23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 17 MART 2014 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Kırım ve Komşumuz Rusya DENİZ MİLİ yahut kilometre olarak daha az uzak olan, ama halkının bir bölümü dolayısıyla yakınlık duyduğumuz Kırım yarımadasının Rusya’ya bağlanmasına karşı çıkmamız akıllıca olmaz. Daha doğrusu, onların da karşı çıkmak gibi bir lüksleri yoktur. Uzun uzadıya anlatmaya gerek var mı? Ayıp olur, hiç kuşkusuz onların çoğunluğu herhalde bizlerden ve başkalarından daha iyi takdir eder; tam ulusal bağımsızlık ilan edilmesini isteseler ve uğrunda ölmeye hazır olma marşları söylense de pek akılcı bir davranış olmaz; çünkü en azından yakın komşu kalacak olan Ukrayna’yla ilişkiler hep bozuktur, hatta tepelerindeki Rusya ile savaş çıkar. Artık Soğuk Savaş yok, savaşlar hep gerçek ve sıcak oluyor. Uzaktan ahkâm kesmek çoğu zaman yanlıştır. Sonuç, Rusya’ya bağlanma olarak çıkarsa kızmamalı, ikisi de komşumuz. rtık bugünlerin dünyasında halkların siyasal tutumları değişiyor ya da toplumların demokrasi yoluyla ifade edilen tepkilerinde bile farklar ortaya çıkıyor. Devletleri yönetenler de bu tepkileri insanca ve uygarca yorumlamayı beceremeyebiliyorlar. Talihsizlik şurada: Ne yazık ki şimdi Kırım’da bu konunun kesin karara bağlanması için referandum yapılıyor. Çoğumuz halkoylamasının her zaman ve mutlaka “demokratik” olduğuna inanırız ya da inandırılırız. Ama bazı referandum sonuçları neredeyse bir çeşit “ulusal intihar” olmuştur. Demagoglar her yerde var; evrensel barışı sağlayacak ideolojiler tam üretilmedi, mekanizmalar yaygın ya da etkin değil. ütün insanların dünyaya bakışlarını değiştirebilecek kadar güçlü ve etkili de sayılmayız. Ama, hiç değilse bizi ilgilendirmesi aşikâr olan bu gibi durumlarda uluslararası kuruluşlarımızın ya da uluslararası kurumlarımızın açıklamalarla ve bildirilerle birtakım doğru sesler çıkarması gerekmiyor mu? R Avrupa’da Faşizme Karşı Atatürk’le İnönü Florya Plajı’nda mayoyla kum üstünde yatarken... İtalya ile ilişkilerimiz öylesine kötü ve kendi tavrımız öylesine açıktı ki, Atatürk ulusal bir bayram töreninde Mussolini’nin büyükelçisine çevredekilerin işitebileceği biçimde şöyle demişti: “Sizin palyaçodan ne haber?” Hitler Almanyası da tüm sınırları değiştirmeye aday en büyük güçtü. Bu ülkedeki iktidara bu nedenle de karşıydık. O denli ki, Avrupa’da faşizmden kaçanların yaşamak ve iş bulmak için en çok gitmek istedikleri ülke Atatürk Türkiyesi’ydi. Prof. Dr. TÜRKKAYA ATAÖV işitebileceği biçimde, şöyle demişti: “Sizin palyaçodan ne haber?” Hitler Almanyası da tüm sınırları değiştirmeye aday en büyük güçtü. Bu ülkedeki iktidara bu nedenle de karşıydık. O denli ki, Avrupa’da faşizmden kaçanların yaşamak ve iş bulmak için en çok gitmek istedikleri ülke Atatürk Türkiyesi’ydi. Faşizmin doğradığı bu seçkin aydınları “Lütfen alın” diye Atatürk’e ve İnönü’ye yazan kişi de Nobel ödüllü Albert Einstein’dı. Amerika’dan bile çağrılsalar, bizi yeğlerlerdi. Örneğin, ABD’den cayıp Türkiye’ye gelen mimar Gustav Oelsner. Yüzlercesi bizde yıllarca kaldı, burada ölen ya da yaşamı sonra Avrupa’da sona erip de bizde gömülmeyi vasiyet edenler de vardır. O vasiyeti yapanlardan Kurt Kosswig’in oğlu arkadaşımdı. Yüzlerce seçkin aydın bir yana, binlerce sıradan Avrupalı da kapağı Atatürk Türkiye’sine attı. Onlardan birini de ben altı yaşımdayken bizim eve almış, bir yıllığına konuk etmiştik. Almanca öğrenmeye o kişiden başladım. Faşizm korkusu yaygınlaşır, Ford gibi önde gelen Amerikalılar Nazizmin endüstride ve savaş ekonomisinde ileri atılımlarına yardım eder ve sonra tahtı bırakmak zorunda kalan Kral Edward, Hitler’i beğenir ve onunla yakın ilişkiler ararken, CHP hükümeti güçlenen faşist Almanya’ya karşı öne çıkan Britanya ve Fransa’yla önce birer ortak açıklama yaptı, ardından da 19 Ekim 1939’da faşizme karşı onlarla çok önemli bir karşılıklı yardım antlaşması imzaladı. Avrupa’da gittikçe kemikleşen faşizme karşı T.C.’nin ve iktidardaki CHP’nin hem içtenlikli, hem de hukuk yönünden bağlayıcı tavrı budur. Türkiye’nin savaşa katılması silah teknolojisinin hızla gelişmesi ve koşulların değişmesi üzerine çatışmanın son günlerine kalmış ve mihver savaş ilan eden devletlerden olarak Birleşmiş Milletler’in kurucu üyesi olmuştur. İktidar sözcüsünün bunları bilmesi beklenir. A B Masalın Yan Etkisi Nusret ERTÜRK Ü nlü düşünür Demosthenes kürsüde konuşmaktadır. Kimi dinleyicilerin aralarındaki söyleşi bir türlü bitmez. Demosthenes’in, “Bir öykü anlatacağım!” sözüyle salon sessizleşir, konuşmacıya dönülür. Adamın biri Atina’dan bir başka yere gitmek için eşek kiralar. Eşeğin sahibiyle sıcak bir günde yola çıkılır. Yorulunca dinlenmek üzere durulur. Ortalıkta bir gölge yoktur. Eşeğin sahibi, güneşten korunmak için hemen eşeğin gölgesine sığınır. Eşeği kiralayan karşı çıkar: “Ama eşeği ben kiraladım” der. Eşeğin sahibi şu yanıtı verir: “Ben sana eşeği kiraya verdim, gölgesini değil.” Aralarında anlaşmazlık başlar, mahkemelik olunur. Öykünün tam burasında Demosthenes konuşmasını keser. Dinleyiciler merak içinde sorarlar: “Eee, sonra ne oldu? Anlat anlat!” biçiminde sesler yükselir. Demosthenes sözünü şöyle sürdürür: “Size çok önemli şeyler anlatıyordum. Dinlemediniz. Şimdi ise bir eşeğin gölgesini merak ediyorsunuz. Öykünün sonunu söylemeyeceğim” der, oradan ayrılır. Masalların, yararlı yanlarının yanında kesin uyutucu, uyuşturucu etkileri de vardır. Yoksa, örneğin bu masal binlerce yıl yaşar mıydı? Örnek vermede bile bir masala yer veriliyor. Ondandır, en çok kullanılan türlerin önünde masal geliyor. Haldun Taner, yukarıdaki masaldan esinlenir ve o ölümsüz Eşeğin Gölgesi adlı oyununu yazar. Masal merakımız bazen her şeyin önüne geçiyor. Dünyada en utanılacak durum nedir? Ben döneklik diyorum. “Sen de mi Brütüs?”, ihaneti içinde taşıyan en eski, en acı bir sözdür. Döneklik, DNA’ya işler, silemezsiniz. Dönekliğe giden yolun taşları, önemli ölçüde masallarla döşenir. Dönek, ilk önce masallara tutunur. Masallar, perdelemek için bol bol kullanılır. Geçen yıl kendi bilim dalında söz sahibi Prof. Celal Şengör: “Beni dinlemeye üç beş kişi geliyor!” diye yakınıyordu. Bir de şu günlerde yönetimdeki partinin meydan mitinglerine bakınız… Orada anlatılan masaldan da öte. İnsanların masallarla nasıl avlandıklarının canlı örneğini görüyoruz. Bir yanda bilimmiş, sanatmış, düşünceymiş… Bunlara ilgi yerlerde. İlle de masal… “Eee, sonra ne oldu? Anlat anlat!” diyenler yığınla. Geleceği karartan yeni masallar sunuluyor insanlara… Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı kesermiş… Tam da o dönemi yaşıyoruz masallar sayesinde. Bence, masalın sonunda soru sorulması önemlidir. Bakmışsınız soru, sorunun kapısını açar. Sonunda masal dünyasından uzaklaşılır, gerçeklere ulaşılır. Masal dinleyenler, her masalın sonunda soru sorsalar, ne iyi olur... Eee, sonra ne oldu? Anlat anlat! .T. Erdoğan son konuşmalarının birinde, İnönü’yle CHP’nin altını özellikle çizerek ve böylece Cumhuriyetin 1930’lu yıllarını da işin içine katarak, Avrupa’da faşizmin ortaya çıktığı sırada bu (buyurgan, ırkçı, tekelci, kapitalist, zorba, soykırımcı, genişlemeci, saldırgan, emperyalist ve hem içte, hem dışta kan dökücü) yönetimleri “ilk tanıyan bunlardı” dedi ve Mussolini faşizmiyle Hitler Nazizminin ne olduğunu bilemeyen dinleyicilerinden hiçbir olumsuz tepki görmedi. Sanki T.C.’yi kuranlar Batı’da faşizmi iktidara getirenlerle başından beri iyi ilişkiler içindeydi ve sanki birbirinden güç alan dostlardı. Gerçek tam bunun karşıtıdır. Hem de taban tabana zıttır. Bu konuda 1965’te yayımladığım İngilizce bir kitabım ve başka yayınlarım var. Bu yazıda ancak birkaç kanıtın altını çizebilirim. Gerçek şu ki, T.C., Lozan’dan genelde memnundu ve Versay’ın haksız hükümlerini 1918’de baskı altında imzalayan Almanya ve Anadolu’da (1917 St. Jean de Maurienne Antlaşması’nın batkınlığı nedeniyle) umduğunu bulamayan İtalya’yı iki düşmanı olarak görüyordu. İç kalkınmaya yönelmek isteyen T.C.’nin gereksinimi kesinlikle barış, faşizminse kesinlikle savaştı. Bu önemli fark temel çatışmaydı. Bu nedenle, Ankara’daki yeni yönetim Mussolini’nin Afrika’da Habeşistan ve Somali saldırılarına karşı hemen ve ön safta tepki gösterdi. İtalyanları 1911’de Osmanlı Trablusgarb’ında da karşısında bulan Mustafa Kemal 1922’de iktidara gelen Mussolini’nin Doğu Akdeniz yönündeki emellerini Roma’daki büyükelçimiz kanalıyla gün geçirmeden sorgulatıyor ve Avrupa faşizmine geri adım attırıyordu. Habeş ordusunu eğitmek üzere oraya bir Türk general ve Kızılay ekibi yolladık. ABD dahil neredeyse tüm dünya, güçlü faşizm ve zayıf Afrika ülkesi ikilemi karşısında sözde “yansızlığını” açıklamışken T.C. açıkça faşizme karşı etkin bir diplomasinin bayraktarlığını yapmaktan çekinmedi. İtalyan faşizminin denizaltıları, başka ulusların gemilerini, bu arada “Kadeş” gibi ticaret teknelerimizi torpille batırınca, deniz korsanlığına cephe alan 1937 Nyon Antlaşması’nın (Britanya’yla birlikte) başını çektik. Mussolini Atatürk’e imzalı bir resmini göndermişti. Duce’yi bir İtalyan zırhlısının güvertesinde ve büyük toplarının önünde “benim güçlü donanmam var” demek ister gibi kurumlu bir biçimde gösteriyordu. Atatürk’ün de ona nasıl bir fotoğrafını yolladığını o yılların Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’tan öğrenmiştim: Florya Plajı’nda mayoyla kum üstünde yatarken... İtalya ile ilişkilerimiz öylesine kötü ve kendi tavrımız öylesine açıktı ki, Atatürk ulusal bir bayram töreninde Mussolini’nin büyükelçisine çevredekilerin Toplumsal Karamsarlık Aşılmalı… Türkiye’ye çöken karamsarlığı, aydınlıklara doğru çevirmek ulusun iradesindedir. Çünkü “çivisi çıkmış” bir hal ve gidişe çare bulmanın anahtarı yine halkın kendisidir. Eğer bu ülkenin insanları, yüzde 52.6 oranındaki bir çoğunlukla “ülkelerinin kötüye gittiğini” teşhis ederek saptamışlarsa işin demokratik gereğini de yapmalıdırlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin saygın halkı, hak etmediği siyasal, sosyoekonomik ve kültürel bulanıklığı anlaşıldığı kadarıyla çekmeyecektir. Doğası buna elvermemektedir. Önümüzdeki süreç, aklı başında bir çoğunluk eliyle, ilerici ve özgürlükçü demokratik gelişmelere tanık olacaktır. Çünkü karamsarlığın toplumsal bir ivmeyle aşılacağına inanmak için artık çok güçlü nedenler bulunmaktadır. Cumhuriyet, kamu iktisadi kuruluşlarını ekonomik anıtlar olarak dikerken, yıllar sonra bunların haramilere peşkeş çekileceğini bilememiştir. “Son sosyalist devleti yıktık” naraları atarak anayasada özelleştirmeye yol açan çokuluslu şirketlerin adamları, yüzde 15 oranındaki kamu mallarını talancılara ihale etmişlerdir. 19231950 yılları arasında faili meçhul siyasal cinayetler, hırsızlık şaibeleri, devletin katillerle işbirliği yaptığı dönemler var mıdır? Yozlaşma, dikta, polis devleti, hukukun üstünlüğünü dışlama olmuş mudur? Ama şimdi bunların tamamı söz konusudur. İşte yurttaşlarımız, bunlardan tedirgindir. Halkımız, kamu vicdanını asla rahatlatmayan; “dublaj ve montaj” gibi savunmalarla yönetilen bir devletin ciddiyetinden, şeffaflığından ve dürüstlüğünden kuşku duymaktadır. Yine halkımız, yaşadığı her günün bir öncekine göre daha keyifli, dengeli ve güvenceli olmasını istemektedir. Karmakarışık bir kamu düzensizliği içinde çırpınmaktan bunalmıştır. onuç Türkiye Cumhuriyeti’nin saygın halkı, hak etmediği siyasal, sosyoekonomik ve kültürel bulanıklığı anlaşıldığı kadarıyla çekmeyecektir. Doğası buna elvermemektedir. Önümwüzdeki süreç, aklı başında bir çoğunluk eliyle, ilerici ve özgürlükçü demokratik gelişmelere tanık olacaktır. Çünkü karamsarlığın toplumsal bir ivmeyle aşılacağına inanmak için artık çok güçlü nedenler bulunmaktadır. “C ERTUĞRUL KAZANCI EğitimciHukukçu özgürlükleri hiçe sayan, laik ve demokratik hukuk devletini katledenler bellidir. Adil yargı ilkesini dışlayan, teokratik totaliterliğe hevesli çark dönmektedir. İşte halkımızın saptayıp yakındığı gerçek budur. “Türkiye, kötüye gidiyor” diyen çoğunluğun kanısı, yakın tarihi ve yaşadığımız günleri bilinçle değerlendirmekten doğmaktadır. Halkımızın düşüncesi odur ki, bu ülke bağımsızlık ve özgürlük uğruna kendisini ulusuna adayanların canı pahasına kurulmuştur. Yakılıp yıkılmış, yoksulluklara düşürülmüş bir halk “mazlum uluslar” adına emperyalizme karşı başkaldırıyı gerçekleştirmiştir. “Yoktan yonga çıkararak” yüzde 9’luk bir kalkınma hızıyla ekonomik başarılara imza atmış, Osmanlı’nın borçlarını bile ödemiştir. O günlerde Nâzım Hikmet’in sözüyle: “Anadolu’da bahtiyar olmak için toprakta, havada, suda her şey vardı. Her şey hazırdı.” İşte, halktan yana olarak kurulan devrimci sistem, hazır olan tüm yaşamsal kaynakları toplum için seferber etmiştir. Demokrasinin vazgeçilmezliğine dair aşamalar, 1925, 1930 ve 1945’li yıllarda Atatürk ve İnönü’nün öncülükleriyle somutlaştırılmıştır. İlerici ve toplumcu tüm gelişmeler, hak ve özgürlüklerin gündeme gelmesinin yanı sıra ulusal birliğin doruğa çıkması, devrimin özellikleridir. İç ve dış haince bağlantıların yarattığı kargaşalara karşı rejim, Cumhuriyet ve devrim ilkelerini kollayacak hukuksal önlemleri almaktan da geri kalmamıştır. Çünkü, “her türlü melanetin” hangi kisve ve aldatıcı politikalardan geldiği akıldan çıkarılmamıştır. Kurtuluş Savaşı, İnönü’nün deyişiyle, “Yarın ne yapacağı bilinmeyen eşkıya” için kazanılmamıştır. 9 Eylül 1922 günü İzmir’e giren silahlı güç, zaman içinde hangi saldırgan paktların emrine gireceğini de herhalde tasavvur etmemiştir. Çünkü “istiklali tam” ilkesinden asla şaşmayacak bir yurtsever anlayış vardır. “Küçük Amerika” olma uğruna Türkiye’nin onurlu varlığını heder edenlere karşı Nâzım Hikmet’in seslenişi daha kulaklarda çınlamamıştı: “Hiçbir korkuya benzemez, halkını satanların korkusu!..” umhuriyet” gazetesinde ya yımlanan bir kamuoyu yoklaması, Türkiye gerçeğini ayrıntılı bir şekilde sergilemektedir. Çıkarılan genel sonuca göre halkın çoğunluğu, “Türkiye kötüye gidiyor” kanısındadır. Siyasal iktidarın medyaya müdahale etmesini doğru bulmayanlar yüzde 68.4 düzeyindedir. Ortaya çıkan bir diğer gerçek de düşünce ve ifade özgürlüğünün bir önceki yıla kıyasla yüzde 48 oranında azaldığına inanılmasıdır. Sade bir yurttaş için, böylesine kötü veriler yansıtan bir ülkede yaşamak zordur. Halk, siyasal iktidar eliyle uygulanan “ceberut” yönetime tepki duymaktadır. 1950’lerden bu tarafa, pek kısa koalisyon hükümetleri dışında tek sermayesi din simsarlığı, bağnazlık ve safsata olan zincirleme bir politik tutum görülmekte ve sezilmektedir. Toplumsal yaşamı bir karabasan misali ezen öğeler bellidir. Cumhuriyet ve devrim değerlerine saygısız, kapitalizme tutsak, maddesel hırsları öne alan yolsuzluk şebekeleri geçit resmindedirler. Siyasal arenayı bir kan davasına çeviren, temel hak ve Tedirginlik S
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle