02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 11 ARALIK 2014 PERŞEMBE [email protected] 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER T arih 11 Aralık 1999’u gösterirken Helsinki’den kalkıp Ankara semalarında gözüken uçakta, dönemin Finlandiya Başkanı Lipponen imzasını taşıyan bir mektup, Günther Verheugen kanalıyla Türkiye’ye getiriliyordu. “Artık siz de diğer aday ülkelerle eşit statüde adaysınız” ifadeleri o gece yarısına kadar Türkiye tarafından pek ikna edici bulunmuyor, AB Liderler Zirvesi bildirisinde son anda yapılan son birkaç küçük rötuşla, Türkiye de verilen sözü kabul ediyor, ertesi gün çekilecek aile fotoğrafına Başbakan Bülent Ecevit’i Helsinki’ye yolcu ediyordu. Peki aradan geçen 15 yılın ardından Türkiye gerçekten diğer aday ülkelerle eşit statüde aday olabildi mi? Bu soruyu hâlâ kendimize soruyorsak, sorunun cevabının çok da pozitif olmadığını hemen söyleyebiliriz. Hatta biraz daha ileri giderek AB’nin Türkiye’ye karşı oldukça çifte standartlı bir yaklaşım içinde olduğunu, 3 Ekim 2005’te saat 25.00 (bir hata yok, müzakere 3 Ekim 2005’te başlayacak sözü verildiği için, o gece saatler 25.00’ı göstermişti!) sularında başlayan müzakere sürecinin daha başlangıç aşamasında pek yenilir yutulur tarafı olmayan koşulların önümüze sürüldüğünü rahatlıkla ifade edebiliriz. Bu ifadeyi açmak için çok kısa bir tarihçe ve gerekçe sıralaması yapalım. 6 Ekim 2004’te yayımlanan Avrupa Komisyonu’nun ilerleme raporu, Türkiye ile müzakerelere başlanmasının ön koşulu olan Kopenhag siyasi kriterlerini, Türkiye’nin yeterince yerine getirdiğini belirtiyordu. Diplomasi edebiyatında, “yeterince” kavramı esasen yeterli bir tehdit ifadesidir. Komisyon Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan AB liderlerine, müzakereye başlıyoruz başlamasına da her an kriter ihlalinden süreci askıya alabiliriz mesajını veriyordu. Hoş Gezi olayları sonrasında müzakerelere hâlâ devam ediliyor gibi yapılıyorsa, AB kanadının gidişattan yeterince memnun olduğu, gereksiz bir infiale yol açmaya hiç de niyetli olmadığı sonucunu çıkartabiliriz. İkinci olarak Türkiye ile yapılacak müzakerenin ucu açık bir müzake On Beş Yılın Ardından Aradan geçen 15 yılın ardından Türkiye gerçekten diğer aday ülkelerle eşit statüde aday olabildi mi? Bu soruyu hâlâ kendimize soruyorsak, sorunun cevabının çok da pozitif olmadığını hemen söyleyebiliriz. CAN BAYDAROL Avrupa Birliği ve Küresel Araştırmalar Derneği Başkan Yard. l Önümüzdeki 5 yılda AB’nin kurumsal yönetiminin Türkiye’ye bakışı. l Türk dış politikasında AB’nin yeri. l Türk dış politikasının TürkiyeAB ilişkilerine etkileri. l Yeni enerji sorunlarının TürkiyeAB ilişkilerine etkileri. l Kamuoylarının karşılıklı olarak ön yargıları ve cehaleti vb. Bunlar gibi çok daha fazla uzatılabilecek başlıklar içinde sürecin daha ciddi tartışılması gerektiğinin de altını çizelim... Bugün neredeyiz diye kısa bir teknik değerlendirme yapacak olursak: l En azından önümüzdeki beş yıl içinde mevcut durumun çok da iyiye gitmesini beklememek gerekiyor. Avrupa Komisyonu’nun başına seçilen eski Lüksemburg Başbakanı Junker’in Türkiye’nin tam üyeliğine sempatiyle bakmadığını söylemek herhalde yanıltıcı bir ifade olmaz. l Türkiye AB’den vazgeçecek mi? Hayır. Türkiye’nin içinde bulunduğu jeopolitik konum bu duruma izin vermez. Esasen AB Bakanı ve Başmüzakereci Volkan Bozkır’ın son olarak açıkladığı eylem planı ve ifadeleri bu düşünceyi doğruluyor. l Sorunlar çok fazla. Özellikle 1963 Ankara Anlaşması günümüz gerçekleri ile örtüşmüyor. Anlaşmada tam üyelik hedefine halel getirmeksizin revizyona gidilmesi özellikle gümrük birliğinin aksayan noktalarının iyileştirilmesi için bir olmazsa olmaz niteliğinde. Özellikle AB ile ABD arasındaki Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı müzakereleri çerçevesinde Türkiye çok ciddi zararlarla karşı karşıya gelebilir. Taşımacılık kotaları, vize sorunları, vb. işin cabası. l Öte yandan gümrük birliğinin hizmet sektörüne genişletilmesi çalışmaları kamuoyunun çok fazla gündemine gelmemekle birlikte çok dikkat edilmesi gereken bir alan olarak karşımıza çıkıyor. Evet, 15 yılın ardından geriye bakınca çok fazla yol kat edemediğimizi saptamak durumundayız. Umutsuzluk mu? Asla... Ama gerçekçi olmak süreci başarıya taşıyabilmenin belki de Kopenhag kriterlerinden daha önemli önkoşulu... ‘Osmanlıca’yı Dayatanlar... “Osmanlıca” dersini dayatanlar, “İsteseniz de istemeseniz de öğreneceksiniz” diyenler, acaba “Osmanlıca”nın ne olduğunu gerçekten biliyorlar mı, yoksa bambaşka bir amacın mı peşindeler? Bilseler, Türkçenin bile doğru dürüst okutulamadığı ve öğretilemediği okullarımızda, birkaç saat dersle bu işin olabileceğini düşünürler miydi? Bu yazıda “Eskimez Türkçe” deyimi veya “Mezar taşlarını okumak” üzerine anlamsız tartışmalara girmek istemiyorum... HHH Evet “Osmanlıca” neredeyse ayrı bir dildir: Arap alfabesiyle yazılan, Arapça, Farsça ve Türkçe karışımı, genellikle saray çevrelerinde kullanılan, halka yabancı bir dildir. “Eski yazı”yı veya Arap alfabesini bilmek ise asla ve asla “Osmanlıca”yı okumak ve anlamak için yeterli değildir. HHH Anne ve babam, “Eski Türkçe” döneminde yetişmiş iki felsefe ve edebiyat öğretmeniydi. İkisi de eski yazıyı ve eski dili çok iyi bilirlerdi. Özellikle babamın inci gibi bir “Eski Türkçe” yazısı vardı... Sonra aynı yazı stilini “Yeni Türkçe”ye de taşımıştı; adeta düz çizgi çeker gibi muntazam ve zarif bir biçimde yazardı. HHH Annem, genç yaşta bir dağ kazasında yitirdiğimiz, Türkiye’nin ilk dağcı şehidi ağabeyime “Eski Türkçe” öğretmişti; ağabeyim, “eski yazıyla”, hâlâ sakladığım bir anı defteri tutuyordu. Ben de sonradan hem annemin yardımıyla, hem de kendi çabamla eski yazıyı söktüm. Ama işte o zaman fark ettim ki, “Eski Türkçe” alfabeyi bilmek, Osmanlıca metinleri okumak için yeterli değil: Eski yazının mantığında sesli harfler pek kullanılmadığından, bir kelimeyi okuyabilmek için önce o sözcüğü bilmek, sonra da cümlenin tamamını ve konuyu anlamak gerekir... Örneğin “Türk”, “Trak” ve “Türük” sözcükleri aynı imla ile yazılır; sizin okuduğunuz metinde hangisi söylenmektedir acaba? Bu örneği, öğrenciliğimde, Şerif Mardin’in bir çalışması için Meclis Kütüphanesi’nde araştırma yaparken, oradaki “Eski Türkçe” uzmanı kütüphanecinin bir kitabın ismini bir türlü okuyamaması sırasında bizzat gözlemleyerek öğrenmiştim. HHH Ayrıca “Eski Türkçe”de kitap yazısı el yazısından farklıdır. Üstelik, zaten anlamları muğlak olan ve çok kişinin bilmediği ağdalı Arapça ve Farsça sözcüklerin özel imlaları da vardır: Rahmetli Ord. Prof. Suut Kemal Yetkin, öğrencisi Prof. Günsel Renda ile ziyaretine gittiğimizde, Renda’ya yol göstermek için bunlardan ilginç örnekler verir, bizi şaşırtırdı. HHH Sözün kısası: “Osmanlıca” dayatması yapanlar, ya ne bilmediklerini bile bilmiyorlar, ya amaçları farklı, ya da ikisi birden! re olacağı, Türkiye tam üye olamasa bile mutlaka AB limanına demir atması gereken bir ülke olarak değerlendiriliyordu. Bugün geldiğimiz noktada müzakerenin ucunun açık olmasının ne anlam ifade ettiğini daha net görüyoruz. 35 müzakere başlığından sadece 14’ünün açılabilmiş olması, sadece içeriği hemen hemen boş olan tek başlık niteliğindeki “Eğitim ve Kültür” başlığının kapatılması, 8 başlığın Kıbrıs engeline takılması (ki; bu engele takılanlardan ikisi demokrasi ve insan hakları ile ilgili), 5 başlığın Sarkozy tarafından veto edilmesi (bunlardan bölgesel politikayla ilgili olanı, Hollande tarafından serbest bırakıldı), vs. hepimizin sürece karşı olan inancını büyük oranda zedeledi. AB limanına demir atmaya gelince Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın özellikle Başbakanlık yıllarında ikide bir Şangay Beşlisi’ne katılma arzusu (hoş Şangay Beşlisi AB’nin değil, NATO’nun alternatifidir), Türkiye’nin bu limana yanaşmakta pek de arzulu olmadığı algısını yarattı. Yine aynı rapor Türkiye bütün zorluklara rağmen tam üye olsa da üç istisnanın Türkiye’nin karşısına kona cağının altını çiziyordu: l Tam üye olsak da tarım politikasının finansmanını sağlayacak fonlardan yararlanamayacaktık. l Tam üye olsak da diğer önemli gelir kalemi olarak bakılan yapısal fonlardan yararlanamayacaktık. l İşçilerin serbest dolaşımı hakkı Türklere tanınmayacaktı. Komisyon ne dediyse, 3 Ekim 2005 tarihli müzakere çerçeve belgesinde de aynı şeyler söylendi. Dolayısı ile diğer aday ülkelerle eşit koşullarda adaylık sözü ne yazık ki sadece söz olarak kaldı. Doğal olarak konuyu, “AB ile tam üyelik müzakeresine oturan her ülke, şöyle ya da böyle bir gün o masadan tam üye olarak kalkacağını bilir” yaklaşımı ile de değerlendirebiliriz. Ne yazık ki en azından kendimin bu konuda hâlâ çok kuşkulu olduğumu ifade etmem gerekiyor. Yine doğal olarak her biri uzun analizlerin konusunu oluşturacak: l Değişen dünya düzeni, yeni paradigmalar ve parametreler. l Avrupa’nın siyasi ve ekonomik krizleri. l Batı dünyasındaki İslamofobya’nın TürkiyeAB ilişkilerine etkileri.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle