27 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 28 NİSAN 2014 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER İnönü’ye Ne Oldu? S abri Hakkı Kemal Şeref Şükrü. Beşiktaş tarihinin en müthiş hücum hattı. Belki futbol tarihimizin de… Şükrü’nün soldan ve sağdan kornerden, iki ayağı ile doğrudan attığı goller olağan sayılırdı. Bir daha böyle bir futbolcu gelmedi. Sol iç Şeref, daima düzgün taranmış saçları ve sanat eseri gibi seyrine doyum olmayan voleleri ile bugünkü seyirciye tarifi zor bir oyuncuydu. Kemal, son derece kıvrak, delici ve amansız golcü. Fenerbahçe Stadı’nda futbolumuzun en büyük (uçan) kalecisi Cihat’a, tramvay yolu tarafındaki kaleye attığı gol (ve Beşiktaş’ın 10 kazandığı maç) çocukluğumuz canlı karelerinde duruyor. Özel yaşamında talihsizlikleri olmasa, belki Kemal’in Türk futbolunun en büyük santrforu olduğu yazılacaktı. Ve mitoloji kahramanı gibi birisi: Baba Hakkı. Sağ açıkta Sabri. Siyah şortları, göğsü armalı beyaz formalarıyla uzun paslar yaparlar, rakip kalelere dalgalar halinde gelirlerdi. Bu hücum hattını şeref stadında ve Fenerbahçe’de seyretmiş olmak bir şanstır. Ama onlar şanssızdılar. Bitmeyen dünya savaşı yılları, değerlerini dış sahalarda sergileyebilmekten onları alıkoydu. Ve çileliydiler: Sahalar beton gibi topraktı. Yağmurla, karla çamura dönerdi. İdman ve maç, kayıtsız şartsız orada yapılırdı. Bugünün çim sahaları hayal (ötesiydi). Beşiktaş’ın Şeref Stadı, 1930’lu yıllarda, kulübün taraftarı ve hamisi, günün CHP Genel Sekreteri Recep Peker’in çabası ve Başbakan İsmet İnönü’nün imzasıyla sağlanmış bir büyük armağandı. O statta, Ortaköy tarafındaki kale arkası tribünlerin üzerindeki duvarda Atatürk ve İnönü’nün büyük profilleri vardı. (1950’den, Demokrat Parti iktidara geçtikten bir süre sonra Şeref Stadı’ndaki İnönü profilini kaldırdılar.) 1948’de, Cumhuriyet’in zarif mimarlık yapılarından biri olan İnönü Stadı tamamlandı. Ondan sonra hemen tüm resmi, özel maçlar orada oynandı. O yıllarda on bin kişiden daha az olmayan meraklısıyla atletizm yarışmaları da İnönü’de yapılırdı. İnönü’de ilk futbol maçını (İsveç’in AİK takımı ile) oynama onuru Beşiktaş’a verilmiştir. İlk golü yeni sağ açık Süleyman (Seba) atmıştı. O maçı da seyrettim. Seyirci stadı kenar çizgilerine kadar doldurmuştu. Süleyman Recep Şevket Fahrettin Coşkun, İnönü’de 1950’li yılların rakiplerde korku yaratan, durdurulması zor hücum hattıydı. Hattın gerisinde büyük yıldız santrhaf Ali İhsan vardı. İnönü Stadı cu Çarşı’ya ve kulak kabarttıkları takdirde Beşiktaş’ın çalışkan yöneticilerine galiba şunu hatırlatmak gerekiyor: İnönü adı, sadece Cumhuriyet’i kuran iki kişiden birinin adı değildir. Mustafa Kemal’in ünlü deyişiyle, İnönü “milletin makus talihinin yenildiği” yerin adıdır. Ve Anıtkabir’den önceki son duraktır. Bunu bilmek ve anımsatmak bir yurttaşlık hakkı ve görevi oluyor. Prof. Dr. BİLSAY KURUÇ Eski İnönü Yeni İnönü martesi ve pazar günleri (günde iki maçla) sayısı giderek artan futbol seyircisinin (hastasının?) mekânı oldu. Zaman geçti. Türkiye’de kapitalizm 1980’lerden itibaren hızlanarak gelişti. Her yeri ve her şeyi istemeye başladı. Beşiktaş’ın Şeref Stadı da bu güçlü arzunun ilk hedeflerinden biri oldu ve Çırağan Oteli geldi, stadın üzerine oturdu. O günlerin kulüp yönetimi, kabına sığmamaya başlayan kapitalizmin bu arzusunu durdurmaya çalıştı mı, bilmiyorum. Ancak, engel değildi. Beşiktaş’ın yine bir büyük hücum üçlüsü Metin Ali Feyyaz kulübün stattan yoksun kaldığı o yıllarda yetişti. Büyük kulüp Beşiktaş’ın bu yoksunluğunu, o üçlü üst üste kazandırdığı şampiyonluklarla adeta telafi etti. Ancak, bu başarılar asıl sorunu (stadsızlığı) çözmeye çare olamazdı. Beşiktaş’ın sadık bir taraftarı TBMM Başkanı olunca çözüm geldi: TBMM gözetimindeki Milli Saraylar alanına dahil olan İnönü Stadı kulübe armağan edildi. Bu, Cumhuriyet’in, 1930’ların Şeref Stadı’ndan sonra Beşiktaş’a ikinci ve daha büyük armağanıydı. O zamandan, yani, 1990’lardan sonra değişik bir gelişmeye tanık oluyoruz. Türkiye’de kapitalizmin önü alınmaz ve hızlanarak yayılan inşaat devri başlıyor. Buna, çevreye, tarihi esere, insani değerlere saygı ihtiyacının kalmadığı devir de denilebilir. 2000’li yıllardaki Beşiktaş yönetimi İnönü’nün seyirci kapasitesini yeterli görmedi. Önce, vaktiyle Türkiye atletizminin gelişmesinde tarihi değere sahip olan pist kaldırılarak tribünlere katıldı. Stadın adı olan İnönü’ye inşaat şirketlerinin markaları eklendi. Ancak yetmedi. Her (büyük) kulübün kendine “büyük futbol alanı” yaptırma dönemi başlamıştı. Önce Fenerbahçe Stadı büyümüştü. Sonra Galatasaray, yine Cumhuriyet’in kendisine armağanı olan stadı terk etmeye mecbur oldu. Kurucusu Ali Sami Yen’in adını unutarak bir “büyük alan” sahibi oldu. Buna “arena” dediler. Günün moda ismi bu idi. Sonra sıra Beşiktaş’a geldi. İnönü’nün büyüklüğü yönetimlere küçük geliyordu. Çünkü, futbol gitgide daha büyük montanlı para akımlarıyla oynanabilen bir “iş” olmuştu. Gerçek bu idi. Kulüp bütçesini büyütmek zorunluluktu. İnönü’yü yıkıp yerine bir “büyük futbol alanı” yapma kararı aldılar. Geçen yıl yıktılar. Yeni “alanı” yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Kulübün değerli başkanı, Beşiktaş’ın 111. kuruluş yıldönümünde bir açıklama yaptı. Kamuoyuna yeni futbol alanını “Vodafone Arena” olarak takdim etti. Burada birçoğumuzun irkilerek merak ettiği şu olmuştur: Oranın tarih kütüğündeki asıl adına, İnönü adına ne oldu? Bu aydınlanmalı ve gereği yapılmalıdır. Yönetimler ve müteahhitler bazı özel hukuk formülleriyle İnönü’yü yok etmenin mümkün olduğunu düşünmüş olabilirler. (Hatırlayalım: Oradan İnönü adını silmenin ilk “şerefi” 1950’den sonra Demokrat Parti iktidarınındır. Ancak, sonraları İnönü yeniden yerine dönmüştür). Şunu bilmeliyiz: Milli Saraylar’a ait bir yer ve eser olan İnönü Stadı, Beşiktaş’a İnönü adını, yani, Cumhuriyet’in bu önemli değerini koruyacağından emin olunarak verilmiştir. Koruma görevi Milli Saraylar’dan milli bir kulüp olan Beşiktaş’a geçmiştir. İşin özü budur. Kulüp yönetimleri gelir, gider. Bugünkü yönetimin kulübün geçmişinden gelen tarihi çizgiyi nasıl değerlendirdiğini bilmiyorum. Bunu (yeni kapitalizm çağında) görmezden de gelmiş olabilirler. Değer ölçüleri farklılaşmış olabilir. Mümkündür. Meraka değer olan şudur: Toplumsal ve Cumhuriyetçi değerlere duyarlılığı ile tanıdığımız Çarşı Grubu bu keyfi tasarrufa nasıl gözünü kapatmıştır? Yadırgamayacakları bir ifade ile söyleyelim: Kapitalizmin her şeyi yutan inşaatçılığının Cumhuriyet’i de bu kadar kolay yutma hamlesi karşısında kulüp yönetimine doğruyu göstermeyi düşünmemişler midir? Çarşı’ya ve kulak kabarttıkları takdirde Beşiktaş’ın çalışkan yöneticilerine galiba şunu hatırlatmak gerekiyor: İnönü adı, sadece Cumhuriyet’i kuran iki kişiden birinin adı değildir. Mustafa Kemal’in ünlü deyişiyle, İnönü “milletin makus talihinin yenildiği” yerin adıdır. Ve Anıtkabir’den önceki son duraktır. Bunu bilmek ve anımsatmak bir yurttaşlık hakkı ve görevi oluyor. Seçmen’ Değil Yurttaş, ‘Millet’ Değil Halk HALUK YURTSEVER 2 013’ün Haziran günleri, sandık çoğunluğunun diktatörlüğün incir yaprağı olamayacağını, halkın dinç güçlerinin bu dayatmayı reddettiğini açık, kesin ve eylemli biçimde göstermişti. Katılımın yüzde 90’ı bulduğu 30 Mart seçimleri ise iniş ve çözülüşte olan, 17 Aralık sonrası içeride/dışarıda meşruluğu/geleceği sorgulanan iktidara hayat öpücüğü bahşetti. Yüksek katılım, siyasal temsil damarları kurutulmuş, solu budanmış topal Türkiye siyasetinde tüm halkın katıldığı biricik eylemi olan seçimin yurttaş çoğunluğu için önemini koruduğunu gösterdi. Özellikle bu nedenle, bu yazı “seçim her şey değil”i akılda tutarak seçimsiyaset ilişkisine odaklanacak. Sağın siyasal çoğunluk zemini AKP, her zaman emperyalizmle, kapitalizmle barışık, her zaman dini siyaset aracı yapan Türkiye geleneksel sağının, dini, dinselliği sömürmede, küresel kapitalizmin neoliberal programını uygulamada sınır tanımayan “yeni” temsilcisidir. Güç kaynağı emperyalizm ve neoliberal gericiliktir. Bu çizginin, 60 yıldır, sayılı bir iki uğrak dışında her seçimde sandıktan çıkmasının “sırrı” ise temel taşını “millet” ve “milli irade” kavramlarının oluşturduğu bir siyaset ve iktidar kurgusuna dayanıyor. Erdoğan ve AKP için “millet”, Türk ve Sünni Müslüman çoğunluktur. Bu üç sözcükle, Aleviler Sünni olmadığı için, Kürtler Türk olmadığı için, seküler kentli Türkler ve Kürtler yeterince Müslüman bulunmadıkları için, bir kalemde “millefin dışına” itilmiş oluyorlar. Bu çoğunluğun oylarıyla “tecelli” eden “milli irade”, seçilenlere denetlenemez, paylaşılamaz mutlak bir iktidar hakkı vermektedir! Dine, mezhebe, etnisiteye dayanan bu “millet” anlayışının, 1789 sonrasının toprak ve yurttaş temelli ulus ve ulusdevlet ilkelerinin yüzlerce yıl gerisinde olduğu açıktır. Ama kabul edelim, bu geri ve gerici kurgu kusursuzca işliyor. Toplum Aklı Birey Vicdanı Çankaya Köşkü ve Konukları İ COŞKUN ONGUN nsanlık adına eğer birilerinin düştüğü duruma üzüleceksek, toplumsal ahlak kurallarına aykırı davranan kimselerin tutum ve davranışlarından çok, tüm dış etkenlere rağmen, etik ilkelere göre davranmaya dikkat eden, insanlığın bin yıllardan damıtarak günümüze kadar getirdikleri ahlaki kurallar doğrultusunda davranan kişilere üzülmeliyiz. Çünkü toplumsal kurallara aykırı hareket edenler, ahlak kuralları dışına çıkanlar, yasaların ruhunu ihlal edenlere karşı toplumun benimsediği hukuk/ceza sistemi onları toplumun içinden ayıklayarak bu tür davranış sergileyenlere gerekli yaptırımları uygular, uygulamalıdır. Bu düşünce ya da olgu, bizzat o toplumu ayakta tutan temel etmenlerin başında gelir. Eğer bu duruma uyulmazsa o toplumsal yapı kendi kendini yok etme sürecine doğru hızla yönelir. Ancak her şeye karşın ahlak kurallarına uygun davranmaya çalışan insanların düşebilecekleri trajedileri geçiştirebilecek onların çektikleri acılarını iyileştirecek yol ve yöntemler bu denli kolay olmayabilir. Adaletli yaşama hayali insanların bir arada yaşamasını daima motive eder. İnsanlar mevcut dünya ahvalinde özellikle ekonomik alanda eşit olmadıklarını bilirler ve de bunu daha işe gitmek için sabah evlerinden çıkar çıkmaz yoğun biçimde hissederler. Ancak suç olgusunun salt adaletin tesisi doğrultusunda cezalandırıldığını gören çağdaş topluma mensup bireyler, diğer eşitsizlikleri bir süreliğine de olsa görmezden gelir, en azından sineye çekerler. İnsanın bu kapsamda içselleştiremeyeceği tek şey, toplumsal hukukun işleyişinde karşılaşılan aşılması umutsuz engellerdir. Toplumun geneline karşı işlenen bir eylem, eğer ceza kanunlarında suç olarak düzenlenmişse, o suçun mağduru toplum nezdinde bütün bireylerdir. Bir devlet dairesinde haksızlıkla karşılaştığını düşünen birey bu haksız davranışa yol açan sistemi bir şekilde sorgulama yoluna girişebilir. Örneğin kamusal alanda haksız kazancın gelenek olduğu bir toplumda o çarka girmek istemeyen bir kamu görevlisi, aklıyla vicdanı arasında gelgitler yaşamaktan kendisini alıkoyamaz. Edindiği yaşam deneyimleriyle, yetiştiği aile ortamı ve çevresiyle örtüşen kişiliği, ona bu tür bir ilişkiyi yasaklamışsa ve o da bu kural doğrultusunda hareket ediyorsa yani vicdanının sesini dinliyorsa, kuralsızlıklar düzeninde bir kuralcı olarak ne düşünür, neler yaşar? Gerçekten de toplumsal yapı içerisinde dürüstlük başlı başına kişisel bir trajediye dönüşebilir. İşte sağlıklı toplumun “mesele” yapacağı, üzüleceği kişi de doğrudan bu insan profilidir. “Vicdanımız yanılmaz bir yargıçtır” demiş Balzac, biz onu öldürmedikçe… Kimi zaman toplumun değer yargılarına kurban edilir vicdan, gelen geçenlerin ayaklarının altına paspas edilir. Oysa ayaklar altına alınmaya çalışıldıkça yok olmaz daha da değerli hale gelir, antika bir kilim gibidir o ezildikçe artar önemi. Meslekten mesleğe farklı görünümleri vardır. Bir yargıcın sürekli yanında taşıması gereken şey çantası ya da kaleminden de önce vicdanı olmalıdır. Erdal Atabek, “Akılsız vicdan çaresiz, vicdansız akıl zalim olur” demişti. Vicdanlı yargıçlar olduğu sürece toplumdaki adalet hayali canlılığını koruyacaktır. Ne çaresizliğe ne de zalimliğe yer vermek adına bu iki kavramı bir potada eritmekten başka çıkar yol bulunmuyor insanlık için. Ve daha da önemlisi, görünen o ki, yeryüzünde iç huzuru yakalamış erinçli insan modeli, ne tür durumlarda aklını kullanıp nerede vicdanını kullanması gerektiğini bilen ve akıl çorbasına vicdan baharatından bolca serpen insan örneği olmalı. H Prof. Dr. MUSTAFA ÖZYURT 22. Dönem Milletvekili güven duygusuyla tüm ülkeye yansıyan Çankaya Köşkü, halkımızın yüce Atatürk ile başlayan süreçte, her zaman sevgiyle yaklaştığı ve saygı gösterdiği Cumhuriyet ile özdeşleşmiş anıtsal bir simge durumundadır. 15 Mayıs 1950 sabah kahvaltısında, eşine ve çocuklarına “Yarından sonra Çankaya’dan Ankara’ya otobüsle gitmeye hazır mısınız” diye soran II. Cumhurbaşkanı rahmetli İsmet İnönü’den sonra Köşk’te oturan konukların ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı aday olması, bu anıtsal yapının geçmişindeki temiz tarihine ne kadar uyum sağlayacak, tartışma konusu bu. Halkımızın sevgi ve saygıyla selamladığı Çankaya Köşkü’ne Recep Tayip Erdoğan kazara yerleşirse, önünden geçen vatandaşın aynı saygıyı yüreğinde duyacağı düşünülebilir mi? Çankaya Köşkü’nün konukları arasında adı yolsuzluk ve milyarlık ihale telefon konuşmalarına karışan, gazetecileri işinden attıran, oğlunun başında bulunduğu vakfa kaynağı belli olmayan 99 milyon 999 bin 990 dolarlar gelen ve rüşvetçilerin seyahat sunumunu sorgulanmadan oturmuş olan var mı? 17 Aralık’ta dört bakanın ayyuka çıkan alengirli işleri kamburu, üstü örtülemeyecek yolsuzluk zinciri ortada dururken anayasanın 104. maddesine sığınarak beli doğrultmak, dik durmak olası değildir. Birleştirici olmaktan çok, ayrıştırıcı ve kavgacı bir parti genel başkanının, canı çekince cumhurbaşkanı olmak istemesi kabul edilebilir gibi değildir. Sandıkta yüzde 45 oy almak, yolsuzluk dosyaların üstünü örtmez, Çankaya Köşkü’nün kutsal çatısı bunu kabul etmez. Böylesine büyük yolsuzluk ve yasa tanımaz işlemleri kapatmaya hiçbir seçim başarısı gerekçe gösterilemez. Bunların hesabı dünyada sorulur; Mahkemei Kübra’ya(*) kalmaz. *Mahkemei Kübra: Büyük mahkeme, İslam inancına göre kıyametten sonra bütün kötülüklerin yargılanacağı, iyiliklerin tartılacağı mahkeme. er devletin başındaki sembol kişiye çalışmalarını sürdürmesi ve oturması (ikametgâh) için korunaklı bir yapı ayrılmıştır. Özellikle bu yapının görkemli, ayrıcalıklı ve yerleşiminin farklı olmasına özen gösterilir. Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanları için özel olarak yaptırılan Çankaya Köşkü, bu amaçla Ankara’yı kuşbakışı gören başkentin en yüksek tepesine oturmuştur. Dönemin Viyana Büyükelçisi’nin şoförü aracılığıyla ilk kez 1927 yılında Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile tanışan Avusturyalı mimar Clemens Holzmeister, o tarihten sonra yeni devletin başkenti Ankara’da çok sayıda kamu binasına imza atmıştır. Merkez Bankası, Emlak Bankası, Harp Okulu, Yargıtay, Milli Savunma Bakanlığı ile bitişik Genelkurmay Başkanlığı, TBMM ve Çankaya Köşkü bunların başlıcalarıdır. İki kez genişletme ve yenileme yapılmasına karşın, Müze Köşk’ün giderek artan gereksinimleri karşılamakta yetersiz kalması üzerine, 1930 yılında yeni bir bina yapılmasına karar verilmiştir. Atatürk’ün isteği doğrultusunda, yeni köşkün yapımında Avusturyalı mimar seçilmiştir. Çankaya Köşkü 1.5 yıl gibi kısa sürede tamamlanarak 1932 Haziran ayında hizmete sunulmuştur. Geleneksel Türk ev stili ile Batı’nın yaşam rahatlığını yansıtan birleşimden oluşur. Bodrum katın üzerine iki kat olarak inşa edilen Köşk’ün giriş katı çalışma ofisi ve konukların kabul edildiği mekân, üst katı ise ikametgâh olarak düzenlenmiştir. O tarihten beri 11 cumhurbaşkanı bu anıtsal yapıyı hem çalışma ortamı hem de ev olarak kullanmıştır. 20032007 yılları arası 29 Ekim resepsiyonlarında Sayın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve eşleri Semra Hanımefendi’nin konuğu olarak bulunma onurunu paylaştığımız Çankaya Köşkü’nün gözümüzde ve gönlümüzde ayrı bir yeri vardır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin canlı tanığı olan, verdiği Seçmen mi, yurttaş mı; millet mi, sınıf mı? Durum böyleyse, başka türlü bir ayırma ve birleştirme çizgisinin olanakları üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Düşünmeye, geçici, edilgen, koşullandırılmaya, güdülmeye son derece açık bir kategori olan “seçmen” yerine “yurttaş”ı, “millet” yerine emekçi sınıf ve katmanları, bu anlamda “halk”ı koyarak başlamayı, ekmek ve özgürlük ekseni üzerinden yeni bir ayırma birleştirme çizgisi inşa etmeyi öneriyorum. AKP iktidarı, 11 yıldır adım adım, alıştıra alıştıra, yalnızca İslamcı, neoliberal bir rejim değil, tüm devlet yetki ve işlevlerinin tek adamda toplandığı, kendisinde toplum ve birey yaşamının “tüm” alanlarını “düzenleme” yetkisi gören totaliter bir parti devleti inşa etmek için çalışıyor. Birer polis operasyonu olarak yürütülen siyasal “dava”lar, anayasa ve yasalarda yazılı hak ve özgürlüklerini kullanmaya kalkan yurttaşlara uygulanan kuralsız ve sınırsız şiddet... Saymakla bitmez. Totaliter devlet pratikleri, karşıtını yaratmadan edemezdi ve yaratmıştır. Kibirli despota ve AKP devletine karşı kitlesel tepki, öfke, direnç büyümüş, “kendi yaşamıma, geleceğime ben karar veririm, hak ve özgürlüklerimi kimseden izin almadan kullanırım” diyen bir halk iradesi, gizilgücü ortaya çıkmıştır. Bugünkü tablo ve Gezi deneyimi, halk enerjisinin siyasal kanal ve araçlarını esas olarak sandıkta değil, pratik mücadelede bulacağını, önümüzdeki iki seçimin ise en başta ekmek ve özgürlük mücadelesinin koşulları, toplumsalsiyasal iklimi üzerindeki olası etkileri nedeniyle önemli olduğunu gösteriyor. Sınıf ‘kendisi için’, parti halk için Sınıf “kendisi için” olduğu zaman dönüştürücü bir güç üretiyor. Parti/örgüt ise, sınıf ve halk için olduğu, sınıfın, halkın çıkarlarını savunduğu zaman. Sartre’ın, bana sanki bugün, bizim için söylemiş gibi gelen bir sözü var: “Kendisi için karar veren, herkes için karar vermiş olur.” Buradan bakıldığında, kitlesel mücadelesiyle, emekçiseküler tabanıyla, yandaşlarıyla bu yazıda tanımladığım ekmek ve özgürlük güçlerini şu ya da bu ölçüde şemsiyesi altında toplayan her siyasal öznenin ne yaptığı, ne yapacağı hepimizi ilgilendiriyor. Bu çizgide herkes herkese karşı sorumludur! Önümüzdeki dönemde, tüm siyasal öznelerin ama özellikle CHP’nin ve BDP’nin izleyeceği siyasetlerin “kendilerinden öte” sonuçları, siyasal yaptırımları olacaktır. Karşısında olmaya çalışırken AKP ile aynı eksende siyaset yapan, “herkesin partisi” olmak isterken hiç kimsenin “esas” tercihi olamayan, karşıtının yarattığı öfke ve nefret dışında toplumsal heyecan yaratamayan, cemaatten, okyanus ötesinden medet uman bir CHP halka yabancılaşır ve “ana muhalefet” koltuğunu MHP’ye verir. CHP için tek çıkış yolu, ekmek ve özgürlük tarafında yer almak, Kürt barışı dahil hiçbir toplumsal konuda AKP’ye alan bırakmayan bir siyasal çizgiye doğru çubuk bükmektir! Bu yazı, verili durumu daha derinden kavramanın, birbirimize daha etkili anlatmanın yeni yollarını araştırmak, her seçimde yaşanan kısırdöngüyü kırmaya hizmet edecek yeni ve etkili kalkış noktaları üzerine tartışmak için yazıldı. Çankaya Köşkü Ve konukları
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle