07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 10 TEMMUZ 2014 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Vazgeçilmeyen ‘Abi’ler Üzerine u Böyle gelmiş böyle gidiyor. Sap döner keser döner, deniyor ama hesap sorulamıyor. Okuryazar görünen yüzde seksenin yüzde sekseni (üçte ikisi) okumayan, ekranla uyuyan reklamla uyanan bir toplumun, tarihten alacak dersi mi olur? abiler. Alçakgönüllü, fahri hizmet edenler yanında; başkasının emeği ile abi rolünde, “Vatan millet Sakarya” nutku çekerken bile kişisel çıkarlarını gözeten, Anadolu deyimiyle “Ekmediği tarlayı biçen” abiler de vardır. G Bozkurt Güvenç eleneksel ya da modern toplumlarda “abi”ler vardır. Gerçek veya sanal, ünlü ünsüz, güçlü güçsüz, görevi başında yahut emekli, amatör ve profesyonel (psiko, sosyo, eko, teo ve politiko) abi’ler. Adlarını bildiğimiz/ bilmediğimiz ama yaşadığımız sorunlar karşısında varlıklarına ihtiyaç duyduğumuz; bulduğumuzda: “Abi, bu işin bir kolayı yok mu?” diye danıştığımız; adını ve telefonunu bir kenara yazıp sakladığımız, başımız sıkıldığında, polisten, savcıdan önce aradığımız... lediğimiz, güvenilir abiler. Kimi zaman bakanlıkta bir dayı, bir gazeteci veya köşe yazarı, bir kurucu müdür, mütevelli üyesi, derdi olana kapısını açık tutan, gerçek veya sanal, öyle tanınan/tanıtılan, ünlü kişilerin kendisine “abi” dediğini açıklayan abiler. Kimisi belli sorunlarda uzman, nadiren, her derde deva, abi’lerin abi’si, hocaların hocası, açıkoturumlarda yeri doldurulamayan abiler. Olmasalardı, yeniden yaratılmalarına katıldığımız, değerleri değilse bile fiyatları, kurları, faizleri, yüzdeleri bilen, dolar, Avro ve altın borsalarını izleyip, doğru tahminler yapan... Söze, “Şimdi, yani baktığımızda görünen o ki” diye başlayıp, ülke ekonomisinin yorumunda milyon/ trilyon TL farkını gözeterek sürdüren, “Ancak, şu gerçeği de hatırdan çıkarmayalım ki...” uyarısıyla son veren; ölüm ve doğum yıldönümlerinde saygıyla anılan, ulusal ve uluslararası düzeyde ünlü Toplum hayatının her kesiminde, çocuğumuzun eğitiminde, eşimizin sağlığında, yurttaşlık haklarımızın korunmasında, trafik, vergi, muafiyet, sigorta, askerlik vb. hukuk ve güvenlik sorunlarımızda danışmak ihtiyacı duyduğumuz, yol yordam sorduğumuz, yardım ve çözüm bek Abiler Romatizmalı kırkayak ünlü ve güçlü bir abi kediden derdine çare istemiş. (Kırkayak romatizma oluyorsa, kediler neden abi olmasın ki?) Kolay, demiş Kedi Abi: Gel, seni bir fareye dönüştürelim! İyi de ağrılarım geçecek mi? Geçmeyecek ama ayaklarının sayısı azalacak. Peki, ama bu işi kim yapacak? Biz, çözümü öneririz, herhangi bir uzman uygular. Abilerin çözümleri hep böyle aldatıcı olmayabilir; ama toplumlar umutlanır ve o sihirbazı arar dururlar. Bulamayınca da, sorunları basite indirgeyen abilerden yakınır: “Abi deyip inandık ama aldandık. N’olacak, nereye varacak memleketin hali?” Bir yere varacak değil. Yurttaşlar, ünü kendinden kaynaklı abilere inandıkça, sosyal kültürel sorunlar böylece sürüp gidecek. Gerçek abiler; güçsüzleri, ka Kırkayak fıkrası ba güce, hukuk dışı uygulamalara, hatta devlete karşı koruyan kişilerdir. Sahte abiler, yeraltı dünyasının ünlüleri; korku salan, güce tapan, güçten başka değer tanımayan kişilerdir. Öyle ya da böyle, gün olur bu abilerden birine işimiz ve yolumuz düşer. Onlardan yardım, destek isteriz. Beğenirsek över, beğenmezsek yereriz. Abilik kolay kazanılmadığı gibi kolayca da yitirilmez. Çoğu kez insan gider sanı kalır yadigâr. Fuzuli, “Selam verdik, rüşvet değildir diye almadılar” sözüyle de anılan ünlü bir ozanımızdır. Eşsiz seramikleriyle ünlü Rüstem Paşa Camii, muhteşem yüzyılın rüşvet anıtıydı. Onarıldıkça, ünlü seramiklerin azaldığı söylenir. Ama “devlet ebed” yaşamış ve Tanzimat döneminde, saray mensuplarıyla “iş yapmanın” (rüşvetin) İngilizce tarifesi Mısır’da yayımlanmıştı. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetname eseri, Kazanlı Yusuf Akçura’nın “Üç Tarzı Siyaset” önerisi gibi. Cumhuriyetin kültür devrimi, rüşvet ve yolsuzluk hastalığından kurtulmayı denemiş ama tam başaramamış; İkinci Savaş koşullarının dayattığı karaborsaya ve Türediler Ailesi’ne yenik düşmüştü. Tarihi örnekler Her sorunu çözeceği umulan demokrasi, “Devrime Yeter” dedi; ama ekonomik büyüme ve kalkınma adına rüşvet ve yolsuzluğun üstüne varamadı. Evrensel hastalık, Batılı dillerde “Prozent/ Percent (yüzde)” olarak meşru görülüp müşteriye sunuluyordu. Ünlü Lockheed davasında, Türkiye rüşveti saptadı ama yargılamadı. Zamanaşımı gerekçesiyle pek çok yolsuzluğu örtmeye çalıştı; hatta, suçlular kamu görevleriyle ödüllendirdi. Cumhuriyetin kimi yöneticileri bulaşıcı hastalıklardan korunamadılar. “Töreler her şeyi meşru kılar” atasözü her yerde geçerliydi. Böyle gelmiş böyle gidiyor. Sap döner keser döner, deniyor ama hesap sorulamıyor. Okuryazar görünen yüzde seksenin yüzde sekseni (üçte ikisi) okumayan, ekranla uyuyan reklamla uyanan bir toplumun, tarihten alacak dersi mi olur? 1970’li yıllarda, benden hangi adaya oy vereceğimi soran New Yorklu taksi şoförüne, “Ben yabancıyım seçmen değilim; neden sordunuz?” dedim. Şoför, “Oy vereceğim başkan adayının topluma yalan söylemediğinden emin olmak istiyorum” dersini hiç unutamadım. Anayasa Var mı? Türkiye’de anayasa var mı? Güya bir anayasamız var... Askeri darbe döneminde yapılmış, darbecilerin yönlendirmesinde ve denetiminde oylanmış, AKP’nin dilinden düşürmediği “Milli irade”yi temsil eden seçmenlerin yüzde 91.4’ü tarafından onaylanmış bir anayasa... Bireyin temel hak ve özgürlüklerini devlete karşı değil, devleti koruyan, “darbe anayasası” diye lanetlenmiş, kabul edildiği tarihten sonra sayısız kez değiştirilmiş, bir hilkat garibesi! 12 yıldır iktidarda olan AKP, delik deşik edilmiş bu anayasanın, özgürlükleri sınırlayıcı ve kısıtlayıcı önemli maddelerini koruyor: Örneğin, iktidara gelirse YÖK’ü kaldıracağına söz vermişti... YÖK, AKP döneminde sadece varlığını sürdürmekle kalmadı, üniversiteleri yeniden 12 Eylül dönemindeki nefes alamaz duruma soktu, şimdi yetkilerini daha da arttırma hazırlıkları var. Örneğin, seçim adaletini ve dolayısıyla “Milli irade”nin Meclis’e yansımasını engelleyen yüzde 10 barajı, dillerinden düşürmedikleri “Milli irade” kavramına rağmen, hâlâ geçerli. Buna karşılık, sadece anayasanın temel hükmü olmakla kalmayan, demokratik rejimin en büyük güvencesi olan “yargı bağımsızlığı”nı ortadan kaldırdı... Anayasa Mahkemesi hariç, bütün yargıyı, iktidarın emrine verdi! HHH Anayasaya ve demokratik rejime vurulan bir başka temel darbe, seçimlerle ilgili: Erdoğan, bütün adalet ve eşitlik ilkelerine aykırı olarak seçime başbakan kimliği ve yetkileriyle giriyor... Seçilirse, Cumhurbaşkanı olarak anayasaya uymayacağını, onu değiştirmeden doğrudan doğruya uygulamalarla, ilkelerini ihlal edeceğini, rakiplerini “saksı”, “vazo” gibi sıfatlarla küçümseyerek, açıkça ilan ediyor... YSK, gerekli oy sayısından çok daha fazla oy pusulası bastırıyor... Seçmen sayılarında, seçimden seçime, mantığa ve gerçeklere sığmayan farklar yaratılıyor... Seçmen listeleri İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanıyor, seçmenler konut bazında değil, isme göre sıralandıkları için, kimsenin komşusunu, binasını, sokağını, sandığını denetleme olanağı kalmıyor.... Seçim sonuçları SEÇSİS denilen, dışardan müdahaleye açık, güvenilmez bir bilgisayar sistemi ile toplanıyor ve hesaplanıyor... Sonuçlar Adalet Bakanlığı’nın internet sitesinde yayımlanıyor... Parmak boyası yok... Ve biz demokratik rejimi, bu “seçim maskaralığı” üzerine inşa ediyoruz! Özetle Sağlık Sisteminde Gizli Üniversite Reformu mu? Dr. SÜLEYMAN KAYNAK Son aylarda, giderek dilimize yerleşmiş olan “paralel” sözcüğü, artık nerdeyse hayatın her alanında çağrışımlara yol açar hale gelmiş, herkes kendi belleğinde, bu sözcüğün karşılığında, yeni bir kavram dizini oluşturmaya başlamıştır. Çünkü nerden bakarsanız karşısı paralel görünür. Türkiye Sağlık Bilimleri Üniversitesi yasa tasarısı da bu süreci anımsatmakta, YÖK çatısı altındaki sağlık bilimleri ile ilgili eğitim, araştırma ve hizmet gerçekleştirmekte olan başta tıp fakülteleri olmak üzere, tüm sağlık eğitimine paralel bir yapılanma tasarlandığı anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi şu anda ülkemizde yasası tamamlanmış 85 adet tıp fakültesi vardır ve bu sayı ile dünyada 5. sırada olduğumuz görülmektedir. Hindistan’da 271, Amerika’da 147, İngiltere’de 32, Fransa’da 34, Almanya’da 36 ve Yunanistan’da 7 tıp fakültesi vardır. 2010 rakamlarına bakılarak tıp fakültelerimizde 10 bin 453 adet öğretim üyesi vardır ve 2014 öğrenci kontenjanları da yaklaşık yüzde15 artırılarak 9500 olarak planlanmaktadır ve öğretim üyesi öğrenci oranımız 2010 itibarı ile 3.52 olarak görünmektedir. Ancak tıp fakültelerinde lisans ve uzmanlık eğitiminin kalitesi ile ilgili temel altyapıyı oluşturan üniversite hastanelerinin esas sorunu, tek kaynağa bağlı gelire sahip olmalarıdır. Bu da Sağlık Uygulama Tebliği (SUT) olarak Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nca (SGB) yayımlanan fiyat listesidir ve bu liste hem gayet düşük fiyatlandırmalara dayanır hem de son 6 yıl içinde hemen hiç değişmemiştir. Buna karşılık, ülkenin en ağır ve karmaşık hasta gruplarına bakmak durumundaki üniversite hastanelerinin gider kalemleri inanılmaz bir çeşitlilik ve yekun tutmaktadır. Bu durumda pek çok üniversite hastanesi, bir yandan SG Bakanlığı tarafından verilen çok sınırlı SUT ödemeleri ile hayatını sürdürmeye çalışırken bir yandan da yine hükümet eliyle, “zarar eden kurumlar” olarak ilan edilmekte ve itibarsızlaştırılmaktadır. Bu çok yüzlülüğün birçok sonucu olmuştur ama sadece birkaç tanesine dikkat çekmekle yetineceğiz: 6 üniversitede, hastanesinin  borçlarına karşılık maddi ve manevi varlıkları Sağlık Bakanlığı’na devredildi, 22 üniversite hastanesi de Maliye Bakanlığı ile özel borç anlaşması yapmak zorunda kaldılar. Bunun yanı sıra sanki gerçekten sorumlular üniversite hastaneleriymiş gibi  Üniversite Hastaneleri Birliği kurularak üniversite hastanelerinin ortak sorunlarının çözümüne yönelik çabalar yapılmıştır ama yine de gelinen nokta, üniversitelerin, hastane giderlerini karşılamak için öz varlıklarını ve gayrimenkullerini satmaya zorlanmaları olmuştur. Bütün bunlardan niçin bahsettik...  Yeni bir yasa tasarısı nedeniyle... Buna göre, 28/3/1983 tarihli ve 2809 sayılı Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanunu’na aşağıdaki ek madde eklenmiştir. Şu günlerin ironisidir: YÖK’ü yapanlar müebbette ama yaptıkları iktidarda. Bu ek madde ile Sağlık Bilimleri Üniversitesi ve Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı (TÜSEB: Buna şimdilik değinmeyeceğiz) adı altında doğrudan Sağlık Bakanlığı’na bağlı bir yapılanma öngörülmektedir. Bu şaka gibi yasa tasarısı ile bizzat Sağlık Bakanı’na doğrudan bağlı, Sağlık Bakanlığı’nın ülke yüzeyindeki tüm kurumlarını uhdesinde protokollerle bağlama potansiyeline sahip, hem bu kurumların gelirleriyle hem de genel bütçeden ve diğer üniversite hastanelerinin kullanamadığı çok sayıda mali kaynaktan beslenebilen, kadro atamalarında  sağlık bakanının nerdeyse tek yetkili olduğu ve nihayetinde, aslında Marmara Üniversitesi’nin mal varlığı durumundaki Haydarpaşa kampusuna “Mektebi Tıbbiyei Şahane” adı altında, eski/yeni bir isimle el koyarak kuruluşu yapılmaya çalışılan ve tüm ülke yüzeyinde etkinlik gösterecek bir tıp fakülteleri zinciri ya da resmi adı ile Türkiye Sağlık Üniversitesi ile karşı karşıya kalacağız. Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana bin bir güçlükle ve mücadeleyle yetiştirilmiş 10 bin 500 dolayındaki öğretim üyesi ile tüm ülke yüzeyinde lisans ve uzmanlık eğitimi vererek, ülkenin hekim ve diğer sağlık personelinin yetişmesinde ve ülkedeki en karmaşık ve ağır hastaların tedavisi için yıllardır emek veren ve dünya yayın sıralamasında ülkemizin başını dik tutmaya çalışan ama buna karşılık daima, müsrif tüccar muamelesi ile itibarsızlaştırılan, aşağılanan, zayıflatılıp mali ve insan gücü olarak adeta yıkıma terk edilen üniversite hastanelerinin boğazına basıp cansız bırakırken, mallarının satışına zorlanırken, hatta varlıkları rehin alınırken Sağlık Bakanlığı’nın kurumları üzerinde ve sadece Sağlık Bakanı’nın özellikle kadrolaşmada tek yetkili olduğu bir “Sağlık Üniversitesi”nin kurulup bin bir mali kaynağın bu kuruluşa yönlendirilmesi nasıl tanımlanmalı?.. Üniversite hastanelerinin birikimlerinden daha akılcı yararlanmak için sadece bir miktar destek olmak bu kadar zor bir seçenek midir? İster YÖK’ün içinde “paralel” sağlık üniversitesi diyelim, ister tıp fakültelerine “darbe” diyelim, isterseniz gizli üniversite reformu diyelim... Sağlık Bakanlığı, kendisini üniversiteleştirip bu yolla özerkleştirmeye (!) çalışıyor galiba... Hem de üniversitelerin kapısına hizmet hastanesi levhası bir türlü tutmadı, bari tüm hastanelerin kapısına üniversite yazıverelim diye düşünerek...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle