29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 3 MAYIS 2014 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Türkiye’de Politikanın Akıl ve Mantığı Bu gidişten ülkemiz bütünü ile zarar görmektedir. Bu gidişten herkes bıkmıştır. Bunu en iyi Başbakan Erdoğan’ın kendisi anlamıştır. Ülkenin Başbakanı olarak bu değişikliği yapmak onun sorumluluğundadır. Bu değişikliğe Erdoğan’ın kendisinden başlaması artık kaçınılmaz olmuştur. TANER BAYTOK Emekli Büyükelçi başbakanın basın ve medyaya yansıyan “Kafalarına balyoz gibi ineceğiz” sözlerinin muhatabının kim olduğu anlaşılamadan, senesi dolmadan yedi solcu bakan istifa etmiştir. 12 Eylül 1980 ihtilalinin başındaki Kenan Evren’in başlangıçta başında Panama şapka, elinde baston ile Atatürk taklitçisi bir görünümle halkın içine karışırken sonraları babasının köy imamı olduğunu dillendirmesi, gözaltına alınıp tevkif edilenler arasında solcular kadar sağcıların da bulunması, imam hatip okullarına bu dönemde kız öğrencilerin alınmaya başlanması bu darbenin de öncekiler gibi bir ideolojisinin olmadığına işaret etmektedir. Silahlı Kuvvetler’in yaptığı darbeler arasında belki de postmodern darbe olarak adlandırılan 28 Şubat 1997’deki sonuncusunun hedefinin, ülke içindeki huzurun sağlanmasında tehlike olarak gösterilenlerden birine, irticaya karşı mücadele etmek olduğu söylenebilir. Başbakan Erbakan ve onun başında bulunduğu Refah Partisi’nin irticai faaliyetlere arka çıktığı, önlemek için yeterince gayret göstermediği gerekçesi ile hükümet düşürülmüş, bazı ordu mensupları dahil işten el çektirmeler ve hapse atmalar olmuştur. Bunu izleyen seçimlerde ise Refah Partisi’nin ardılı Fazilet Partisi içinde yeşerip dal budak salan ve iktidara gelen Erdoğan’ın AKP’si döneminde irtica tehlike olarak stratejiden çıkarılmış, değişik suçlamalarla kendi iktidar döneminin Genelkurmay başkanı dahil birçok general, amiral ve yüksek rütbeli subay gözaltına alınmış, hapse konmuştur. Akla ve mantığa rahmet okutan zıtlıklar bununla da kalmamış, bu nevi davaların savcı, hâkim ve polisleri aynı hassasiyeti veya belki de işgüzarlığı hükümet mensuplarına veya yandaşlarına yönelik konularda da gösterince onlar da hallaç pamuğu gibi dağıtılmışlardır. rünen bir değerlendirme ile bitirmek istiyorum: Bu gidişten ülkemiz bütünü ile zarar görmektedir. Bu gidişten herkes bıkmıştır. Bunu en iyi Başbakan Erdoğan’ın kendisi anlamıştır. Ülkenin başbakanı olarak bu değişikliği yapmak onun sorumluluğundadır. Bu değişikliğe Erdoğan’ın kendisinden başlaması artık kaçınılmaz olmuştur. Önümüzdeki dönemde Türk milletinin bütününü kucaklayan, vatandaşlarına şefkat ve güler yüzle yaklaşan, korkutmaktan çok sevdiren ve saydıran, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne, devlette kuvvetler ayrılığına inanan bir başbakan görmeyi temenni ediyoruz. Peki sihirli değnek dokunmuş gibi, bu olabilir mi? Türkiye’de olur. Politikacılığından sık sık şikâyetçi olduğumuz Demirel’in cumhurbaşkanlığından hepimiz övgü ile bahsetmiyor muyuz? Bu olmadığı takdirde, önümüzdeki dönem kimsenin istemeyeceği gelişmelere gebe görünmektedir. Siyasileri iktidara seçimler getirir. Ama onları iktidar yapan kendi icraatlarıdır. Menderes’in Demokrat Partisi, Cumhuriyet döneminin ilk ve en demokratik seçimleri ile 1950’de iktidara geldi. Ama iktidarında demokrasiyi koruyup yaşatamadığı için maalesef kendisi de demokrasi ile birlikte yıkılıp gitti. Türk milletinin, devletin veya partilerinin başındakilere ibadetten de öteye tapma derecesinde bağlılık ve saygısı bilinir. AKP seçmeni partilerinin lider ve yöneticileri hakkındaki iddialara inanmamışlardır. Bu yüzden mağdur duruma düşen liderlerini meydanlarda ve sandık başında ısrarla desteklemişlerdir. Yine de yaşam tarzlarını ve toplum içindeki itibarlarını yücelttiği için kendilerinin saydıkları bu partiye oy verenlerin, yukarıdaki olumsuzlukların artarak sürmesi ve bunun ispatlanması sonucunda ortaya çıkacak durumlardan kendilerinin de ekonomik ve sosyal bakımdan zarar görmeye başlamaları halinde partilerini ve liderlerini bırakabilecekleri olasılığının hatırdan çıkarılmaması gerekir. ‘Freedom House, Haddini Bil!’ Şu habere bakar mısınız: Freedom House Türkiye’ye küme düşürtmüş... “Basını kısmen özgür ülkeler” grubundan “Basını özgür olmayan” ülkeler grubuna indirmiş! HHH “Kim bu freedom house yaa?...” “Televizyonda bir ‘Doktor House’ vardı, onun evi midir, nedir?..” “Freedom house haddini bil!” HHH Freedom House, 1941 yılında kurulan bağımsız bir düşünce kurumu. Amacı, dünyada demokrasinin, temel hak ve özgürlüklerin gelişmesine katkıda bulunmak. Her yıl dünyadaki 195 ülke ve 14 bölge için “Özgürlük Raporu” hazırlıyor. Rapor “siyasal haklar” alanında on, “sivil (medeni) özgürlükler” alanında 15 ölçüte göre düzenleniyor... Ülkeler “Özgür”, “Kısmen özgür” ve “Özgür olmayan” olarak sınıflanıyor. Bu sınıflamaya göre Türkiye zaten “Özgür” ülke değil... Geçmiş yılların raporlarına ilişkin çok yazı yazdım: Ancak “Kısmen özgür” olarak sınıflanıyor... Ama asıl bomba haber, Türkiye’nin, medya ölçütüne göre bu yıl “Kısmen özgür”den, “Özgür olmayan” sınıfına düşürülmesi. HHH Bu Freedom House haddini bilmiyor: Türkiye’deki rejimin AKP iktidarı zamanında “Demokrasiden”, “İleri Demokrasiye” geçtiğinin farkında değil... Zamanın İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın, 2011 yılında, “Türkiye, basın özgürlüğü açısından Amerika’dan daha çok basın özgürlüğünün olduğu bir ülkedir” dediğini duymamış... Zaten raporunda “hapisteki gazeteciler” gibi, “Türkiye’de hiç olmayan” bir olaydan bile söz edebiliyor. HHH Türkiye’deki demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri eleştiren Alman Cumhurbaşkanı’ndan sonra Freedom House da resmi bir fırçayı hak ediyor... Bekliyoruz... Çıtayı düşürmeyelim! 1 970’lerin ikinci yarısında Ankara’da bulunan gazeteci ve diplomat arkadaşlarım hatırlayacaklardır. Birçoğumuzun dostu olan Nick Ladington isimli bir Amerikalı genç gazeteci vardı. Mükemmel Türkçe öğrenmişti. Associated Press ajansının Ankara şubesinde çalışırdı. Onun bir anekdotunu hiç unutmam. Ajansa ilk girdiğinde patronu ondan Türkiye ile ilgili bir değerlendirme yazmasını istemiş. Büyük titizlik ve özenle hazırladığı raporu patron beğenmiş. “Çok güzel, şimdi bunun tam tersini yaz ve onu ajansa geçelim” demiş. Nick’in boş gözlerle kendisine baktığını görünce de, “Bu meslekte sana bu ilk ders olsun, Türkiye olumlu ve olumsuz sürprizler ülkesidir. Türkiye’de olaylar ve işler daima mantık ve aklın alamayacağı şekilde gelişir” demiş. Bir Türk olarak pek de hoşlanmadığım bu yargının doğru çıktığına yaşamım süresince ben de maalesef pek çok kez şahit oldum. Aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu da bir mucize değil midir? Bir imparatorluk oyuna gelerek Birinci Dünya Harbi’ne giriyor; varını yoğunu kaybediyor; padişah İstanbul’da sarayına tıkılıp Anadolu’da kendisine bırakılan bir avuç toprakta hüküm sürmesini öngören Sevr’e rıza gösteriyor; her şeyin bitti sanıldığı, ümitlerin tükendiği bir sırada Mustafa Kemal isimli genç bir general çıkarak memleketi en doğusundan başlattığı bir operasyonla düşmandan kurtarıyor. Osmanlı mareşalinin, Almanlardan kiralanan komutanların yapamadığını Ankara hükümetinin rütbeleri sökülmüş komutanı gerçekleştiriyor. Bu askeri zaferde onun arkasında arkadaşları ve milletin haysiyetli ve vatanperver bölümü vardır. Başarı Lozan’da hukukileştiriliyor. Türkiye Cumhuriyeti kuruluyor. Devrimler gerçekleştiriliyor. Her biri bir zamanda bir ülkede yapılsa olay olacak reformlar Atatürk’ün dehası sayesinde Türkiye’de hepsi aynı zamanda ve gerçeği söylemek gerekirse arkadaşlarına ve kendi halkına rağmen yapılıyor. Hangi akıl, mantık bunu tahmine yeter? Bu işin, Nick’in patronunun Türkiye ile ilgili yargısına hak verdiren olumlu yanı, mucize tarafı. Türkiye 1952’de NATO’ya girdi. İttifakın amacı İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın hür ve demokratik ülkelerini yayılma eğilimindeki komünizme karşı korumak ve onları bir saldırıdan caydırmaktı. Türkiye’nin ittifaka alınmasının gerçek nedeni, askerinin dillere destan olan kahramanlığı olmuştur. Zaten tarihteki Türk devletlerinin, imparatorluklarının başarıları da hep ordusunun gücüne ve askerinin kahramanlıklarına dayanmamış mıdır? Bütün dünya bu güce saygı duyduğu kadar ondan korkmuştur da. Bu yüzden onu karşısında görmek yerine yanına almayı tercih etmişlerdir. NATO’da Soğuk Savaş döneminde savunma stratejilerinde, ittifakın güneydoğusunda Türkiye kale olarak daima ön planda yer almıştır. Türk ordusu da NATO sayesinde ihtiyacı olan silah ve teçhizata kavuşmuş, personeli en iyi şekilde eğitilmiştir. Türkiye’nin NATO üyeliği askeri açıdan beklenen karşılıklı yararı fazlası ile sağlamıştır. Ama dünyanın en ileri demokratik ülkeleri ile yarım asrı aşan bir süre birlikte yaşamanın bize bu alanda da fayda sağladığını söylemek mümkün değildir. 1950’li yıllarda ittifak içinde bizim gibi demokrasiden nasibini almamış Yunanistan, Portekiz, İspanya misali ülkeler de vardı. Bunlar çoktan derslerini alıp demokratikleştiler. Bırakın onları, Latin ve Orta Amerika ülkeleri, hatta ko münizmin çizmesi altında onlarca sene ezilmiş Doğu Avrupa ülkeleri dahi demokrasiye kavuşurken bizim siyasi liderlerimizin hâlâ darbeye yeni tanımlar getirerek dillerinden düşürmemelerini anlamak mümkün mü? Darbenin izahı olmaz Dışişlerindeki görevim sırasında yabancılarla temaslarımda anlatmakta en büyük sıkıntı çektiğim husus “Silahlı Kuvvetlerimizin ülkemizde demokrasiyi tesis etmek için darbe yaptıkları”nı anlatmaktı. Hür ve demokratik ülkeler topluluğu olan NATO’nun üyesi Türkiye her on seneye bir darbe sığdırmıştır. Eğer Soğuk Savaş dönemlerinde bu darbelere ittifak içinde göz yumuldu ise bu, bizim argümanlarımıza inandıklarından değil, ortak çıkarlar doğrultusunda bize duydukları ihtiyaçtan olmuştur. Bunu bugüne uygularsak, Batı’nın bizdeki darbe olasılıkları karşısındaki tutumunu bu kez ne olduklarını pek bilemediğimiz çıkarları için bizden ne şekilde yararlanmayı düşündükleri ile ölçmek doğru olur. Türk Anayasası ve mevzuatı çerçevesinde saptanan savunma stratejilerinde Silahlı Kuvvetlerimize ülkeyi iç tehlikelere karşı da koruma görevi verilmiştir. Son senelere kadar bu tehlikeler strateji ve politik rehber belgelerinde komünizm, irtica, Kürtçülük ve Ermeni meselesi olarak sıralanmıştı. Yassıada Mahkemesi’nde bu dört tehlikeye karşı mücadelede ihmalden dolayı açılmış dava yoktur. 27 Mayıs 1960 darbesini yapanların daha sıcağı geçmeden birbirlerine düşmeleri ve aralarından 14’ünün yurtdışına sürülmüş olması bu darbenin ortak bir hedefinin olmadığını göstermektedir. 12 Mart 1971’deki Genelkurmay duyurusu ile geri çekilen hükümetin yerine kurulan Nihat Erim kabinesinde kıl ve mantığa sığmayanlar Ülkemizin akıl ve mantığa sığmayan olayları saymakla bitmez. Avrupa Birliği’ne girmemiz için her türlü imkân ve ortam yaratılmış iken bundan yararlanmayı bilmeyen siyasetçilerimizin tren gardan ayrıldıktan sonra peşinden koşmasından tutun da Kıbrıs’ta birinci harekâtla bütün dünyayı arkamıza alarak sorunu çözdük zannederken ikinci bir harekâtla bir çuval inciri berbat edişimize kadar birçok önemli siyasi olayımızın arkasında bıraktığı akıl almaz bir olumsuzluk vardır. Nick Ladington’ın patronunun Türkiye’deki olayları değerlendirirken kullandığı metot ve ölçüyü yeniden hatırlamama neden olan husus elbette ki yolsuzlukları basın ve sosyal medyada kasetleri ile ayyuka çıkarılan, onun üstesinden gelmek için çırpınırken her türlü hukuk dışı eyleme başvurduğu iddia edilen bir başbakanın ve onun partisinin yerel seçimlerden en önde çıkmış olmasıdır. Türk medya ve basınında genelde seçim sonuçları Tayyip Erdoğan’ın zaferi olarak görülmekte; böylece zedelenen prestijinin kurtulduğu ve artık Cumhurbaşkanlığı için önünün açıldığı iddia edilmekte; muhalefet, Fethullah’ın salladığı Erdoğan’ı bir dokunup yıkamayacak kadar beceriksiz ve aciz kalmakla suçlanmaktadır. Muhalefet ise hükümete karşı yolsuzluk ve usulsüzlük iddialarına sandıktaki seçim hilelerini de katarak devam etmektedir. İçinde yaşadığımız dönemin şartları dikkate alındığında aslında durumun bu şekilde olmasına şaşmamak gerekir. Ama ben yine de buranın Türkiye olduğunu düşünüp yazımı yine de Nick’in patronunun yolunu izleyerek aklın ve mantığın dışında kalan ve gerçekleşmesi uzak gö A arklı tutumlar ortaya çıkar AKP’nin tek dostu olarak seçmeni kalmıştır. Dünyada, Doğu’da veya Batı’da, onu destekleyen bir ülkeye artık rastlanmamaktadır. El Kaide ve Müslüman Kardeşler gibi terörist olarak kabul edilen kuruluşların yanında olduğu intibaını veren davranışlar ise itibar kırıcı olmaktadır. Bu seçim sonuçlarındaki ihlallerin tartışılmasının da uzun süreceği anlaşılmaktadır. Yolsuzluk davaları ile büyük yara alan adalet bir de seçim kurullarındaki usulsüzlüklerin yaratacağı darbelere dayanabilecek midir? Seçim sonuçları muhalif partileri ve bilhassa Gezi kahramanlarını daha da kamçılayacaktır. Yerel seçimlerde mümkün olduğu ölçüde sakin kalan ve Erdoğan’ın karşısına çıkmayan AKP’nin diğer ağır toplarının Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde beklenti ve çıkarlarının ve buna paralel olarak da tutumlarının Erdoğan’ınkilerden çok farklı olabileceğini düşünüyorum. Bu olumsuzluklardan ekonominin etkilenmemesi mümkün mü? Yerel seçimlerin, Erdoğan’ın pek de iyi olmadığı söylenen fiziki ve moral sağlığını etkilemiş olması normaldir. Bir yanda gittikçe yalnızlaştığı bir dünyada hükümet işleri, bir yanda nefes kesen var oluş mücadelesi, Başbakan Erdoğan’ın bu savaşı başarıya ulaştırmasını güçleştirecekmiş gibi görünmektedir. Başbakan’ın gelecek ile ilgili plan ve projelerinde sandıktan çıkan oylar kadar olumsuzluk gösteren bu durumları da göz önünde tutmasının kendisine ve ülkemize yararlı olacağını düşünüyorum. F
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle