27 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 9 EYLÜL 2014 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER A Yargının Bağımsızlığı ve Tarafsızlığı Sorun, yargı bağımsızlığından değil, kendini devlet sanan, ortacağ kalıntısı bir “Devlet Benim” zihniyetinden kaynaklanıyor. Ülkemiz, 2015 seçimlerinde böyle bir yönetime evet veya hayır diyecektir. Sınavdan yalnız seçmenler değil, muhalefet de iktidar kadar sorumlu görünüyor... Başarılı olur muyuz? Olmak zorundayız! BOZKURT GÜVENÇ özerklik ilkesidir. Aydınlanma çağında, “özgürlük, laiklik ve özerklik sürecinin üçüncü ve son evresidir”. Demokratik anayasaların öngördüğü yasama ve yürütme nasıl kendi yöneticilerini seçiyorsa, yargı da kendi yöneticilerini kendi seçer ve kendini yönetir, yönetmelidir. Yasama ve yürütmeye egemen olan, yargıyı da yönetmeye kalkınca demokrasi sona eriyor. Yaşadığımız kriz budur. üniversitelerini sadece mali yönden denetler.” Bu hukuki tanım bütün demokratik kurumlar için geçerlidir sanıyorum. Ne ki, 4936 sayılı Özerklik Kanunu, DTCF’de 1948 tasfiyesini önleyemedi. Başbakan Menderes, “Nabza göre şerbet vermeyin” diyen Prof. Turhan Feyzioğlu’nu açığa almış; hükümet icraatına karşı kararlar veren 11 hâkimi ve onları savunan başkanı resen emekliye sevk etmişti. Yani, özerk kurum, devlet içinde devlet ya da denetimden bağışık bir kurum değildir. Atayan üst yönetim kendini atmaya da yetkili görüyor. Milli Birlikçiler türlü gerekçelerle, 147 üniversite üyesini attılar ama yanlışı düzelttiler. 12 Eylül, YÖK’ün atama ve atma yetkilerini, anayasaya koydu (Güvenç, “Türkiye’de Üniversitenin Gelişmesi 196180”, TÜBA, 2009.) Demokratik anayasalar üç temel erkin kendini yönetmesini yani özerkliğini öngörür ama kamu kaynaklarını kullanan kurumları kamu denetimi dışında tutamaz. Yargıtay, Danıştay ve AYM gibi üst yargı organları da kamu kaynaklarını kullanan bütün kamu kuruluşları gibi, Sayıştay denetimine tabidir. Ülkemizde bugün yaşanan bunalımın özünde, erkler ayrılığını ve kamu denetimini tanımadığını açıkça ilan eden bir gücün, yargı bağımsızlığına el koyma girişimi var. Bu güç, yasama (kanun) gücünü kullanarak bağımsız yargıyı denetimi altına almak istiyor. Kendi iradesine karşı çıkan yargı kararlarını tanımıyor, yok sayıyor. Yargı bağımsızlığını denetleyecek olan yasama veya yürütme değil, içerde yargının yine kendisi; dışarda, Yüksek Adalet Divanı ve AİHM gibi kurumlardır. Sandık dışında denetim tanımamakta direnenleri sandık dışındakiler de tanımıyor. Despot (otokrat) yönetimler, çağdaş dünyanın bir üyesi olamıyor. Aklın yolu birdir derler. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, NTVCNBCe ortak yayınında doğru şeyler şöylüyor. (Cumhuriyet, 3 Eylül): · Ekonomik açıdan da yargının bağımsız olması gerekiyor. · Anayasalar evrensel hukuk normlarına uygun olmalı. · Aksi halde, yanlış yasalar yapar kanun devleti oluruz. Sorun, yargı bağımsızlığından değil, kendini devlet sanan, ortacağ kalıntısı bir “Devlet Benim” zihniyetinden kaynaklanıyor. Ülkemiz, 2015 seçimlerinde böyle bir yönetime evet veya hayır diyecektir. Sınavdan yalnız seçmenler değil, muhalefet de iktidar kadar sorumlu görünüyor... Başarılı olur muyuz? Olmak zorundayız! dli yıl, Dünya Barış Günü’nde açıldı ve ülke gündemine hiç de yabancı olmayan bir “bağımsızlıktarafsızlık” tartışması getirdi. Yargıtay ve Barolar Birliği başkanları, bağımsız yargı taleplerini yineledi. Kamu yönetiminde tarafsızlığı kabul etmeyen ve “Benden olmayan bana karşıdır” inancını savunan Cumhurbaşkanı, yargı bağımsızlığına karşı çıkmamakla birlikte, ısrarla “yargının tarafsızlığı” üzerinde durdu. Yüzyılların ünlü görünüş hakikat ikilemi! Yargının tarafsızlığı ilkesine karşı çıkan ya da yandaşlığını savunan hukukçular varmış gibi. Adalet simgesi bir elinde kılıç, ötekinde iki kollu terazi tutan gözü bağlı kadındır. Adalet, gücünü zaten tarafsızlığından alır. Kanun önünde eşitlik, İnsan Hakları Bildirgelerinin evrensel ilkesidir. Tarafsızlık, hukuk ve adalet kavramlarının özünde vardır. Tarafsız olmayan yargı bağımsız olamadığı gibi, bağımsız olmayan yargı da tarafsız olamaz. Bunalımın özündeki yanılgı ‘İleri Demokraside’ Emekçi Hakları “İleri Demokrasi” rejimi, işçi haklarını işçi cenazelerine, işçi cenazelerini de polisin TOMA’lar ile müdahalesine dönüştürdü! HHH “İleri Demokrasinin” “ekonomipolitik” modeli kısaca şöyle işler: Kaynak oluşturma: Özelleştirme yoluyla elindeki varlıkları ve hizmetleri satarsın... Devlet bankalarından ve dışardan kredi bulursun... Vergi ve sosyal güvenlik reformu adı altında, halkın gırtlağına basar, özellikle işçinin, memurun, köylünün, esnafın, serbest meslek sahiplerinin canlarına okur, yeni fonlar bulursun. Kaynak tahsisi: İhale yasasında, her karşılaştığın sorunu aşmak için yüzlerce değişiklik yaparsın... Arsa tahsislerini, özelleştirmeleri, yandaşlarına verirsin... Yasaları ve yönetmelikleri değiştirerek yandaşlarına her türlü ayrıcalığı sağlarsın. Tahsilat: Medyadaki mülkiyet yapısını kendine bağlı hale getirmek için yandaşlardan para toplar, “havuzlar” oluşturursun... Oy istemek için halka dağıtacağın kömür ve kuru gıda gibi temel ihtiyaç maddelerini yandaşlarından alırsın... Kendi payını da unutmaz, paraları ayakkabı kutularına, kasalara nakit olarak istiflersin, sıkışınca evdekileri sıfırlar, gayrimenkule yatırırsın. Eleştirilerin bastırılması: Önceden, bu düzene muhalefet edebilecek olanları, çeşitli bahanelerle içeri tıkarsın... Gezi Parkı Direnişi gibi, 17 Aralık, 25 Aralık gibi, Soma Felaketi, Torunlar inşaattaki işçi ölümleri gibi olayları, “İhanet”, “Çete”, “Komplo”, “Darbe girişimi”, “mesleğin fıtratında var”, “çalışanların ihmali” diyerek hem savuşturur hem de cezalandırırsın. Kâr maksimizasyonu: Bu modelin kârlılığını artırmak için, emekçi sömürüsünü görülmemiş boyutlara taşırsın... Bunun için, bütün bilimsel ve demokratik uyarılara kulaklarını tıkar, yasaları ve yönetmelikleri değiştirir, bununla da yetinmez, “kamu yararı var” diyerek, onları da aşan, özel çalışma izinleri verirsin. HHH Emekçiler, hem yeraltında hem yerüstünde ölmeye başlar... Artık tek hakları, cenaze kaldırmak hakkıdır... Ama bunu bile onlara çok görür, cenazeleri de TOMA’larla basarsın! Özerklik nedir, ne değildir? Tahtın güvenliğini tehdit etmemek sartıyla kurulan Darülfünun muhtar değildi. Cumhuriyet devrimine ayak uyduramadı. 1933 reformuyla kurulan üniversite de özerk değil MEB’e bağlıydı. TC, İkinci Dünya Savaşı ertesinde çok partili demokrasiye geçerken üniversite tasarısını hazırlayan Profesör Ernst Hirsch, Türkiye anılarında akademik özerkliği, kısaca şöyle açıklamıştı: “Özerklik, akademik özgürlüğün hukuki güvencesidir. Devlet, üniversitesini kurar ama işlerine karışmaz. Özerk değilse meslek okulu olur. Ancak, devlet, kamu kaynaklarını kullanan uhtarlık, bağımsızlık ve özerklik Mutlak din ve devlet yöneticileri, devlet varlığı içinde muhtarlığı, “devlet içinde devlet sorunu” gibi görürler. Evren Paşa YÖK’ü şöyle savunmuştu: “Ne yani, köye muhtar seçer gibi mi seçeceğiz üniversite rektörünü?” Bağımsızlık; bir kurumun kendi kendini yönetmesi, özyönetim, M Anadolu Selçuklu Mimarisi S Prof. Dr. MEHMET BAKİOĞLU on zamanlarda, bazı yapıtların Selçuklu mimarisi örnek alınarak tasarlandığı söylenmektedir. Bunların içinde en son örnek başbakanlık binası olarak yapılan yapının “Dışardan bakıldığında Selçuklu, içerisine girildiğinde Osmanlı’yı andıran bir bina” olduğu belirtilmektedir. Binanın resmine bakıldığında Selçuklu mimarisini andıran hiçbir özellik görülmemekte ve dışının Selçuklu içinin ise Osmanlı motifleri ile süslendiği tahmin edilmektedir. Bu durum Selçuklu mimarisine örnek teşkil etmez; altı ile üstü farklı sistemler için kullanılan bir deyime örnek teşkil eder. / İTÜ İnşaat Fakültesi Bu yazıda Selçuklu mimarisinin özellikleri çok kısa olarak anlatılacaktır ve hükümdarların yapıtlara karşı tutumları belirtilecektir. Türk tarihçileri tarafında Anadolu, Batı tarihçileri tarafından Rum veya Batı Selçukluları olarak isimlendirilen devlet, Anadolu kültürel tarihinde çok kısa ömürlü olup buna karşın Anadolu’ya çok şeyler getirip Anadolu’da buldukları ile karıştırıp çoğaltırken yeni şeyler ekleyip kendinden sonra gelenlere zengin bir kültürel miras bırakan bir devlettir. Bu devletin bıraktığı kültürel mirasın içinde mimari çok önemli yer tutmaktadır. Cumhuriyet Gazetesi’nin katkılarıyla yayınlanmaktadır. Mimaride, Büyük Selçuklu Devleti’nin etkisi görülse bile yapıtları orijinal karakterde olup mimari tarihinde bir Türk ekolü başlatmıştır ve bu ekol Osmanlılar ile devam etmiştir. Edinburgh Üniversitesi güzel sanatlar profesörü D.T. Rice [1] “Islamic Art” kitabında “Hayatlarında deniz görmemiş yayla insanlarının dünyada Anadolu’dan başka yerde görülmeyen üstü kapalı bir liman inşa etmeleri (Alanya’da) bu konudaki yeteneklerini göstermektedir” demektedir. Selçukların mimaride başarıları şu şekilde sıralanır: a) Yapıların fonksiyonlarını iyi inceleyip zaman içinde geliştirmişlerdir; yani mimaride daima bir dinamizm bulundurmuşlardır. b) Yapılar salt dini veya askeri düşünceler ile yapılmayıp öncelik ticari ve sosyal amaçlı yapılara verilmiştir. Bu nedenle diğer ülkelerde görülmeyen yapı tipleri ortaya çıkmıştır. Örneğin: kervansaraylar, üstü kapalı limanlar, gelişmiş medreseler gibi. c) Malzemeyi gereken yerlerde ustalıkla kullanmışlardır. Depreme karşı dayanıklı olması için bazı minarelerde tuğla, gereken yerlerde ahşap kullanmışlardır. d) Yapıların estetik olmasına önem vermişlerdir. Bilhassa girişlere önem vererek ilk intibanın olumlu olmasını sağlamışlardır. Yapı içlerinde ahşap kullanarak taşın verdiği soğuk havayı yumuşatmışlardır. Ayrıca açık ve koyu renkli taşlar kullanarak süslemeler yapmışlardır. Bu konuda E. Akurgal [2] “Gerek bu yüksek kapıları gerekse süsleme öğeleri Gotik kiliselerini anımsatır. Kuzey Avrupa’da görülen tuğlalarla inşa edilmiş Gotik mimari yapıları Selçuklu kökenli olup, oralarda Haçlı seferleri sonunda moda olmuştur” diye yazmaktadır. e) Bazı mimari sorunlara çözüm bulmuş ve taşıyıcı elemanlara değişik form verilmiştir. Kubbeden düşey duvarlara geçiş problemi mimaride “Türk üçgenleri” olarak isimlendirilen elemanlarla çözülmüştür. Bu sorun Bizans’ta pandantiflerle çözülmüştür. Kemer elemanlarda sivri kemer tipini geliştirilmiştir. Selçuklu yapıtları çeşitli şekillerde gruplandırılır. Bu gruplandırmaya girmeden önemli üç grubun özelliklerini kısaca belirtelim: Medreseler: Medreseler kubbeli ve avlulu olmak üzere iki tip halinde gelişmiştir. Esasları değişmeyen bir plan üzerinde hareket edilerek değişik ve zengin yapılar yaratılması mimarideki dinamizmini gösterir. Selçukların yarattığı kubbeli medreselerden gelişen toplu mekân fikri Osmanlı’da büyük cami fikrine öncülük etmiştir. Medreseler çoğunlukla kare veya dikdörtgen şeklindedir. Camilerle bitişik olabildiği gibi ayrıkda olmaktadır. Kayseri’de bulunan çifte medresede teorik bilgilerin verildiği yer (tıp medresesi) ile hastaların bulunduğu yer (şifahane) ayrılmış ve iki yapı birbirine dar bir koridorla bağlanmıştır [3]. Hanlar, kervansaraylar: Ticaret yolları üzerinde bulunan Sultan Hanlar, Hanlar, Kervansaraylar gerçek saray büyüklüğünde birer eserlerdir. Birbirlerine 30’ar km (bir günde alınabilecek yol) uzaklıkta bulunacak şekilde yapılmıştır. Selçukların en önemli yapıtını teşkil eden bu grup, detayı değişmekle birlikte genelde aynı dikdörtgen planlıdır. Kısa kenarın ortasında elegan bir şekilde süslü ve büyük giriş kapısı bulunmaktadır. Uzun kenar üzerinde odalar bulunur. Girişin karşısında, atlar ve diğer işlevler için bir salon ayrılmıştır. Hanın kaçınılmaz öğesi camidir. Hana veya kervansaraya gelenlere yatacak yer, hayvanların bakımı için ahır ve veteriner, cami, kütüphane, hamam sağlanmıştır. Hatta eğlenmeleri için bazı hanlarda müzisyen grupları bulunur. Saraylar ve köşkler: Selçuklu mimarisinde gerçek saray olarak yapılan yapılar sultan hanlar ve kervansaraylardır. Hükümdarlara yapılan saraylar ve köşkler çok mütevazı yapıtlardır. Hükümdarlar için yapılan bu mütevazı yapılarda kaba taş ve tuğla kullanıldığından çok çabuk harap olmuşlardır. En önemli saray kalıntıları KubadAbad ve Keykubadiye’dir. Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz. Selçuklu mimarisini örnek almak için onların kötü kopyasını yapmak değil en azından onların varyasyonlarını yapmak ve/veya temel fikirlerinden biri olan dinamizmini almak gerekir. Ayrıca; Selçuk hükümdarlarının kendileri için saray yaptırmadıklarını göz önünde bulundurarak günümüzdeki yöneticilerin saray yaptırmak yerine sosyal amaçlı yapılara önem vermesi gerekir. [1] D.T. Rice: Ismaic Art, Thames and Hudson, London, 1965 [2] E. Akurgal: Anadolu Uygarlıkları, Net Turistik Yayınları, 1987 [3] O. Arslanapa; Türk Sanatı III, Kervan yayınları, İstanbul, 1984
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle