13 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Ramazanın sonuna geldik. Yarın bayrama giriyoruz. Otuz gün süren bu Sofra Sohbetleri’ne geleneksel lezzetimiz lokumdan söz ederek, “tatlı tatlı” son verelim diyorum, efendim!.. ildiğiniz gibi, ayıklanmış cevizleri, fındıkları kolye gibi iplere dizerek kazanda fokurdayan nişasta ile koyulaştırılmış üzüm pekmezine batırıp sonra da asıp kurutarak, kışlık “köfter”ler yapma geleneği bu coğrafyada, özellikle kırsal SOFRA SOHBETLERİ alanda yaygındır. Daha ince bir yemek kültürüne sahip kentlerde, nişastanın yanı sıra, balık tutkalından doğal jelatin kullan nılan “elmasiye” ya da yiu rt A ne nişasta ama bu kez döünsal vülmüş bademle pişirilen “paluze” gibi pelte tatlılar vardır. Hepsi de lokumun uzak akrabaları sayılabilir. Önce, sözcüklerle başlayalım. Arapçadan aldığımız “rahatü’l hulkum” (boğaza rahatlık veren, kolay geçen) sözcüğü sadece lokumu tanımlamaz, daha genel bir nitelendirmedir. Arapça ve Farsça’daki “lukme”, “lokma” da (sokum, ağıza bir defada alınan yiyecek parçası) Osmanlıcaya geçmiştir. Ancak, lokma geniş anlamlı bir sözcüktür; tek lokmada ağza atılan bir tatlı parçası olsa da, spesifik olarak lokumu karşılamaz. Daha çok, kızgın yağda pişirilen ve eskilerde “âdi lokum”, “yağlı lokum”, “peynir lokması”, “yumurtalı lokum” gibi çeşitli tarifleri verilen, tuzlu ya da tatlı hamur işlerini tanımlar. Lokumu kim icat etti? B FAYDALI BİLGİLER atı âliniz ulemâı dindensiniz. Halifenin reisi devlet demek olduğunu bilirsiniz. Başlarında kralları, imparatorları bulunan teb’anın bana isâl ettiğiniz arzu ve tekliflerini ben nasıl kabul edebilirim? Beni halife yapmak isteyenler, emirlerimi infaza muktedir midirler? Binâenaleyh mevzuu, medlulü olmayan mevhum bir sıfatı takınmak gülünç olmaz mı?” 3 Mart 1924’te halifeliğin kaldırılması sonrasında, daha önce Kızılay adına Hindistan’da bulunmuş Rasih Efendi’nin yurda döner dönmez telaşla kendisiyle yaptığı görüşmede Mustafa Kemal Paşa ona bu sözleri sarf etmiştir. Rasih Efendi, İslâm ülkeleri temsilcilerinin onu halife görmek istedikleri şeklinde bir bilgiyi kendisine aktarır. Mustafa Kemal’in verdiği karşılık, hem halifeliğin kendi şahsında temsil bulması hususunda kafa yorduğunu, hem de bununla bağlantılı olarak konuyu son derece akılcı ve gerçekçi bir analiz süzgecinden geçirdiğini düşündürür mahiyettedir. Türkiye, halifeliği İslâm’la ilgili bir müessese olduğu için kaldırmadı. Türkiye, halifeliği çağa uygun bir müessese olmadığı için kaldırdı. Dünkü değerlendirmemizde de vurgulandığı üzere hilafet, tarihsel süreçte ittihattan çok ihtilaf üreten bir konum ve kurum olarak karşımızdadır. O, ancak iktidarını İslâm coğrafyasında geniş bir zemin üzerinde etkince tesis etmiş bir siyasi güç var olduğu noktada bu güçten yana (dolayısıyla geçici) bir ittihat sembolü olarak karşımıza çıkar. Daha çok karşılaşılan ise bir iktidar boşluğu ve siyasal parçalanmışlığın zemine hâkim olduğu zamanlarda halifeliğin, kendisi üzerinden ihtilafların dışa vurulduğu bir kaynak olmasıdır. Türkiye’de önce saltanat kaldırılıp, sonra cumhuriyet ilan edilip bunun akabinde alınan hilafeti “ilga” kararı, bir siyasal parçalanmışlık halinin tüm dünyada artık geri dönülmez şekilde “millet”ler (ulusdevletler) olarak evrensel norm haline geldiği noktada ortaya çıkar. Söz konusu olan, böylesi “dönüşmüş” bir dünyanın parçası olmaktan kaçamayan “Darül İslâm” bünyesinde de bu kuruma, makama ve simgeye yer olmadığını örnekleyen bir gelişmedir. Atatürk’ün yukarıdaki sözleri de bu gelişmeyi yansıtır. Türk etnisitesi temelinde şekillenen bir ulusçuluk ideolojisi ile ulusaşırı bir Panislamizm’i şifreleyen halifelik uyuşmamaktaydı. Çağın zorladığı modern ulusdevlet 16 yerYUZU sofraları TASARIM: BAHADIR AKTAŞ Ramazan .. .. Derleyen tayfun atay Perşembe 16 Temmuz 2015 HİLAFET VE MİLLET “Z (Üstte) 1777’de İstanbul’un en eski şekerci dükkânının sahibi ve ustası Hacı Bekir’in lokumları saraya da girmişti, yabancı diplomatların sofralarına da. (Yanda) Malta’lı ressam, Amadeo Preziosi’nin ‘Hacı Bekir’ tablosu Louvre Müzesi’nde bulunuyor. tan II. Murad’ın özel hekimi ve çevirmeni Şirvanî’nin 15. yüzyılda Arap yazarı Bağdadi’nin 1226’da yazmış olduğu “Kitabü’t Tabîh”i temel aldığı yemek kitabında (Bkz: M. Argunşah, M. Çakır ( Haz.), 15. Yüzyıl Osmanlı Mutfağı – Muhammed bin Mahmud Şirvanî, Gökkubbe Yay., 2005) paluzenin dışında hamurdan küçük topların kızgın yağda kızartıldıktan sonra şerbete bulandığı “lokma” tarifi de bulunurken, bildiğimiz “lokum”dan hiç söz edilmiyor. Şirvanî’nin kitabında malzeme ve teknik olarak lokuma benzer, ancak daha sert kıvamda, kalıpla balık gibi şekiller verilen “semek ve akrâş” denilen bir şekerleme tarifi de var. Lâkin bu da bizim lokum değil; çünkü nişasta, dövülmüş tatlı badem, şeker ve balla pişiriliyor. manlı döneminde Balkanlar’a da yayılırken, Avrupalılar Türk lokumunun sırrının peşine düşecekti. Yunan Kralı’nın Alman “Şekercibaşı”sı Friedrich Unger, 1835’te İstanbul’a özel olarak gelip, kentin saray ve çarşı tatlıcıları, helvacıları, şekercileri ve ürünleri ile tanışmasının ardından, “Conditorei des Orients” (Doğu’nun Tatlı ve Şekerleri) kitabını yazacaktı. 19. yüzyılın sonlarında, günümüzde de hâlâ ününü sürdüren Hacı Bekir firmasının yanı sıra, İstanbullu Nomikos, Konstantinidis ve Etnopulos gibi Osmanlı Rumlarının fabrikalarında ürettikleri sanayi tipi “rahatlocoum”lar da yurtdışına ihraç ediliyordu. Türk icadı lokum Lokum üretiminde de nişasta, bal ya da pekmez (sonraları toz şeker) ve su kullanılır. Ama sertleşme ya da yoğunlaşması için, elmasiye’deki gibi jelatin, paluze’deki gibi badem kullanılmaz; kıvamını pişiren ustanın mahareti sağlar. Türkiye’de basılmış ilk yemek kitabı (1844), Mehmet Kâmil’in “Melceü’t – Tabahhin” (Aşçıların Sığınağı, Haz. Cüneyt Kut, 1997) “Rahatü’l hulkum” tarifinde de; şeker, su ve nişasta üçlüsü temel malzemedir. Lokum pişip kıvamına gelince de rayiha versin diye, içine bir çekirdek misk ezmesi ile bir miktar gülsuyu katılır, birkaç kez karıştırılır ve tencere ateşten alınır. Günümüzde geleneksel el yapımı lokum ustası, Beyoğlu Balık Pazarı’ndaki Üç Yıldız şekercisinin sahibi Feridun Dörtler Bey’in sade lokum tarifinde ise bu üçlüye birazcık “krem tartar” da katılıyor. Limonlu ya da güllü veya fındık fıstıklı lokum isteniyorsa, aromalar ve kuru yemişler de, eskiden olduğu gibi, tencereye son anda, yani sade lokum piştikten sonra ekleniyor. Mermere dökülen lokum soğuyunca, şeritlere ardından parçalara ayrılıp pudra şekerine bulanıyor ki, birbirlerine yapışmasın. “Krem tartar“ da neymiş diye sorarsanız, eczanelerde, aktarlarda satılır; potasyum hidrojen tartarat, yani bir çeşit asitik tuzdur. Üzümde doğal olarak bulunur. Lokumunun Türk icadı olduğu rahatlıkla öne sürülebilir. Örneğin, Sul Lokumun sönük kopyaları Türk lokumu bir başkadır. İstanbul’da uzun süre yaşayan Fransız ressam Pretextat Lecomte, Paris’te 1907’de yayımlanan “Art et Métiers en Orient” (Doğu’da Sanat ve Zanaatlar) kitabında, “Lokum, İstanbul’da icat edilmiş bir şekerlemedir; başka daha yerlerde de bulunan lokumlar ise onun sadece sönük birer kopyasıdır” diyecekti. Gerçekten de, günümüzde Tunus’tan Mısır’a, Yunanistan’dan Suriye’ye, Makedonya’dan Kıbrıs’a, lokum çeşitleri boldur, amma geleneksel Türk lokumunun rayiha, doku ve lezzetine ulaşmaları ne mümkün!.. Bilvesile, hayırlı olması ve “lokum gibi” geçmesi dileğiyle, herkesin Ramazan/Şeker Bayramı’nı gönülden kutluyorum, efendim!.. ‘Turkish Delight’ Her halükârda, “Türk lokumu”nun ortaya çıkışı ve yabancı gezginler tarafından “Turkish Delight” (Türk Keyfi) diye dünyaya tanıtılması 18. yüzyılda gerçekleşmiştir dersek pek yanılmış olmayız. 1777’de açılan İstanbul’un en eski şekerci dükkânının sahibi ve ustası Kastamonulu Hacı Bekir’in ürettiği lokumlar saraya da girmişti, yabancı diplomatların sofralarına da. Arapların genel anlamda kullandıkları “râhatı hulkum”, bizde ise önceleri “rahatlokum”, “lâtilokum” sonra da “lokum” olarak, sadece bu tatlı yiyeceğimizi tanımlayan bir sözcüğe dönüştü. Lokum, Os projesi, “Dini İslâm”ın da ulusal sınırlarla “iktifa eder” (yetinir) hale getirilmesini gerektiriyordu. Bu yapılmıştır. Kur’an’ın Türkçe çevirisinden, ezanın Türkçe okunmasına kadar söz konusu girişimler, Avrupa’da Protestan Reformizmi ile ortaya çıkana benzer şekilde ulusdevlet sosyopolitik oluşumuyla uyarlı bir “ulusal din” var etme arayışlarının sonucudur. Halifeliğin kaldırılması da böyledir. Zaten Türkiye, halifeliği kaldırdıktan sonra Ortadoğuİslâm coğrafyasında kurumu ihya etme yolunda yapılanların trajikomik başarısızlığı da ortadadır. Bu başarısızlık, milliyetçilik ideolojisi, ulusdevlet arayışları ve kapitalist “Milletler Çağı”nın merkez güçlerini oluşturan Britanya ve Fransa’nın İslâm coğrafyasındaki manipülasyonlarıyla ilişkilenir. Halifelik, tutanın elinde kalmıştır. Britanya, Hicaz ve Mısır üzerinden, Fransa Fas Sultanı üzerinden kendi güdümlerinde halifelik arayışında rekabete girmişlerdir. Bu süreçte olan, en çok Hint Müslümanları’na oldu. Onlar, Hindistan’ın Britanya’dan bağımsızlığını kazanma sürecinde, sonrasında ülkedeki Hindu çoğunluk tarafından kültürelkimliksel “boğulma”dan kaçınma yolunda bir dış kimlik referansı olarak halifeliğe sığınmışlardı. İster TBMM, isterse Mustafa Kemal Paşa (ki onu, “İslâm’ın kılıcı” olarak tanımlamışlardır) uhdesinde halifeliğin devamı düşüncesi ve hayaline sarılıp bu yolda bir “Hint Hilafet Hareketi” organize ettiler. Tabii Türkiye’deki “ilga” kararı, onları çok derinden yaraladı. Ama “Hint Hilafet Hareketi”nin olumlu bir sonucu, daha sonra İslâm kimliği temelinde bir ulusdevlet olarak ortaya çıkacak Pakistan’ın ilk tohumlarının da bu süreçte atılmış olmasıdır. Sonuçta hilafetin hakkından (eskilerin deyişiyle) “kavmiyetçilik” gelmiştir denilebilir. Kavmiyetçilik, bir “siyasallaşmış etni” olarak ulusdevlet(ler) in ana yakıtıdır ve başka aidiyetlere yer bırakmayacak şekilde 19 ve 20’nci yüzyıllarda tüm dünyaya hâkim olmuştur. Tam da bu yüzden, Hint Hilafet Hareketi’nin öncü isimlerinden Muhammed Ali, Türkiye’de halifeliğin kaldırılmasının ardından uğradığı büyük şaşkınlık, hayal kırıklığı ve çaresizlik içinde şu sözleri sarf etmiştir: “Allah, insanı yarattı. Şeytan da ‘ulus’u...” Müslüman kimlik modern dünyada kurulurken İslâm’ın hümanist geleneğiyle bağı koptu. Bu bağ kurulabilirse sivil bir dindarlık güçlendirilebilir. ugün birçok liberal ve demokrat entelektüel için Müslümanların demokratik siyaset, seküler toplum ve küresel düzenle arasındaki ilişkiler ana sorun olarak yeniden gündeme geldi. Nuray Mert yazılarında sık sık bu sorunu gündeme getiriyor. Fakat bu sorun, onun da işaret ettiği gibi, bu sefer uygulamaya konacak bir siyasal proje için kamuoyunu hazırlamaya ve meşruiyet a y y Süre tesis etmeye yönelik Su bir demagojinin parçası olarak değil, demokratik bir sistemde İslami referanslarla siyaset yapan tüm siyasal parti ve sivil toplum örgütlerinin amaç ve araçlarında muğlak ve müphem halleri gidermek üzere teorik hesaplaşmaya ve etik soruşturmaya yönelik bir “diyaloji”nin parçası olarak tartışılmalıdır. “Diyaloji”yi burada entelektüel snopluk olsun diye kullanmıyorum; diyalogdan farklı olarak, öznenesne arasında geçmeyen ve uzlaşı adına bir anlam empoze etmeyen bir konuşmayı kaste Siyasal İslama karşı sivil dindarlık B diyorum. Bir de diyalog kavramının artık içinin boşaltılmış olduğunu düşündüğümden, en azından bunun da içini boşaltana kadar, “diyaloji”yi tercih ediyorum!.. Bazı İslamcı yazarlar da şeriatın belli emirlerine göre bir siyasal rejimin ve toplumsal hayatın düzenlemesi gerektiğini ve bu uğurda mücadele etmenin farz olduğunu belirtiyorlar. Hayrettin Karaman’ın yazıları, 28 Şubat zamanında olmadığı kadar, açıkça ve doğrudan İslami rejim savunusu yaparken, bastırılanın geri dönüşü şeklinde İslamcılığın bilinçaltından sesleniyor. İslamcı düşünür ve siyasetçiler halkın egemenliği ile hukukun üstünlüğü ilkelerini savunuyorlar, ama çok genel terimlerle ve İslami demokrasi gibi içi tam doldurulmamış kavramlarla ya da çoğunluk egemenliği gibi bir anlamda. Çoğunlukla bu terimlerle tam olarak ne demek istendiği ve bunların nasıl uygulanması istendiği pek belirgin değil. Ortaya çıkan kafa karışıklığı, yaralı bilinç, komplo teorileri, gericiliğin retoriği gibi muhafazakâr top Hızlı kumar ramazanda döner Murat Şevket İslamcılığın bilinçaltı lumun zihniyet halleri bu belirsizliğin ürünü biraz da. Ramazan ayı boyunca burada yaptığımız gözlemler üzerine değerlendirmelerde basit ama temel iki husus öne çıkıyor. Birincisi, Müslüman kimlik modern dünyada yeniden kurulurken tepkisel hareket edildi ve hümanist geleneğiyle bağı koptu. Böylece yeniliği bidat olarak, kozmopolitizmi yozlaşma olarak, dünyevi/seküler olanı günah olarak, kültürel olanı hurafe olarak, farklılığı nifak ve başkalığı kötülük olarak gören bağnazlık dindarlığı ikame etti. Bağnazlık, dindarlık oldu İkinci olarak, modernliğe karşı tepkisel hareket kendi içinden yeni bir tepkisel hareket çıkardı. Bu da, melez, eklektik ve parçalı bir benlik olarak Müslüman toplumda bir ara form üretti. Eğer bu ara form, kendi ihtiyaç ve sorunlarına dair sosyal bilim perspektifinden cevap verebilecek bir teorik düşünce ve İslam’ın hümanist geleneğiyle irtibatlı bir dini görüş geliştirebilirse sivil/medeni bir dindarlığı tahkim edebilir. u dokunmatik zamanlarda iskambilin itibarlı oyunlarını seven üniversiteli “münafık”lara çok sık rastlamasak da, şansın itibarından haz duyan “mümin” kumarbazlarla memleketin en ücra köşesinde bile “pişti olmak” mümkün. Hatta bu hazzın kokusunu en rahat, günahlardan arınma hevesiyle yandığımız bu ulvi Ramazan ayında duyarız! Başka bir deyişle, “cennetin kapılarının açılıp cehennemin kapılarının kapandığı ve şeytanların bağlandığı” Ramazan ayı, sadece on bir ayın sultanı değil, aynı zamanda bitirimhane, kulüp, dernek ya da içine girmek için hiçbir bireysel ruhsat gerekmeyen sıradan kahvehanelerde dönen kumarın da kralıdır!.. Çalışma ruhsatları genellikle gece yarısını geçmeyen kahvehaneler biraz para kazanmak için “gayrı meşru âlem”in keyfini değil ramazan ayını beklerler. Bu mekânlar idari bir hoşgörü çerçevesinde sahura kadar açıktır. İftar vaktine kadar boş olan masalar, iftardan sonra büyük bir hızla dolar. Sahura kadar da kolay kolay boşalmaz kahve. Çayınaçorbasına, masahesabına oyun oynanır. Yakın arkadaşlar arasında yaygın bir tecrübe olan bu yalancıktan oynanan “kumar”, kahvenin “özel” masalarında gerçeklik kazanır. Bu masaların oyuncularından ise masa hesabı genellikle alınmaz. Ciddi ölçülerde kâr ya da zarar kovalayan masadan oyununa göre, ya saat başına ya B da her parti başına “ganyot” adı verilen bir ücret alınır. Bu kumarhane “zekâtı” sayesinde masa daima kazanır. Demli bir çayın eşlik ettiği ince bir tostla sahur vakti geçiştirilir. Hesap kitap yapılır, masa kapanır. Ertesi gün iftardan sonra aynı mekânda aynı zekâtı vermek üzere zımnen sözleşilir. Ramazan boyunca bu devran devam eder. Kutsal kitabın haram kıldığı, İslam ilmihallerinde yoruma açık olmadan büyük günahlar arasında sayılan kumarın, İslami bir ikliminin hâkim olduğu bu coğrafyadaki yaygınlığı bir yanda dursun; “Oynamayın, haramdır” diye bu oyunları işaret eden Diyanet’in fetvaları da diğer köşede dursun!.. Gerçek şu ki, kimse, şeytanı bol olan bu hazzın karşısında duramıyor. Taşrasından kentine, mümininden münafığına, ateistinden “satanist”ine kadar herkes şansı ve ramazanda bağlanan şeytanları çağırmakta... O yüzden Kıbrıs kumarhanelerindeki türkücü, popçu popülasyonuna şaşmamak gerekir. Yine o yüzden malum medyanın geçtiğimiz haftalarda fazlasıyla meşhur ettiği “mali işler koordinatörü” aslında vakaı adiyeden. Bir milyon dolar yediği iddia edilen koordinatörün aldığı hazza bu topraklarda çifte su verildiğini herkes biliyor!.. Ve belden aşağı politik hesaplaşmalara nesne olmasının ötesinde bir anlamı olmalı bu hazzın. Ramazanlarda, memleketin kahvelerinde artık KaragözHacivat oynatılmadığının farkına varmak gerekir. C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle