07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 21 NİSAN 2014 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Erdoğan’ın Köşk’e Çıkmasıdır Bence Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması “istenecek” bir şey değildir fakat sözün başında belirteyim: Bu konjonktürde en “doğru seçenek” onun Çankaya’ya çıkmasıdır. Çünkü onun cumhurbaşkanı olması, Adalet ve Kalkınma Partisi’ni siyaset sahnesinden silecek en iyi çözümdür. Tıpkı Turgut Özal ’ın Çankaya’ya çıkmasıyla ANAVATAN Partisi’nin (ANAP) sonunun başlaması ve Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanlığının da Doğru Yol Partisi’ni bitirmesi gibi. Sözün burasında belirtmezsem olmaz: O tarihlerde (yani Özal’ın ve sonra Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı öncesinde) de özellikle CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a hitap eden yazılarla dile getirdiğim ama anlatamadığım bir gerçeği özetle tekrarlayayım: Turgut Özal Köşk’e çıkma niyetinde olduğunu aynen şimdi Tayyip Erdoğan’ın yaptığı gibi sözde milletvekillerinin görüşlerine başvurarak ortaya koyunca Deniz Baykal, Özal’ın Cumhurbaşkanı seçilmesine engel olacaklarını ilan etmiş hatta “Köşk’e çıkarsa onu şerefsizce indireceğiz” gibi yapısı ve anlamı bozuk bir de sert cümle sarf etmişti. Baykal’ın itirazı Özal’ın siyasi kimliğineydi. Çünkü onu Çankaya Köşkü’ne yakıştırmıyordu. Baykal haklı fakat sadece duygusaldı. Özal Köşk’e çıktı. Ömrü vefa etmediği için 7 yılını tamamlayamadı. Ama o olay Türkiye’nin mevcut siyasi yapısında, “güçlü bir lider Köşk’e çıkarsa, partisi biter” hükmüne varmaya yetecek kadar öğreticiydi. Kaçınamıyorsak En İyisi u Tayyip Erdoğan aslında AKP milletvekillerine “Korkmayın, ben Köşk’e çıksam da partimin liderliğini başkasına bırakmayacağım” demeye getiriyor. Yani “Kimse benim tarafsız bir cumhurbaşkanı olmamı beklemesin!” mesajını veriyor. OKTAY EKŞİ İstanbul CHP Milletvekili İktidarın Açılım Atağı ve Dil SEVGİ ÖZEL E Sonraki yılları anımsayınız: Yıldırım Akbulut mu, Mesut Yılmaz mı, kavgalarını! Ardı arkası kesilmeyen parti içi sorunlarını! Ve ANAP’ın siyaset sahnesinden silinip gitmesini… Nitekim Doğru Yol Par tisi lideri Sayın Süleyman Demirel’in, Turgut Özal’ın vefatı üzerine 1993’te Cumhurbaşkanı seçilmesi de DYP’nin sonunu getiren en önemli etken oldu. “Kasım’a kadar İsmet Abi (İsmet Sezgin)” formülünü! “Leydinin (Tansu Çiller’in) topuk sesleri”ni! Mehmet Ağar’ lı Erkan Mumcu’lu bitiş/bitiriş senaryolarını anımsarsınız. Baykal buna rağmen ikinci hatayı, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı seçiminden önce de yaptı. O tarihte hepimizin anımsayacağı gibi Tayyip Erdoğan kendisini Köşk’e çıkmaya ha zırdı fakat siyasi ortamı, kendisinin Cumhurbaşkanı olmasına pek de uygun hissetmiyordu. Daha doğrusu “çıkarsam indirirler” diye korkuyordu. O yüzden rahmetli Metin Toker’in pek sevdiği deyimle “ateşteki kestaneyi Abdullah Gül’ün almasını” tercih etti. Ve AKP Meclis Grubu toplantısında yaptığı, “Kardeşim Abdullah Gül’ü aday göstermeye karar verdik!” türü bir “şov”la, yarış parkurunun dışına çıktı. Sonra ne oldu? Baykal, Gül’ün seçilmesine, tüm gücüyle engel olmaya çalıştı. Buna rağmen Gül, TBMM’nin seçtiği son Cumhurbaşkanı oldu. Ancak Baykal’ın Meclis’teki direnişi, olayın normal seyrinin değişmesine yol açtı. İş inada bindi. Tayyip Erdoğan da “Madem öyle, işte böyle!” diyerek anayasanın değiştirilmesi yolunu seçti. Ve eksiğine, aksak taraflarına rağmen yıllardır işleyen parlamenter sistemi bozan bir düzenlemeyle, cumhurbaşkanı seçme görevi TBMM’den alındı, halka devredildi. İşte, 7 senemiz daha geride kaldı. Bu 7 seneyi Tayyip Erdoğan kendisi ve partisi adına iyi kullandı. Hem konumunu pekiştirdi hem partisini güçlendirdi. O arada, siyaset alanını (kendi deyimiyle “Paralel Yapı”nın büyük katkılarıyla), 2007’deki korkularına artık sebep kalmayacak şekilde değiştirdi. Şimdi sıra, 2007’de ertelemeye mecbur kaldığı hayali gerçekleştirmeye geldi. İşte bu aşamada yapılacak en büyük yanlış bence Tayyip Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkmasına engel olmaktır. Eğer Muhalefet partileri Tayyip Erdoğan’ı yenecek güç ve kişilik sahibi bir aday üzerinde birleşebilirlerse ona karşı çıkmanın anlamı olabilir. Çünkü Çankaya’yı ondan kurtarmak, bu Cumhuriyeti kuranlara bir vefa borcudur. Ama öyle bir adayda birleşme ihtimali yoksa doğrusu, Abdullah Gül yerine Erdoğan’ın önünü açmaktır. Gerekçe yukarıda yazılıdır. Gerçi Tayyip Erdoğan 16 Nisan günü AKP milletvekillerine hitaben yaptığı konuşmada, Çankaya’ya çıkarsa “Anayasadan doğan haklarını sonuna kadar kullanacağını” söyledi. Onun “Anayasada olmayan hakları da kullanma” eğiliminde biri olduğunu biliyoruz. Yani bize bu sözler “o” anlamda bir şey söylemiyor. Ama bir başka açıdan önemi var: Tayyip Erdoğan aslında AKP milletvekillerine “Korkmayın, ben Köşk’e çıksam da partimin liderliğini başkasına bırakmayacağım” demeye getiriyor. Yani “Kimse benim tarafsız bir cumhurbaşkanı olmamı beklemesin!” mesajını veriyor. Onu zaten bekleyen yok! Balkonlara çıksa, bin kere yemin etse bile o kişilikten “tarafsız” bir cumhurbaşkanı çıkmaz. Ama bilemediği bir şey var: Anayasanın dışına çıkar da bir tarihte Celal Bayar’ın elinde “DP” rumuzlu bastonla Türkiye’yi dolaşması gibi taraf tutarsa, bu millet ona bu dünyayı dar eder. Kaldı ki, Köşk’e çıktığı zaman parti üzerindeki etkisi aynen bir zamanlar Turgut Özal’ın başına gelen gibi kısa zamanda erir, yok olur. Söylemesi bizden... Gerisini birlikte görürüz. Gazeteler Doğru Yazar Ama.. Hangisine İnanalım? u İstanbul Ticaret Odası’nın haftalık “Ticaret” gazetesi hemen her haberinde güllük gülistanlık bir Türkiye portresi çiziyor; ne de olsa Türkiye’nin kalbi işadamlarının sesi bu gazete, olacak o kadar... Ama bu kadarı da olmaz ki? ‘Mavi Vatan’ın Mahpuslarına ERHAN SEVİMLİ Eski CHP Bursa İl Başkanı M DENİZ BANOĞLU erak ediyorum bazen, bu insanlar acaba nereden geldi diye.. Ay’dan mı yıldızlardan mı?.. Gökten mi düştüler bu topraklara, bunca yıl yaşadıkları bu topraklara? Seçim öncesi rastlantısal elime geçen Hürriyet gazetesinin, İstanbul mega kentini, dünyanın yatırım daha doğrusu imar cenneti olarak anlatan on iki sayfalık özel ekinde bu övgülere pek yakışır(!) bir köşe yazısı özellikle dikkatimi çekmişti. Seçim öncesi yazılan bu yazının (“Yıldızı parlayan büyük ülkeyiz” diyen) yazarı, seçim sonrasında da halkın doğru oylarıyla Türkiye’nin doğru yolda gitmeyi sürdüreceğini öngörüyordu. Meraklı ve faal gazetecilik günlerimden kalma bir alışkanlıkla aldığı gazetenin her sayfasını okumaya özenli bir kişi olarak, ülkemin içinde bulunduğu koşullar nedeniyle ister istemez son zamanlarda ekonomi haberlerine de merak sardığım için, bu paşa yazarın parlak görüşlerini okuduğumda hayret etmekten kendimi alıkoyamadım nedense. Meğerse ülkemizin nasıl parlak bir ekonomi zenginliği varmış da haberimiz yokmuş. “Eskiden ekonomisi çok küçük, sorunlu ve zor yönetilen bir ülkeymiş”, şu anda ise “hem demokratik (vay vay demeli) hem de makro ekonomik standartları daha iyi noktada” imiş. Dahası var, “Döviz rezervleri güçlü, ithalatı ve cari açığı azalan” bir ülkeymişiz... Derken bir başka gazetede şu başlığı görüyoruz; “Gırtlağa kadar borç” ve altında küçük bir haber: “Türkiye en büyük ithalatçı” (hani azalmıştı) (24 Mart Cumhuriyet). Bir ay sonra (Nisan 2014) bir başka gazetede “Dış borç stoku 388 milyar dolara çıktı”, “Tüketici kredileri kan kaybediyor”, “İki aylık dış ticaret açığı 12 milyar dolar” ve “Yüzde 4 büyüme geride kaldı, çarklar yavaşlıyor” (Sözcü). Keyfi yerinde, Türkiye’nin geleceğinden umutlu köşe yazarımız devam ediyor: “Ekonomiyle ilgili kâbus senaryoları yazanlar yıl sonunda haksız çıkacak. O nedenle güçlüyüz, yatırıma devam.” Yatırıma devam diyor ama, bir başka konunun yetkili uzmanı (Osman Budak) güvensiz ve gergin ortamın yatırımlarını etkilediğini ileri sürüyor. Özellikle kredi kartı sınırlamalarının tüm piyasada düşüşe sebep olacağını belirttikten sonra, bu durum düzelmezse “ekonomide sıkıntının artacağını” öngörüyor. Şimdi siz söyleyin hangisine inanalım? Bu arada, yazarımızın en büyük düşü, kentsel dönüşümün devam etmesi. Bakın o konuda yanılmıyor. Kentin altını üstüne getirdiler kentsel dönüşüm projesiyle, bu gidişle devam edeceğe de benzer... Hürriyet’in övülesi eki de zaten bütün reklamını kentsel dönüşüme ayırmış. Bu yazarımız ve tatlı su aydınlarımız, yatırımlardan nemalanan büyük sermaye varsa yoksa İstanbul diyorlar.. Acaba Türkiye salt İstanbul’dan mı ibaret?.. Yeri gelmişken bir başka tatlı su aydını gazeteden söz etmek isterim. Haddim olmayarak, İstanbul Ticaret Odası’nın haftalık “Ticaret” gazetesi hemen her haberinde güllük gülistanlık bir Türkiye portresi çiziyor; ne de olsa Türkiye’nin kalbi işadamlarının sesi bu gazete, olacak o kadar... Ama bu kadarı da olmaz ki? Bir örnek, gazete “Genç işsizler dünyada arttı, Türkiye’de azaldı” haberini manşetten verdiği 2013 Mayısı’nda, günlük gazetelerimizin aynı aylarda verdikleri haberlerin başlıkları ise sırayla şöyleydi: “Türk gençliğinin geleceği karanlık”, “Gençlere iş yok”, “299 bin yeni işsiz”... “Ticaret” gazetesinin ILO’nun verdiği rapora dayanarak yazdığına göre AB ülkelerinde gençlerde işsizlik oranı artarken Türkiye’de düşüş gösteriyormuş. Oysa bir başka gazetenin Türkiye İstatistik Kurumu’nun verdiği bilgilere dayandırdığı haberine göre, Başbakan Erdoğan’ın yüzde 3’lük büyüme oldu dediği dönemde, genç nüfusta işsizlik yüzde 20’lere çıkmış. Yine TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) verilerine göre her 5 gençten biri işsiz, özellikle kentsel alanlarda her yüz kişiden 12’si iş arıyor. Aynı gazeteden bir başka örnek, bana biraz fazla ilginç geldi, siz ne diyeceksiniz? Tarımın neredeyse yok edildiği ülkemiz Anadolu topraklarında, bundan böyle “20 milyon tarım parseli” uzaydan izlenebilecekmiş. Bu sistemi geliştiren İTÜ’deki uzmana elbette bir diyeceğimiz olmaz, ancak kutlarız bu başarısından dolayı. Kolay değil, Tarımsal Rekolte İzleme Sistemi(TARİT) projesi kapsamında pilot olarak çoğu GAP bölgesinde olmak üzere 20 milyon dolar yatırımla 100 istasyon kurulmuş. Bu istasyonlarda çiftçiler bilgisayar ortamında istediği bilgilere ulaşabilecekmiş (tabii bilgisayarı ve ekecek toprağı üretecek ürünü varsa)... İddia etmiyorum, bilgiçlik de taslamak istemiyorum ama, bu gelişmiş teknolojinin yanı sıra çiftçilerimiz ve toprağı olanlara yerli üretimi hızlandıracak olanaklar da tanınsa... Örneğin mısırımızı, buğdayımızı, muzumuzu, mandalinamızı dışarıdan ithal etmek zorunda kalmasak... Köylünün ektiği topraklara da betonlar dikmesek... Ne dersiniz? Ö nceleri ülkenin düşünen, üreten, yön veren insanları, kurşunlarla, bombalarla, suikastlarla yok edilirdi. Baktılar ki bu güzel insanların özgürlüklerini almak onları öldürmekten beter; bin bir kulp bulup doldurdular mahpus damlarına... 14 Aralık’ta kaybettiğimiz emekli Dz.Yrb. Özcan Sevimli (3859) vefatından kısa bir süre önce, “O çocuklara büyük haksızlık yapıldı. Onlar ki Bahriye’nin elmasları, pırlantalarıdır. Kaybeden onlar değil; ülkenin yüksek çıkarlarıdır” diye yakınıyordu. Bahriyeliler; Sizler ki gemilerinizde üstlerine komutanım yerine “efendim” şeklinde hitap eden ince bir saygı ortamının yeşerttiği gerçek yetenekler; bu milletin yetiştirdiği güzide evlatlarsınız. “Mavi vatan”ı sizlerden öğrendik, öncesinde kara sınırları içindeki toprağı vatan bilirdik; denizlerin ve altındakilerin pek farkında değildik. Sizler, inşa ettiğiniz gemiler ve özellikle özgün bağımsız yazılım ve donanımları ile ürettiğiniz muharebe teknikleri sayesinde ülkeye ileri bir deniz gücü kazandırdınız. Yalnız iç ve yakın denizlerde değil ; “Umman”da da bayrak gösterdiniz. Yani dediniz ki dünya egemenlerine, “Deniz altındaki zenginlikleri öyle kolay götüremezsiniz, bu milletin hakkı olan petrolü, gazı, altını, canlı cansız bütün varlığı yedirmeyiz”. Şan olsun size; bin bir haramiye karşı “yedirmemek” bu işte. El’de oyun çok. Bilek gücü ile yapamadıklarını, kalleşçe planlarla yaptılar; ne çoraplar ördüler başınıza. Ve nihayet bunca olan bitenden sonra birileri “kendi ülkesinin milli ordusuna kumpas kurulduğunu” fark etti. Günaydın! Uyanmak için keser döner sap döner, gün gelir hesap döner noktasına gelinmesi gerekiyormuş. demek ki. Gaflet ve delalet içinde olan başkaları da uyanacak geç de olsa olanı biteni görüp. Bir de halk uyanırsa bozulduğu ayan beyan ortada olan bu düzen tekrar kurulur. Hak hukuk yerini bulur. Hiç kuşkunuz olmasın; bırakın tarihin parlak sayfalarını; bu ülkenin “temiz” insanlarının “tertemiz” gönüllerinde yerinizi çoktan aldınız. Selam olsun “Mavi Vatan”ın denizcilerine... peydir politikacıların kullandığı “açılım” sözcüğünün “açılım”ını anlayabilmiş değiliz; bu sözcükle hangi eylemin açılacağını, ortaya çıkacak durumun neyin adı olacağını çoğumuz gibi muhalefet de pek bilmiyor. Karşılıklı atışmalardan, kullanılan dilden çıkardığımız anlam bu. Açılım denince, yalnız iki parti arasında suçlamaya, üstü kapalı tehdide varan sözler gidip geliyor; açılıma bu açıdan bakınca iktidarın “ileri” diye tanımladığı demokrasi için de “ileri” sıfatı yerine “iteklenen” ya da “çekiştirilen demokrasi” tamlamalarını yakıştırabiliriz. İktidar önderi sesi yettiğince, “Tek vatan, tek bayrak, tek dil!” diye bağırıyor. Görüntü, “tek din” gibi bir eklentiyi de duyumsatıyor. İktidar önderinin kullandığı dile dinsel sözcükler, vurgular egemen… Yine iktidar önderinin sık sık “milli irade” diyor; Türkçesi “ulusal istenç”tir. Ulusal istenç, ulusun tümünün özgür istenciyle yeğleyeceği gerçek demokrasi neyi gerektiriyorsa, bunların yapılmasını zorunlu kılan her şeyi; yasaları, kurumları, kural ve uygulamaları öngörür. Bu noktada usumuza iktidarla bir muhalefet partisi arasında futbol topu gibi yuvarlanıp duran açılım geliyor. Kürt kökenli siyasetçiler ve aydınlar hemen dil konusunu öne sürüyorlar. AKP iktidarıyla birbirine karışan dinle dil konusunu, özellikle bilimci, sanatçı kimliğiyle bildiğimiz kişiler bilimsel verilerle değil bireysel kanıyla tartışıyorlar. Nedense bugünün konusunu tartışırken sözü, 1920’li, 30’lu yıllara sündürüyor, Mustafa Kemal’den başlayarak tüm Kemalistleri suçluyorlar. Kemalistler aynı zamanda ulusalcı ve laikçi… Özellikle TV’lerde uzayıp giden tartışmalar bittiğinde bu arkadaşların da açılım konusunda neyi açtıklarını bir türlü anlayamıyoruz. Oysa konu artık günceldir; 90 yıl önce ülkenin ve dünyanın durumunu, olanaku Kürt kökenli larını göz ardı ederek geçmişe uzanmak, somut kay aydınlar ve siyasetçiler, nağı ve belgesi gösterilemebirçok soruya açıklık yen savlar ileri sürmek, 90 getirmiyor; iktidar yıl önceki koşullar bugünle da tutunduğu siyasa aynıymış gibi esip kusmak gereği sormuyor; kabak tadı veriyor. Diyelim ki yerli yapıtlara, kaybelki de bilmezden naklara inanmıyorlar; dilimize çevrilen ya da çevril geliyor. Aslında iktidar, bütün yurttaşları meyen pek çok yabancı kaynak da önümüzde duruyor. kendi açılım halkası Türkçenin ve ülkenin taiçinde gözaltında rihsel akışını göz ardı ederek Türkçe neden “resmi dil” tutmak istiyor. Türk’ü, diyorlar; “Türkiye”nin adıKürt’ü, herkesi nı bile sorguluyorlar. Türk sınırlayacak, susturacak ler Anadolu’yu yurt edindikuygulamalarla lerinde değişik inanç ve köuğraşıyor. kenden insanla buluştular; kendilerine ilkin “Selçuklu” sonra Osmanlı dediler. Batılılar ise Anadolu’da Türkçe konuşanlar çoğunlukta olduğundan buraya doğrudan “Turchia” demişlerdir. Bağımsızlık savaşının ardından kurulan yeni devletin adı Türkiye olmuştur; Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu çoğunluğunun dili olduğu için de resmi dil Türkçedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşuna dek yaşananların tarihsel akışını belgeleyen onlarca kaynağımız var. Kurtuluş Savaşı’nı her kökenden insan birlikte verdi; ne ki bu savaş sırasında ve Cumhuriyetin ilk yıllarında ne isyanlar ne olumsuzluklar yaşandığını, bugün yaşı 60 ve üstünde olanlar, salt kitaplardan öğrenmedi. O dönemi yaşayan dedelerin ninelerin yaşadıkları kitaplarla çelişmiyordu. Açılım tartışmalarında önce abecemiz ortaya atıldı. Kimileri Türk abecesine x,w,q ekleyerek Türkçe ve Kürtçenin ortak abeceyle yazılabileceğini ileri sürdü. Bu sav, bilgisizlik ötesi, her iki dile de ihanetti. Çünkü Türkçe ile Kürtçe bambaşka özellikleri olan iki ayrı dildir. Türkçe UralAltay dillerindendir; Kürtçe, HintAvrupa dillerinden. Kürtçenin ses, biçim ve anlam açısından Türkçeyle benzerliği yoktur. Bu nedenle bu iki dili aynı abeceyle yazmaya çalışmak iki dili de bozmak anlamı taşır. Bu öneri ussal ve bilimsel değil, siyasaldı; nitekim havada kaldı. Daha sonra Kürt kökenli aydınlar ve siyasetçiler, “anadilde eğitim” savını ileri sürmeye başladılar. Bu savı tartışmadan önce tüm yurttaşlara bilimsel bir gerçeği anımsatmak isteriz. Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının kimisi “ikidilli”dir. İkidillilik bir varsıllıktır; yaşamını birleştiren bir Türkle bir Kürt’ün, bir Türkle bir Almanın, bir Amerikalıyla bir Çinlinin çocuğu ikidillidir. İkidilli olanlar, yurttaşı olduğu (ya da doğduğu) ülkenin ortak diliyle eğitim, sağlık ve adalet kurumlarından hakça pay alır; anadilini öğrenir; bilimsel, sanatsal etkinlerini de yaparlar; yapabilmeleri için bilimsel, yasal tüm olanaklar sağlanmalıdır! Ussal, bilimsel ve sanatsal verilerle demokrasiyi güçlendiren ülkelerin yurttaşları birbirini doğru anlamak, kendilerini doğru anlatmak; ülkenin tüm kaynaklarından pay almak, hukukun üstünlüğüne, hak ve özgürlüklere sahip çıkabilmek; toplumsal sorunlara çözüm bulmak, demokratik tepki verebilmek için ortak dille ortak akıl üretirler. Her sorun ve sevince yurttaşlık penceresinden bakabilme, değerlendirme; sorma ve sorgulama kültürüyle yakınlaşırlar. Kürt kökenli aydınlar ve siyasetçiler, birçok soruya açıklık getirmiyor; iktidar da tutunduğu siyasa gereği sormuyor; belki de bilmezden geliyor. Aslında iktidar, bütün yurttaşları kendi açılım halkası içinde gözaltında tutmak istiyor. Türk’ü, Kürt’ü, herkesi sınırlayacak, susturacak uygulamalarla uğraşıyor. Üstelik dil konusu, yalnız Kürtleri değil; bütün yurttaşları kapsıyor. Uzun zamandır iktidarlar ortak dille bile kavgalı; her yanımız yabancı adlandırmayla kirli; okullarımız yabancı dille eğitim belasına tutsak, eğitim dinselleşti; üniversite susturuldu. Ancak Kürt aydınlar bu konularda ağzını açmıyor. Ortak dille ortak çıkarlar için ortak akıl üretme yeteneğimizi yitirmek üzereyiz; işte asıl sorun bu!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle