu ya da hakkında soruşturmalar açılacaktı. zılarından birini yazmış. Yazının O gazetenin o günkü sayısına bakalım: hayli uzun başlığı şu: Ondaki başlıklar, yazılar da ilginç. “Bu milletin ruhunu en iyi Ata Sertel’in “Büyük matemimiz” başlıklı türk anladı” başyazısının, ilk paragrafı şöyle: Atatürk ve millet aynı şeydi. İşte “Ölüm denilen zalim kuvvet, nihayet bir ahenktar anlaşmalarıdır ki, ta içimizden en büyüğümüzü, en çok sev rihin en büyük mucizesi olan Türk diğimizi de aldı. Türkiye’ye ve Türklere Cumhuriyeti’ni yarattı. nur saçan ışığı söndürdü. Ruhlarımızı Yazının son paragrafı da şöyle: ve gönüllerimizi karanlığa boğdu.” “Bugün gördüğümüz şu hür ve Yazının ikinci bölümünde ise Atatürk’ü, tarihteki başka liderlerle karşılaştırıyor Zekeriya Sertel: Ramiz’in daha sonraları yaptığı karikatürdeki çizgileriyle “sağlı sollu” bir yürüyüş... Zekeriya Sertel’in sol adımı öndeyken Hüseyin Cahit Yalçın’ın sağ adımı önde. Yani bir şerefli vatan, kendisini Atatürk’e candan bağlı hisseder. Onun içindir ki, şimdi Atatürk’ü kaybetmek “(...) Ordularını Hindistan’a kadar götüren Büyük İskender, 32 yaşında öldü birine tamamen zıt durumdalar. Ama o gün Atatürk’ün kaybı karşısında aynı duygular içindeydiler. le bir yetimlik hüznüne bürünmüştür. Her Türk şu dakikada göz ğünde arkasında ne bırakmıştı? Bir hiç. Avrupa’yı bir kasırga gibi altüst eden ve Moskova’ya kadar uzanan Napolyon, ölümünden sonra arkada ne bıraktı? Yıkık dökük bir Avrupa, Fransa’ya karşı kinle dolu bir dünya. Hatta müstakil bir millet kuran Waşhington bile, arkasında nihayet müstakil bir millet bırakmıştı. O bize müstakil bir vatan bırakıyor. Genç ve zinde bir Cumhuriyet bırakıyor. Hamleli ve atılgan bir inkılâp bırakıyor. Milletine bu kadar büyük bir miras bırakarak hayata gözlerini rahatça kapayan pek az adam yetişmiş veya hiç yetiş memiştir.” Sertel’in yazısının son bölümü de şöyle: “Atatürk’ün ikinci bahtıyarlığı gözlerini ebediyen kaparken, hayatı pahasına kurduğu bu büyük eserin muhafaza edileceğinden emin olmasıdır. Yetiştirdiği yeni nesil bu eserin bekçisidir. 17 milyon Türk onun bekçisidir. Ve bütün Türk milleti, Türk gençliği Atatürk’ün cenazesi arkasında onun büyük eserini korumaya ve yaşatmaya yemin edecektir. Zaten büyük matemimizi bize unutturacak yegâne kuvvet de budur.” Zekeriya Sertel’in yazısı böyle... Peki, Sertel’in 1940’lı yıllarda karşılıklı ağır po lerini vicdanına çevirerek orada Atatürk’ün dehasına, iradesine, çalışmasına borçlu olduğu istiklâli, şerefi, inkılâp ve taaliyi büyük bir minnettarlık ve bağlılıkla görecek ve duçar olduğu matemin sızısını bütün şiddetiyle duyacaktır.” M.İ.: O zamanın ölçülerine göre, biri solda, biri sağda yer alan iki yazar. İkisi de Atatürk zamanında İstikal Mahkemeleri’nden geçmiş. Aslında birbirleriyle hiç anlaşamıyorlar. Daha sonra, aralarında çok ağır polemikler geçecek... Ama o gün Atatürk hakkında yazdıklarında, tam bir fikir birliği halindeler. YÜcel, Nabi, CARTİER A.Ö.: Evet. Herkesin duyguları aynı gibi. O gün gazetelerde bu durumun daha birçok örneği var. Biraz daha bakalım. Mesela Ulus’ta, daha sonra Milli Eğitim Bakanlığı görevini üstlenecek olan Hasan Ali Yücel’in de bir yazısı var: O da gene, Atatürk’ü kaybetmenin acısının büyük olduğunu vurgularken, onun etkisinin gelecekte de devam edeceğini belirtiyor ve diyor ki: “Ufkumuzdan ağır ağır ve ihtişamla çekildi. Sıcaklığı kalbimizde devam ediyor. Işığı hâlâ bizi aydınlatacak. Onun için yanıyoruz. Onunla yanıyoruz.” Ulus’ta ayrıca, Türk edebiyatına gerek yazar, gerek yayıncı olarak büyük katkıları olan yazar Yaşar Nabi’nin de bir yazısı var. O da, o 10 Kasım gü nünde edindiği izlenimlerini yansıtıyor. Özellikle de –o zaman “mektepli” diye anılan öğrencilerin durumuna değinerek, şunları yazıyor: “Dün acı hakikati öğrenerek mekteplerinin kapılarından hıçkıra hıçkıra çıkan Türk yavrularının gözyaşlarına şahid olduysanız, mini mini kalplerde bile bu derece büyük bir yer almış olan insanın, bütün bir millet tarafından nasıl insanüstü bir sevgiyle sevilmiş olduğunu daha iyi fark etmişsinizdir.” Ulus gazetesinde ayrıca, yabancı gazetelerden aynı konudaki alıntılar da yer alıyordu. Bir kısmı Avrupa’daki bir gün önceki akşam gazetelerinden Anadolu Ajansı tarafından derlenmiş yazıların alıntılarıydı. Bir kısmı ünlü yazarla rın daha önceki yazılarından alınmıştı. Mesela ünlü Fransız siyaset yaza rı Raymond Cartier’nin bir yazısından Türkiye’nin “hasta adam” diye anılıp, artık “ölmek üzere” olduğu öne sürülürken, birdenbire canlandığını, yenileştiğini, eski düzenin kapitülasyonları gibi son döküntülerini ülkesinden söküp attığını, hatırlatıyordu. Ve soruyordu Raymond Cartier: “Bu nasıl oldu?” Sorunun cevabını da şöyle veriyordu: “Sadece, oradan bir insan geçti. Orta boylu, herkes gibi yürüyen, bakışları ve gözlerinin ışığı müstesna bir insan. Onun adı Mustafa Kemal’di.” YARIN: YENİ BİR DÖNEM C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle