24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 3 MAYIS 2014 CUMARTESİ kultur@cumhuriyet.com.tr 14 KÜLTÜR ‘Kıyıda’ kalmışların Sedef Ecer, Fransız basınının övgüyle karşıladığı ‘Kıyıda’ oyunuyla gündemde BÜLENT HABORA’YA VEDA ‘Kalemini hiç bırakmadı’ Kültür Servisi 1 Mayıs’ta İzmir’de yaşamını yitiren gazeteci, yazar, yayıncı Bülent Habora sonsuzluğa uğurlandı. Habora, Şakirin Camii’nde kılınan öğle namazının ardından Hekimbaşı Mezarlığı’nda toprağa verildi. Cenaze töreninde konuşan Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı Mustafa Köz, “Vefalı bir dost olan Habora’nın yazdığı ve yayımladığı kitaplar yakın tarihimizi öğrenmek isteyen herkes için çok değerli bir kaynaktır” dedi. Habora’nın arkadaşı şair, yazar Sennur Sezer ise “Yaşamı boyunca toplumcu dünya görüşünden taviz vermedi. Yayımladığı kitaplarla, yazdıklarıyla hep paylaşımcı demokrat ve özgür toplumu savundu. Dileriz, ilerde değeri daha iyi bilinir” dedi. Habora’nın cenaze törenine aralarında HDP İstanbul Milletvekili Levent Tüzel, İhsan Çaralan, Fatih Polat, Cavit Naci Tarhan, Semih Poroy, Egemen Berköz, Yaşar Miraç, Afşar Timuçin, Eray Canberk, Canan Arın, Cengiz Arın, Kadir İncesu, Adnan Özyalçıner’in de olduğu çok sayıda dostu katıldı. öyküsü zinki. ‘Suç duyurusunda’ bulunan, bol müzikli. Sokakta ise aşırı sağ yükseliyor; tıpkı Brecht’in dönemindeki gibi. Brecht karşılaştırması için çok teşekkür ederim. Asla böyle büyük bir anıt yazarla yan yana koyamam kendimi, ama bu benzetmeyi Figaro’dan ve önemli bir tiyatro müdüründen de duydum. Zor dönemlerde, sokakta otoriter bir tutumun başladığı, popülist söylemlerin ortaya çıktığı zamanlarda tiyatroda bunu yazmak isteyen yazarlar oluyor. Sanatçıların görevi bu, yaşadıkları dünyanın u Ben Yeşilçam kültüründen gelen, melodramları seven bir insanım. Konum ne kadar ağır olursa olsun yönetimi ve yorumu ‘çılgın’ seviyorum; delilik, neşe istiyorum. Gezi’de gördük, insanlar bir yandan acı çekiyordu, bir yandan gülüyordu. yönetmenlik, yorum, müzik derken duygu geçiyor seyirciye. Ama tabii diyorlar ki, “Oynadığın TV sunucusu çok matrak, ne kadar güzel bir hayal gücü!” Hayal gücüm falan yok, bizim televizyonlarda o kadınlardan o kadar çok var ki! Benimki kılığı kıyafeti ile sade bile kaldı. Bizimkiler oynadığım karakterden çok daha çatlak! Kitapla yetinmeyip, İstanbul ve Paris ‘kıyılarını’ turizm ofisinde film çekerim. Türkiye’de gecekondu mahallesi yok mu? Çatışmalar yok mu gruplar arasında? Gezi Direnişi’nde de bir hayli duyarlıydınız… Kim değildi ki? On gün falan hiçbir şey yapamayıp sadece Türkiye’de olan bitene odaklandığımı görünce dayanamadım gittim. İnanılmaz bir manzarayla karşılaştım! İnsanlarla konuştum, notlar aldım; yazacaklarımın nereye gideceğini bilmeden. Fransızların prestijli radyosu France Culture’den bir prodüktör aradı, bize bir şey yazar ‘Muhalif duruşunu bozmadı’ ERAY CANBERK “Bülent Habora, 1960 Kuşağı denen bizim kuşağın şairlerinden birçoğunun ilk kitaplarını yayımlamıştı. Yazı hayatına çok genç yaşta başlamıştı. Hikâyeci olarak tanımıştık. Kitap ve okuma tutkusu ise önce kitapçılığa, sonra da yayıncılığa yöneltti Habora’yı. Yayıncılık dünyamıza neredeyse 30 yıl katkısı oldu. Ölene kadar da kalemi elinden bırakmadı. Muhalif duruşunu da hiç bozmadı. Mizah yanı ağır basan yazıları bunun tanığıdır. Yayımladığı kitaplar hep toplumsalcı görüş çizgisindedir. 50 yılı geçen arkadaşlığımız, dostluğumuz konusunda pek çok şey söyleyebilirim. Kendine özgü nezaketiyle, dudaklarından çok parmaklarına yakışan sigarasıyla, ahbap edinmekteki candanlığıyla da tanıdığımız Habora hep anılacak ve anılarımızda yaşayacak…” ASLI ULUSOYPANNUTİ PARİS “Sayın seyirciler! Mucize Tencereleri’nin sponsorluğuyla!” Kırmızıya çalan kızıl peruğu, vücudunu saran siyah elbisesi ve elinde mikrofonuyla sahneye her fırlayışında, Fransızca metnin içine serpiştirdiği Türkçe kelimelerle yaptığı her anonsta, Zülfü Livaneli’nin şarkısını Frankofon ekibin ağzından her duyuşumuzda kâh gülüyor, kâh ağlıyoruz. İstanbul’un gecekondu mahallelerinde geçen, oradan Paris’in banliyölerine uzanan bir göç ve “mucize bekleyişi” hikâyesi seyrettiğimiz. Sedef Ecer, kalemini ustalıkla oynattığı “Kıyıda” başlıklı oyununda sanatçı olmanın aslında “angaje olmak”tan geçtiğini, Figaro gazetesinde çıkan yazıda da vurgulandığı gibi “Brechtvari” bir üslupla kanıtlıyor. Ecer’le Paris’teki evinde konuştuk. “Bugüne kadar oynanan oyunlarımdan çok farklı oldu bu” diyorsunuz? Neydi farkı? Bir oyunun ortaya çıkmasında yaratıcı ve yorumcu kadro vardır. Yaratıcı kadrodansanız metninizin fena çıkmamış olması, iyi bir yönetmen ile iyi bir prodüktörün, iyi yorumcuların bir araya gelmesi, ortaya tam da sizi yansıtan işin çıkması çok nadirdir. Bu oyun öyle oldu. Bir kere, daha oynanmadan ödüller aldı ve tiyatro dünyasında farkına varıldı. Fransa’daki ortaokul ve liselerde okumaları, metin tahlilleri yapıldı; iki sene üst üste “liselilerin en çok sevdiği metin” ile “Guerande Ulusal Drama Metni” ödüllerini aldı. Ben de birçok okulda atölye yaptım ve bir gün Thomas Bellorini geldi, çok beğendi. Bellorini’nin diğer yönetmenlerden farkı var mıydı sizin için? Genellikle toplumsal konular işlediğimden yönetmenler, “Bu kadın entel bir yazar, oyunlarını entel entel yönetelim” diye düşünüyorlar. Halbuki Bellorini beni anladı. Ben Yeşilçam kültüründen gelen, melodramları seven bir insanım. Konum ne kadar ağır olursa olsun yönetimi ve yorumu “çılgın” seviyorum; delilik, neşe istiyorum. Bizim hayatımız da bu değil mi zaten? Gezi’de gördük, insanlar bir yandan acı çekiyordu, bir yandan gülüyordu. Kesinlikle “ağlak”, perişanlığı, zavallılığı öne çıkaran bir şey istemiyordum. Çünkü yoksul ama gururlu, neşeli insanlar karakterlerim. Bellorini ise müzikal anlam Zor dönemlerde, sokakta otoriter bir tutumun başladığı, popülist söylemlerin ortaya çıktığı zamanlarda tiyatroda bunu yazmak isteyen yazarlar oluyor. Sanatçıların görevi bu; yaşadıkları dünyanın hikâyesini anlatıyorlar. da Broadway seviyesinde bir yönetmen. Aklındaki oyuncuları tanıştırdı, hepsi de muhteşemdi! Fransa’nın en iyi prodüktörlerinden Olivier Meyer oyunu beğendi ve sahneledik. Şimdi sıra turnede. Konu ilginç, ‘kıyıdakiler’, gecekondu mahalleleri, Fransa’daki deyişle ‘banliyöler’. Bu kadar uzakken Türkiye’deki gerçekliğe nasıl böylesine yakın kaldınız? Ben Türkiye’den hiç kopmadım, senede 67 kere gidiyorum. Internet var, Başbakanımız kesmezse devam edecek. Her sabah belki 30 köşe yazarı okuyorum; sosyal medyayı takip ediyorum. Sosyal konularda yazdığım için her oyundan önce uzun bir araştırma yapıyorum. Fransa’da eğer tanınmış bir yazarsanız size mesela altı ay araştırma bursu veriyorlar; siz de oturup çalışıyorsunuz. Oynadığınız karakter Türk televizyonlarının kadın programları sunucularına, “Cinler Periler Tepesi” İstanbul’un Nurtepe gibi mahallelerine denk düşüyor; Türk seyirci bunu hemen seziyor ama bu gerçek, tamamen yabancı Fransız seyirciye nasıl geçiyor? Kafalarında canlandırabiliyorlar mı? Tiyatronun, sinemanın böyle bir efsunu var. Şimdi bize biri gelse, Brezilya “favela”larından, Hindistan “slum”larından bir hikâye anlatsa dokunmaz mı? Bir de oyunun çok çalışılmış bir kurgusu var; her sahneyi sinema montajı masası gibi kurguladım ben. Üstüne konan gezdiniz de sanırım.. Evet, Paris bölgesinin yaratıcı yazarlara verdiği 8 aylık bursu kazandım, git çalış dediler. Paris’in çok sert bir banliyösüne gittim, la Cournevue! Orada “Cite des 4000” isimli, uyuşturucu satışının, vs. çok yaygın olduğu bir site var. 8 ay boyunca apartman aralarına girip çıktım, okullara gittim. İstanbul’da da gecekondu mahallelerinde gezmeyi çok severdim ama bu kez arkadaşlarım beni pek girilmeyen yerlere soktular. 93’te Ümraniye’deki çöp patlamasından çok etkilenmiştim. O zamanlar gecekonduların bir planı vardı, bir çöp dağı, yanında suyu akan bir fabrika, atölye; karşısında gecekondular, barakalar. Bunların hepsi kafamda birleşti. Oyunda, mekânın Türkiye olduğu, bir cümle dışında anlaşılmıyor bile. O cümleyi kaldırsanız hikâye Brezilya’da da, Tunus’ta, Güney Afrika’da da geçebilir. Azınlıkların birbirini kabul edemediğini söyleyen o cümle. Sizce neden o karışım İstanbul’un gecekondu mahallesinde de, Paris’teki banliyöde de olamıyor? Sosyolog ya da tarihçi değilim, ama şunu gözlemliyorum ki insanlar aç kaldıklarında, mutlu olmadıklarında vuracak bir şey arıyorlar kendilerine. Bu da “öteki” oluyor. Buranın banliyölerinde de Malili Tunusluyu istemiyor, Tunuslu Suriyeliyi , Suriyeli Senegalliyi... ‘Brechtvari’ bir oyun si Sosyolog ya da tarihçi değilim, ama şunu gözlemliyorum ki insanlar aç kaldıklarında, mutlu olmadıklarında vuracak bir şey arıyorlar kendilerine. Bu da ‘öteki’ oluyor. Buranın banliyölerinde de Malili Tunusluyu istemiyor, Tunuslu Suriyeliyi, Suriyeli Senegalliyi... hikâyesini anlatıyorlar. Evet, sokakta Fransız aşırı sağının çıkışını, Türkiye’deki otoriter eğilimi gördüğümde öfkeleniyorum! Ama benim öfkem sizinkinden farklı mı? Ben sadece tiyatro yazıyorum, ondan angaje gibi görünüyor yaptığım işler. Yoksa politik bir piyes yazayım diye oturmuyorum işe, asla! Ama yazdığım her satırda bir politika oluyor ister istemez. Bu bana rağmen olan bir şey. Oyununuza Fransız siyasetçiler de geldi mi? Sanırım geldiler. Karakterlerim, “Paris’te gecekondu yoktur” hayali kuruyorlar ama bir bakıyorlar ki orada da barakalar var! O kısmı çok dokunmuş olacak ki, hassas banliyölerdeki biriki tiyatro müdürünün, “Ben bu kadar sert bir oyunu gösteremem” diyerek, oyunu almadığını biliyorum. Çünkü olay Türkiye’de geçtiği zaman çok güzel de, Paris’i gördükleri zaman, memnun kalmamışlar. Şimdi ben bu oyunu Türkiye’de gösterdiğimde de bir sürü insan bana, “Ne kadar oryantalistsin, Türkiye’yi böyle gösteriyorsun” diyecek. Ama ben Türkiye’nin turizm ofisi değilim! Hilton Oteli’nden günbatımını anlatacak olsam tiyatrocu olmam, mısın diye. 50 kişinin sözlerini dramaturjik olarak sıraya dizip 7’şer dakikadan 10 bölümlük bir radyo tiyatrosu hazırladım. Hakaret olmamasına, çok duyguya kapılmamaya dikkat ettim. Dinlenme oranları patlamış… Oyuna dönersek. Müzikler zaman içinde mi çıktı? Yazarken müzikal düşünmemiştim ama Thomas işin içine girdiği zaman kafasında çok net müziklerle geldi. Oyundaki Macar sanatçı Zsuzsanna Varkonyi’nin yazdığı, kendi müzikleri var akordeonla. Bir de arkadaki çok büyük bir yetenek Celine Ottria, keman ve gitarla. Ek müziklerse Edith Piaf’tan “La vie en rose” ile Zülfü Livaneli’den “Yiğidim Aslanım”. Zaman zaman yabancı sözcükler de uçuşuyor havada… Oyunu yazarken bir kelime bile Türkçe yazmadım ama sahneye konulurken bir şeyler ekledim. Macar oyuncu Macarca, İran asıllı oyuncumuz Farsça, bense Türkçe biriki şey söylüyoruz. Tiyatroda farklı dilleri duymak çok güzel; anlamasanız bile dillerin bir müziği var. asli@siradisiparisrehberi. com FİLM 8 MAYIS’A DEK GÖSTERİLECEK ‘Aziz Ayşe’ Levent Kültür Merkezi’nde Kültür Servisi Elif Uluç’un yönetmenliğini yaptığı “Aziz Ayşe” filmi Yeni Sinema Hareketi kapsamında izleyiciyle dün buluştu. Film, 8 Mayıs’a dek saat 14.00 ve 16.30 seanslarında Levent Kültür Merkezi’nde gösterimde olacak. Geçen yıl Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali ve Uluslararası Ankara Film Festivali’nin ana yarışma bölümünde yarışan film, sorgulayıcı bir kamera eşliğinde kentin en fakir ve en seçkin semtleri arasında, Tarlabaşı’nda ya da Avcılar otobanında çalışan kızlardan, Boğaz’a, Bebek’e ve Maslak’taki medya kulelerine yolculuk ediyor. Çöplerden kazandığını aç kalmak pahasına camiye, Mehmetçik Vakfı’na ve hayır kurumlarına bağışlayan Ayşe lakaplı gerçek bir kâğıt toplayıcısının yaşamından esinlenen filmde, kendini canlandıran kâğıt toplayıcısı Ayşe’nin yanı sıra Feride Çetin ve Engin Altan Düzyatan rol alıyor. ‘YEKTA KOPAN İLE CUMARTESİ’ Yayınevlerinden kültür sanat programına destek Kültür Servisi Kanal Artı Bir’de yayımlanan “Yekta Kopan ile Cumartesi” adlı kültür sanat programı, kitap yayıncılığı ile televizyon yayıncılığını buluşturdu. Can Yayınları, Yapı Kredi Yayınları, Altın Kitaplar, Sel Yayınları, April, Domingo ve Siren Yayınları biraraya gelerek programın sponsorluğunu üstlenme kararı aldıklarını açıkladı. Her hafta bir yayınevinin ana sponsor, diğerlerinin yan sponsor olacağı program, televizyon yayıncılığı tarihinde bir örnek olacak. Programı hazırlayan ve sunan Yekta Kopan, “Bildiğimiz yolda, güvenle yürümemizi devam ettirecek bir yapı oluştu. Bunun hakkını verebilmek için daha çok çalışacağız” açıklamasında bulundu. ‘En Çok kazanan Yazarlar’ listEsi Elif Şafak ilk sırada Kültür Servisi Forbes Türkiye dergisi “En Çok Kazanan Yazarlar” listesini açıkladı. Listeye göre 2013’te Türkiye’nin en çok kazanan 20 yazarı, önceki yıl 11 milyon TL olan toplam telif gelirini yüzde 34 artırarak 14.8 milyon TL’ye çıkardı. İlk defa bu yıl 8 isim birden 1 milyon TL’lik telif geliri sınırını aşmayı başardı. Önceki yıl bu rakam sadece ikiydi. Bir milyonluk sınırı aşan sekiz yazar, Elif Şafak, Ahmet Ümit, Sinan Yağmur, Zülfü Livaneli, Ahmet Altan, İskender Pala, Yılmaz Özdil ve Ayşe Kulin. Elif Şafak 1.75 milyon TL telif geliriyle sıralamanın ilk sırasında bulunurken ikinci sırada 1.34 milyon TL ile Ahmet Ümit var. Rakamlara göre 2013 yılında en çok satan roman 280 bin adetle Zülfü Livaneli’nin “Kardeşimin Hikâyesi” olurken, en çok baskı yapan kitap ise Yılmaz Özdil’in 350 bin basılan “Beraber Yürüdük Biz Bu Yıllarda” kitabı oldu. Sinan Yağmur ise 660 bin toplam satış ile yıl içinde en çok satan yazar oldu.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle