24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
24 AĞUSTOS 2014 PAZAR CUMHURİYET SAYFA “Ben gidiyorum” dediğimde dostlarım sordular: “Nereye?” Moğolistan’a! “Ne yapacaksın orada, ne var?” “Şimdilik sır dedim ama bir ipucu vereyim, Gobi Çölü’nde bir devenin izini süreceğim.” Eh artık, sonsuz Gobi Çölü’nden geri döndüğüme göre, sırrımı Köklere Yolculuk açıklayabilirim. Bende bir yere gitme isteği çoğu zaman rastladığım bir fotoğraf, gördüğüm film, okuduğum bir hikâyeyle başlar. Moğolistan için de öyle oldu. Bir belgesel izledim ve bir devenin peşine düştüm. Filmin hikâyesi şöyle... İtalya’da okuyan Moğolistanlı bir IŞIL ÖZGENTÜRK 1 sinema öğrencisi bitirme sınavı için, Gobi Çölü’nde yaşayan göçebe Moğol deve çobanlarının hikâyesini çekmek için yola çıkar. Ekip Gobi Çölü’nde bir göçebe ailenin yanına çok eskilerden bir türkü tutturur. Bu öyle yerleşir ve kameralar işlemeye başlar. Ve yanık, öyle dokunaklı bir türküdür ki anne işte tam o sırada görkemli bir doğa olayı devenin ağladığı görülür, o zaman gelin gerçekleşir, bir deve doğum yapar ama türküyü sürdürerek yavru deveyi anneye o da ne, doğan yavru devenin tüyleri kar yaklaştırır, usulca onu annenin memelerine beyazdır. Çünkü o albino bir devedir. doğru iter ve anne deve hareketsiz durur ve Anne, yavrusunu gördüğü an başını yavru deve iştahla sütü emmeye başlar. çevirir. Yavrunun tüm melemelerine İşte ben bu albino devenin izinden kulak tıkayıp bırakın süt vermeyi yanına gitmeye karar verdim. Ve şansa bakın, bile yanaştırmaz. Bu birkaç gün böyle kilometrelerce yol gittikten sonra, bir devam eder. Ailenin güzeller güzeli tepenin ardında diğer develerle birlikte gelini, anne deveyi okşayarak ikna etmeye keyif çatan albino bir deve gördüm. çalışır ama nafile. Anne deve Nuh der Mutlaka o deveydi. peygamber demez. Öte yandan anne sütüne arısı göçebe yaşamda kavuşamayan yavru deve sürekli meleyip durur. Deve inadı diye boşuna dememişler. Bir devenin izinden gitmek için önce Aile ne yapacağını şaşırır, bu arada film Moğolistan’ın başkenti Ulanbator’a uçtum. ekibi sürekli işbaşındadır. Yok, süt yok. Ne olacak canım on saatlik bir uçuş. Gobi Sonunda aile büyüğü yaşlı çoban çok Çölü’ndeki 4x4’lerle yapılan ve 1500 ötelerde yaşayan bir Şaman getirmeye karar kilometreyi bulan bir çeşit çöl rallisini verir. Şaman türkü söyleyip anne deveyi saymıyoruz. Moğolistan yüzölçümü ağlatacaktır. Ve deve ağladığı anda yavru olarak çok büyük bir ülke (bizim iki yanına yaklaştırılacak, usulca annenin mislimiz) ama nüfusu üç milyona yakın. karnına doğru itilecektir. Bu durumda Ve bu nüfusun bir buçuk milyonu başkent annenin süt vermemesi olanaksızdır. Ama Ulanbator’da yaşıyor. Geriye kalanlar ise ya vermezse… her birinin arası en az elli kilometre olan Nihayet kilometrelerce uzakta yaşayan gerlerde (Moğol çadırı) göçebe bir yaşam bir Şaman gelir. Ve tören başlar. Şaman sürüyor. Ve ülkede tam 38 etnik grup var. DİZİ 7 MoğoLisTaN Bir devenin gibi. Biri başkent Ulanbator ve çevresi, öteki uçsuz bucaksız bozkırlar, çöller, vahalar. Ve ikisindeki yaşam birbirine hiç benzemiyor... l Moğolistan’da iki farklı ülke var Balıkçının İtirazı Rusya’nın l Cumhuriyetle idare edilen ülkede, tüm etnik grupların kabul ettiği bir bayrak var. Bayrağın rengi ve üstündeki semboller Moğolistan’da hâlâ kıyasıya rekabet eden Şaman ve Budist öğretinin izlerini taşıyor. Peki yetmiş yıl Sovyetler Birliği’nin en yakın komşusu olan ve komünist partinin çok güçlü olduğu bu ülkede bayrakta neden bir komünist simge yok. Vallahi bu konuda hiçbir şey bilmiyorum. Gobi Çölü’nün ortasına her şeyi kontrol eden muhteşem bir radar yerleştiren, yetmiş yıl boyunca yaptığı yatırımlar ve eğitim politikasıyla okur yazarlığı yüzde yüze ulaştıran Sovyetler Birliği anlaşılan bayrakla pek uğraşmamış. Bir not daha, bağımsızlık kazanıldığından bu yana yani yirmi yılda ne yazık ki, okuma oranı gerilemiş ve yüzde yetmişe düşmüş. Biraz da mevcut bağımsızlık politikasına girelim. Çünkü ülkenin başkentinde, birkaç küçük kasabasında tüm yazılar Rusça. Budist dualar ise Tibetçe. Moğol alfabesine dönmek için bir referandum yapılmış ama halk böyle kalsın demiş. Ben bir duygumu aktarmak zorundayım, kendimi Rusya’nın bir eyaletinde dolaşıyor gibi hissettim. eyaleti gibi izinde Y l İşte kısmet diye buna denir. Uçsuz bucaksız Gobi Çölü’nde ‘Ağlayan Deve’ filminde annesinin istemediği albino yavru deveyi buluyoruz. Ama artık büyümüş de sürülere karışmış. Sembollerle dolu Moğolistan bayrağı. Ayaklandıran söz öbür Moğolistan’a doğru yola çıkacağız. Öyleyse hedef Moğolistan Ulusal Müzesi. Ulusal Müze’ye girerken kendi geçmişimize ait bilgilerle karşılaşacağım duygusu beni heyecanlandırıyor. Çünkü Moğol tarihinin önemli bir kısmında Türkler daha doğrusu Göktürkler var. Müze bizi adım adım Moğolistan tarihinin içine sokuyor. Önce İÖ 3. yüzyılda kurulmuş Hun Devleti’yle başlıyoruz. Göçebe kabilelerin ilk kurduğu devlet Hun Devleti. Hunlar Göktürklerin, Selçukluların, Büyük Moğol imparatorluğunun atası olarak biliniyor. 5. yüzyıldan itibaren Moğol kökenli Avarlar bu geniş coğrafyada hüküm sürmüşler. Yıl 552’ye kadar. Sonra ne olmuş? Hikâyeye göre, 552 yıllarının başında Avarların egemenliği altında Altaylar bölgesinde yaşayan bir Türk boyunun başında bulunan Bumin, Avar karşıtı bir ayaklanmanın bastırılmasındaki çabasına karşılık Avar hükümdarının kızı ile evlenmek istemiş. Avar hükümdarından şöyle bir yanıt gelmiş: “Siz, bizim demircilik yapan adi kölelerimizsiniz, nasıl böyle bir şeye cüret ediyorsunuz?” Bumin bu sözleri çok onur kırıcı bulmuş ve ayaklanma başlatmış. Saldırı öyle güçlüymüş ki, yenilen Avar kağanı intihar etmiş. Ve Göktürk devleti kurulmuş. Elbette olay bu hikâyedeki kadar çekici değildir. Avarların yıkımına neden olan daha pek çok şey vardır. Olsun hikâye güzel. Ve Göktürkler 200 yıl boyunca bu coğrafyada arada sırada kesintiye uğrasa da egemenliklerini sürdürmüşler. 745 yılında Uygurlar, Göktürk egemenliğine son vermişler. Ve Göktürkler aşağı doğru ilerlemeye başlamışlar ve ne güzel Anadolu’yu bulmuşlar. Ülkemin toprak zenginliğini, iklimini düşündükçe bu yenilgiye lanbator’da sadece bir U günümüz var. Hemen sonra 4x4’lerle Gobi Çölü’ne ve sevinmemek içimden gelmiyor. Bir an bu coğrafyada doğduğumu düşünüyorum; deniz yok, portakal yok, kiraz yok, yok oğlu yok... Daha sonra Kırgızlar Uygarları bu coğrafyadan sürmüşler. Kitanlar da Kırgızları ve yıl milattan sonra 1216 olmuş. Bu tarihte Cengiz Han ortaya çıkıyor. Bütün Moğolları birleştirerek Büyük Moğol İmparatorluğu’nu kuruyor. Sonrası daha karışık. Sonuçta Moğollar Rusya’nın da yardımıyla Çin ve Japon tehdidini geçiştirip ayakta kalmayı başarmış. Çok fazla tarih anlattım. Şimdiye gelelim, 1996 yılına. O yıl ülkeyi yetmiş beş yıl aralıksız yöneten ve bu nedenle Guinness Rekorlar kitabına girdiği söylenen Devrimci Parti iktidarı kaybetmiş. Ancak son seçimler bu ülkede geçmişi özleyenlerle, gözü kara bir değişimden yana olan liberaller arasında kıyasıya bir mücadele olduğunu gösteriyor. Bakalım Moğolistan’da kim kazanacak? Müzenin Orhun anıtları bölümünde, üzerinde ilk Türk alfabesinin bulunduğu Orhun anıtlarının kopyaları var ve bu bölüm Türkiye Cumhuriyeti tarafından yeniden restore edilmiş, düzenlenmiş. Orhun anıtlarını daha sonra yerinde göreceğim ve sizlere anlatacağım için şimdilik hikâyemizi burada kesiyorum. Tanıdık geliyor değil mi? Gökdelenler Ulanbator’da da meydanı kuşatmışlar... Hapishanelerini lanbator yeni kurulmuş bir U başkent, her yerde Moğol İmparatoru Cengiz Han’ın dev “Cumhuriyet ve laiklik tehlikede” klişesini daha doğru ve daha devrimci bir cümleyle değiştirme zamanı geldi. O da şöyledir: Artık tehlikeden söz edemeyiz; değiştirilmesi gerekenin içindeyiz. Bu cümlede devrimci olan, varlığımız, özümüz ile yaşadığımız, içinde var olmaya çalıştığımız hayat arasındaki çelişkinin en keskin noktasına doğru tırmandığımız gerçeğinin anlaşılmasıdır. Eğer toplumun önemli bir kesimi, siz, onları yoksullar, onların durumunu kavrama becerisi gösteren aydınlar olarak da adlandırabilirsiniz, tüm anlamlarıyla yaşam koşullarından memnun değillerse, varlıklarıyla yaşadıkları hayatı uyumlu hale getirmek için harekete geçme zamanı da yaklaşıyor demektir. Ama bu aynı zamanda zorlukların, daha önce kendini göstermemiş çilelerin de yaklaşması anlamına gelir. HHH Size, sürekli hatırlanan, değerlendirmeleri, tahlilleri, analizleri, şaşırtıcı öngörüleri ile yaşayan, sakallı teori ve eylem adamından hiç eskimeyen, çağdaş bir örnek vermeme izin verin. Alman İdeolojisi’nde şöyle der sakallı: “Balığın ‘özü’ onun ‘varlığı’dır, sudur. Nehir balığının ‘özü’ bir nehrin suyudur. Ama bu su, o nehir sanayinin emrine girince, boyalarla başka atıklarla kirlenince, buharlı gemiler üzerinde dolaşmaya başlayınca ya da nehir suyunun, başka kanallara verilerek kurumasıyla balıklar varoluş koşullarından yoksun kalınca, artık balığın ‘öz’ü olmaktan çıkar ve artık balığa uygun olmayan bir varlık ortamı haline gelir.” HHH İki üç satır öncesine döndüğümüzde ise “balık” ile insan arasındaki farkın da devrimci bir yorumla ele alındığını görebiliriz. Bu çelişkiyi gören ve ama insanın doğayla ilişkisinde yanlış bir noktada duran, “doğanın efendisi” olmayı ne yazık ki yanlış kavrayan insan kendini de balıklaşmaya mahkum kılabilir. Oysa Marx araya derin bir çizgi çeker ve milyonlarca işçinin daha farklı görüşleri olabileceğini vurgular. Ve “Zamanı geldiğinde” der, “pratikte ‘varlıklarını’ ‘öz’leri ile uyumlu hale getirdiklerinde bunu tanıtlayacaklardır.” HHH Uzun oldu alıntılar; ama zor zamanlara girdiğimizin ve “varlığımız” ile bundan sonra yaşayacağımız hayat arasındaki mesafenin giderek derin bir uçuruma dönüşeceğini göstermek istedim. Üstelik bu derinliği HES’lerle kurutulmuş nehirlerdeki balıklarla paylaşacağımızı da biliyoruz artık. Siyasetin 12 yıllık bir kavgayla duruma vaziyet eden egemenlerinin bize şimdi açık açık söyledikleri de budur. Buradan durumu yalnızca saptayıp, sessizce katlanmayı öğütleyenler, bunların “kaçınılmaz anormallikler” olduğunu söyleyenler her zaman olduğu gibi yine olacaktır. Peki, biz bu durumda ne yapalım? HHH Kestirme yorumlarla “devrimci olan kim, kim ya da ne devrimci değildir” hesabı yapanların işin özünden epeyce uzaklaştıklarını görmek acıdır. Bu arada iktidarın hışmına uğrayanların istisnasız, genel olarak devrimci saflarda yer almaya hak kazandıkları da bir safsatadır ve nehri kirletenlere değil balıklara kızanların durumunu ancak uzun erimde anlayabiliriz. Geçen ve geçecek olan zamanda benim şairimin dediği gibi “Yürüyeceğiz çoğala çoğala” dizelerine uygun davranmak en iyisidir. Ama bir koşulla; “geçmişe ağlamak fayda etmez, yarını bu günden kuracaksın, o senin tarihin olacak” demeyi de unutmayacaksın. HHH Bu tarihsel gerçeği unutmak, kimi zaman, aldatıcı bir “Hürriyet”in kategorik övgüsünü dilinden düşürmeyen ve ama “Cumhuriyet”i yermenin şehvetine kapılanlarla, nehri kirletene değil, balıklara kızanlarla birlikte kuru derede çırpınan “balık” olmanın hüznüne yenik düşürebilir bizi. En iyisi zor zamanlara girdiğimizi hiç unutmamak, eleştirinin kutsallığına dokunmadan, ağırlığı varlığımızla, dayatılan hayat arasındaki çelişkinin hizmetine vermektir. Bana “neden şifreli konuşuyorsun açık konuş” diyecekler olursa diyeceğim şudur ki; ben zehirli hayata alışmış bir balık değil, nehrini korumaya çalışan fukara ama umudunu yitirmemiş bir balıkçıyım. elleriyle örmüşler şeylerini yitirmişler. Ve Ulanbator’a büyük bir göç dalgası gelmiş. Bu yeni göç dalgasıyla gelenler önce özel mülkiyeti heykelleri ve hemen yanında öğrenmişler. Bakmışlar olacak gibi Buda! Şaman Moğolistan’a değil, bizdeki gibi kentin varoşlarında, Budizm 800 yıl önce girmiş bir toprak parçasına kendi gerlerini ama kabul edilmesi 430 yıl kurmuşlar, sonra da bu gerin çevresini önce. Yirminci yüzyıl başlarında tel örgülerle kapatmışlar. Bir çeşit kendi komünist idarenin, feodal hapishanelerini yapmışlar. Düşünün, beylerle kıyasıya mücadelesi çadırınız uçsuz bucaksız bir ovada, sırasında pek çok Budist tapınak hayvanlarınız keyifle otlanıyor, gerin tahrip edilmiş ve resmen hiç kadınları en güzel kımızları hazırlıyor ve çalışmadan yaşayan Budist sonra güneş batarken hep birlikte kımız rahipler çalışmaya zorlanmış. içiliyor ve ayın doğuşu kutsanıyor. İşte Şamanlar ise hep varolmuşlar. öyle bir yerden birden dikenli tellerle Gandan Manastırı’nda dev Rahiplerin tam tersi Şamanlar çevrili bir hapishaneye düşüyorsunuz. yol gösterici ve doğa koşullarında bir Avalokiteşvera heykeli. Ve inşaat sektörü burada da iş başında. Sovyetler zamanında hayatta kalma becerisini insanlarla yapılmış geniş alanların çevresi gökdelenlerle paylaşıyorlar. Sağlık hizmetlerinin çok uzağında dolu. Rehberimize soruyorum, doktorların 400 yaşayan göçebe Moğollar için onlar güvendikleri dolar kazandığı bu ülkede bu gökdelenlerde sağlıkçılar. Ayrıca aralarında oluşan anlaşmazlıkları kimler oturacak? çözenler de Şamanlar… Yanıtı şu, bakır ve kömür madeninin çok bol Kentin çevresi “gerkondulardan” oluşmuş. 2000, olduğu, toprakları henüz kimyasallarla kirlenmemiş 2011, 2012 yıllarında bozkırlarda müthiş bir kuraklık bu büyük ülkede elbette birilerinin gözü vardır. Ve yaşanmış ve binlerce büyük ve küçük baş hayvan şimdiden AVM’ler boy gösteriyor... ölmüş. Göçebe Moğolların büyük bir kısmı her Sıtma da ebola gibi öldürücü İstanbul Haber Servisi Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Recep Akdur, sıtma uyarısı yaptı. İstanbul’da son 10 günde ebola şüphesiyle gözlem altına alınan Nijerya’dan gelen hastalarda sıtma tespit edilmesinin kimseyi sevindirmemesi gerektiğine dikkat çeken Akdur “Batı Afrika’da görülen sıtma, eskiden Türkiye’de görülen gibi değil, öldürücülüğü yüksek olan sıtmadır” dedi. Prof. Dr. Akdur, konuyla ilgili yaptığı yazılı açıklamada her iki olayda da titiz davranılarak karantina uygulanması ve Ebola açısından inceleme yapılmasının yerinde ve doğru olduğunu belirtti. Fildişi Sahili Cumhuriyeti Başbakanı Daniel Kablan Duncan, Ebola virüsünün ülkeye girmesini önlemek amacıyla Gine ve Liberya ile olan sınırlarını kapattıklarını açıkladı. Fildişi Sahili, bu ayın başında salgından etkilenen Sierra Leone, Liberya ve Gine uçak seferlerini askıya almıştı. Bu yazı dizisini hazırlarken, bilgilerinden ve gözlemlerinden fevkalade yararlandığım Moğolistan Günlüğü yazarı Yıldırım Büktel’e, Haramiler’den fotoğraf sanatçısı ve rehberimiz Teoman Cimit’e, albino deveyi gören ve resimleyen Nihat Karabiber’e, en güzel fotoğrafları çeken Gül Toparlar’a ve tüm grup arkadaşlarıma özellikle bir teşekkür borçluyum. Sağ olun. Dünyanın tüm renklerinde gene buluşalım. Teşekkür Fildişi Sahili sınırı kapattı YaRIN: UÇaN aTLILaRIN KoMUTaNI CENGiZ HaN
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle