28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Cumartesi 12 Eylül 2015 KULTUR Zeynep Oral, Uluslararası PEN başkanlığına aday Gazetemiz köşe yazarı, eleştirmen Zeynep Oral, PEN Dünya Yazarlar Birliği Başkanlığı için resmen aday gösterildi. Uluslararası PEN Araştırma Merkezi, geçen günlerde başkanlık seçimleri Jennifer Clement (PEN Meksika), Vida Ognjenovic (PEN SırbisEDİTÖR: MEHMET KESKİN tan) ve Zeynep Oral’ın (PEN Türkiye) aday seçildiklerini duyurdu. Yeni başkan, üç yıllık bir süre için, 16 Ekim’de Kanada’da yapılacak 81. genel kongrede belirlenecek. Şu anki başkan Kanadalı yazar John Ralston Saul’ün görevi ekim ayında bitiyor. TASARIM: MÜGE KAYGUSUZ Abluka altındayız! Haftanın filmi: ‘Sessizliğin Bakış ı’ aşlık kolay bir göndermede bulunuyor gibi görünebilir ama, Emin Alper, “Abluka” ile tam tersine, zor olanı seçmiş. Bireyleri boğan, ezen, birbirine düşüren, kardeşi kardeşe düşman eden totaliter bir yapılanmanın zaman ve mekân ötesi özünü, günümüz Türkiyesi’nin gerçekleriyle örtüştürmüş. Çıtayı daha da yukarılara çıkararak toplumsal ya da siyasal çözümlemelerden uzak duran alegorik bir yaklaşımla, adım adım bir mahalleye, sokağa, eve odaklanmış. Mehmet Özgür ile Berkay Ateş’in başarıyla yorumladıkları, birbirlerinden koparılmış iki kardeşin çaresizliği, sokakta yaşanan siyasi şiddet ortamında daha da keskinleşir. Emin Alper, baskı altında iyice yalnızlaşan insanların son bir hamleyle umut ışığı ararken nasıl daha karanlıklara gömüldüklerini, nefes almalarını güçleştiren o boğucu ortamın adım adım artan basıncını, estetik gücü yoğun görüntüler eşliğinde seyircisine duyumsatmayı başaran özgün bir mizansen imzalamış. 19 B ‘Ölüler affeder mi?’ hristine Cynn’le birlikte yönettiği, 2012 tarihli belgeseli “The Act of KillingÖldürme Eylemi”nde Endonezya’da 1965’te iktidarı ele geçiren cuntanın binlerce komünist ve muhalifi katlettiği büyük soykırımı ele alan, hem de kıyımı yapanların bizzat kameraya çektiği, kimisi kan donduran korkunç infazları da gözümüze sokan Amerikalı yönetmen Joshua Oppenheimer, bugün gösterime giren, 2014 Venedik Festivali’nde jüri büyük ödülü kazanmış yeni belgeseli “The Look of SilenceSessizliğin Bakışı”nda bu kez vaktiyle Endonezya’da bu soykırımı yapmış olan tetikçilere ve bu ülkenin travmatik geçmişine yöneltiyor kamerasını. 1965’te ağabeyi öldürülmüş Adi Rukun (Kendisini oynayan Adi Rukun) aracılığıyla faillerin aileleriyle yüzleşme çabasına girişiyor film. Tetikçilerin kurbanlarını hiç de pişmanlık duymadan (hem de övünüp şişinerek) nasıl boğazlayarak ya da işkembelerini deşip bağırsaklarını dökerek öldürdüklerini kameraya anlattıkları sahneleriyle unutulmazlaşan “Sessizliğin Bakışı”, kıyımdan 2 yıl sonra (1967’de) doğmuş olan Adi’yle cunta kıyımının mağduru, acılı ailesinin hikâyesi aracılığıyla, günümüzde hâlâ iktidardaki katillerle yüzleşmeye odaklanan, rahatsız edici olduğu kadar etkileyici de olabilen, önemli, ödüllü bir belgesel. Vatandaş Adi bağlamında, en yakınlarını öldürenlerle yan yana, lanetli soykırım enkazı üstüne yeni bir hayat kurma zorunda kalmanın ne anlama geldiğini anlatan “Sessizliğin Bakışı” belgeseli, artık sömürgeciliğin yerini küreselleşmenin aldığı günümüzde çekilmiş, değerli, saygın ve görülesi bir insan hakları başyapıtı niteliğinde kuşkusuz. Ülkesinin kanlı, kirli geç bunaltan baskıcı otoriter düzenin ilk basamakları olan aile ve mahalle baskısına odaklanmış. Geleneksel annekız ilişkilerini, sürtüşme ve kavgalarına da ışık tutan cesur bir senaryo eşliğinde, çok boyutlu bir yaklaşımla işlemiş. Sonuçta, Lido’dan bakıldığında, Türk sinemasının bugünü ve yakın geleceği, Türkiye’nin bugününden ve yakın geleceğinden çok daha parlak görünmekte... Kendi adıma, “Abluka”nın geçen yıl Jüri Özel Ödülü ka la armutları toplamaya kalkmak gibidir... Örneğin, gerçekleri belgeleriyle gözler önüne sererek, iktidar savaşında şahinlerin güvercinleri hep yuttuğunu gösteren Amos Gitai’in önemli politik filmi “Rabin the Last Day”i ne yapacaklar? Başta Netanyahu, İsrail’in yayılmacı militarist politikasını sürdürmek isteyenlerin, aşırı radikal Musevi çevrelerle işbirliği içinde, Filistin’le barış yolunda umut dolu ciddi adımlar atan eski İsrail Başbakanı İzhak Rabin’i nasıl elimi C mişinin günahlarını, suçlarını öfkeli bir suskunluk içinde, faillerin gözlerinin içine baka baka sorgulayan Adi’nin “sessiz bakışı”nı haber görüntüleriyle harmanlayıp kaynaştırarak aktaran bu kaçırılmaz belgeselin birkaç yerinde rastladığımız hareket eden, oynak tohum görüntülerinin, yönetmen Oppenheimer’in gerçeklerin üstünün örtülemeyeceğine ve kuşaktan kuşağa nakledileceğine dair inancının metaforik dışavurumu olduğunu da, Fırat Yücel’in Altyazı dergisindeki, meraklısına hararetle salık verebileceğim “Ölüler Affeder mi?” başlıklı, aydınlatıcı yazısından okuyup öğrendim. Alışılmış deyişle yılın en iyi filmlerinden biri bu “Sessizliğin Bakışı” belgeseli. Yılların oyuncusu Meryl Streep’in, kocası Pete’i (Kevin Kline), kızıyla iki oğlunu ve yuvasını terk edip, solisti olduğu Flash adlı rock grubu ve ünlü bir rock star olmak hayaliyle her gece kafebarlarda sahneye çıkarak hard rock müzik yapan, Ricki takma isimli, yaşlanmış bir müzisyeni oynadığı “Ricki and the FlashSıradışı Anne”, genelde günün yükselen trendlerinden, popüler hareketlerinden kendine senaryo malzemesi çıkarıp ticari bakımdan olayı sömürmeyi çok iyi bilen ve tezgâhlayan Hollywood’dan çıkagelen, beylik klişere uygun, epeyce duygu gıcıklayıcı, rock ağırlıklı, yeni bir standart aile dramı. 60’lı yaşlarına inat, her gece barda gönlüm hovarda bir hayat sürerek müzik yapan Ricki, grubun gitaristiyle (Rick Springfield) ilişkisini de nicedir sürdüren, hâlâ hız kesmemiş rock şarkıcısı ve aykırı bir anne. Derken Ricki’nin tekdüze hayatı, günün birinde yeniden evlenmiş eski kocasından gelen bir telefonla değişiyor ve damatlarının başka bir kadın için Meryl Streep terk ettiği kızları Julie’nin (Mamie Gummer) ağır bir depresyon sürecine girdiğini, dolayısıyla anne desteğine şimdi çok gereksin Rock yıldızı aykırı anne diğini söyleyen Pete’in çağrısına uyup memleketi Indianapolis’in yolunu tutuyor Ricki’miz... 1980’lerden “Something Wild”, “Married to the Mob”, 90’lardan “Silence of the LambsKuzuların Sessizliği”, “Philadelphia” gibi ilginç filmleriyle anımsadığımız ama 2000’li yılları genelde vasat filmlerle geçiren, rock’la arası da öteden beri iyi Jonathan Demme’ın Oscar’lı senarist Diablo Cody’nin yazdığı, nispeten farklı bir senaryodan çektiği “Sıradışı Anne”, gerçek bir anakızın, yani uzun kariyerinde üstlendiği her zorlu rolün altından kalkmasını bilmiş Meryl Streep’le dibine düşen armut misali oyunculuğu seçmiş kızı Mamie Gummer’ın sıcak performanslarıyla, hareketli anlatımı ve müzikleriyle de akılda kalıyor. Ayrıca sanat yönetimine, mizansenlerine, soundtrack’iyle montajına da dikkat. Ricki rolü için gitar dersleri almışa benzeyen, kendi sesini kullanıp bayağı da çabalamış M.Streep’in yüzü suyu hürmetine katlanılan 100 dakikanın çabucak akıp geçtiği, beylik Hollywood yaklaşımının ürünü bu film, sonuçta içerdiği bütün bildik standartları yinelemesine ve tanıdık içeriğine karşın rocksever sinefillerin ilgisini çekebilir yine de. Mehmet Özgür ve Tülin Özer ‘Abluka’da... zanan Kaan Müjdeci’nin filmi “Sivas”tan daha incelikli, daha sağlam ve olgun bir sinema dili sergilediğini düşünüyorum. İddialı bir biçem denemiş olması belki de tek kusuru. Ancak, jürilerin kararları tartışılmaz; olsa olsa yorumlanır. Ödüllerin ardından Alfonso Cuaron başkanlığındaki Nuri Bilge Ceylan’lı jüriyi yargılamaya kalkacak olanların hafifletici nedenleri de unutmamaları gerekir. Farklı türleri farklı biçemlerle kotaran, farklı konulara çok değişik açılardan bakarak özgün yaklaşımlar getiren filmler arasında karar vermek, elmalarne ettiklerini, Rabin cinayetini soruşturmakla görevlendirilen komisyonun ortaya çıkardığı belgeler ve vardığı sonuçlarla beyazperdeye taşıyan bu filmi, sinema diliyle farklı bir özgünlük içermiyor diye unutmak mı isteyecekler acaba? Yine sıcak politik gerçeklerle ilgili yakın tarihin sayfalarını açan Trapero, Sokurov ve Egoyan’ı nasıl aynı kefede tartmak mümkün olabilir ki? Sonuçta, siyasi içerikle yaratıcı sinemasının özgünlüğünü bağdaştıran iki farklı kuşağın temsilcileri Alexander Sokurov ile Emin Alper bu zor yarışta öne çıkarılabilirler. Baskılar... “Eleştirmenlerin Haftası” seçkisinde ilk filmi “Ana Yurdu” ile başarılı bir içtenci sinema örneği sunan Senem Tüzen de, bugün Türkiye’yi Diğer filmler... Yine 89 filmin gösterileceği yeni haftada, en son “İnsanlığın Tuzu” adlı belgeseline hayran kaldığımız Wim Wenders’in Kanada’da James Franco, Charlotte Gainsbourg, Rachel McAdams gibi oyuncularla çektiği “Every Thing Will Be Fine Her Şey Güzel Olacak”, yıllar önce “What’s Up Doc? Aşka Vakit Yok”la (1972) en başarılı işini imzalamış, yazar, senarist, yönetmen Peter Bogdanovich’in Owen Wilson’lu yeni komedisi “She’s Funny That Way İlişki Durumu: Kaçamak” ve Bill Condon’un yönetimindeki usta oyuncu Ian McKellen’ın farklı yorumuyla yeni bir Sherlock Holmes portresi çizmeye soyunan “Mr. Holmes Bay Holmes ve Müthiş Sırrı” da dikkati çekiyor. Ayrıca M.Night Shyamalan’ın “The VisitZiyaret”, Chris Evans’ın hem yönetip hem oynadığı “Before We Go Gece Bitmeden”le çocuklara yönelik Alman animasyonu “Kleine Medicus Küçük Kurtarıcılar” da var. “Dabbe 6” ve “Asimetrik” adında 2 yerli film de gösterimde. C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle