27 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 25 KASIM 2014 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER F Ayakkabılara Suskun Kalamayanlar Yüzünden… Ayakkabı deyip geçmeyeceksin… Ayakkabı, her şeyden önce imkânlı ile imkânsızın sınırını çizen bir tüketim nesnesidir bu toplumda. Alabilme, giyebilme, yenileyebilme imkânı olanlar ile alamayan, giyemeyen, yenileyemeyenlerin arasındaki görünmeyen ama aşılması zor sınıf farkının göstergesidir ayakkabı. Prof.Dr. ÇİLER DURSUN Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü kutuları içinde bulunan paralarla karşımıza çıktı: Helal kazanç ile haram olanın sınırlarını da çizmekteydi artık. Nihayet Ermenek madenlerinde evladını kaybeden bir babanın yırtık kara lastik ayakkabılarında, geri döndürülemez biçimde, sınır çizici ve politik kimliklerimizi kurucu bir simge statüsüne kavuştu. Orada lastik pabuç, patronları karşısında adeta kendi çaresizliklerine terk edilmiş madenciler ile onları bu çaresizliğe terk eden yönetme biçimi arasındaki aşılamayacak sınırı bir uçurum olarak işaretlemiştir. Güçsüz olanın hayatına mal olan uçurumu… Ayakkabı simgesinin toplumsal ve politik kimliklerin kuruluşu açısından bu kadar merkezi olabileceğini, bundan on yıl önce öngörebilir miydik? Ama oldu. Bundan geri dönüş de söz konusu değildir. Bunca ideolojik /kültürel yükle bu kadar kısa sürede dolup taşan bir gösterge olarak ayakkabı, imkânlı ile imkânsızın sınırını olduğu kadar ve hatta bundan daha çok, iyi ile kötünün sınırını da çizen bir simgedir şimdi. Toplumun vicdanı, Hrant’ın delik ayakkabısından hareketle, iyi olan ile kötü olan yönetme biçimi arasındaki sınırın belirsizleştirilmesine nasıl kafa tuttuysa, Recep babanın parçalanmış ayakkabısından hareketle de meşru ve gayri meşru kazancın sınırları arasında son yıllarda artan belirsizleştirmelere de meydan okumaktadır. Siyasilerin unutma eğiliminde olduklarını, bir kez de biz hatırlatalım: Toplumsal dinamikler kaçınılmaz biçimde daima güçsüz olana güç katmak üzere harekete geçmektedir. Bu toplumun insanı, etnik kökeni, dili, dini, mezhebi, cinsiyeti ne olursa olsun, esasen kendisini, eskimiş, delik, büyük ya da dar gelen ayakkabıları giymek zorunda olanlarla bir tutmaktadır. Bir başka deyişle mağdurla ve mazlumla özdeşleşmektedir. Delik ayakkabıları görmezden gelememesi, onlara suskun kalamaması o yüzdendir. Ve görülecektir ki yine o yüzden, toplumsal yaşamda son on yıldır gerçekleşen ideolojik kimliklerin sınırlarının belirsizleştirilmesi, birbirinin içinde eritilmesi ve anlamını yitirmesi işlemlerini de; politik kimliklerin sınırlarının sadece türban üzerinden kurulmaya çalışılması girişimlerini de boşa çıkaracak çok güçlü bir ses verecektir. Çünkü geçmişte mağdur ve mazlum oldukları iddiasındakiler, şimdinin muktedirleridir. Çünkü toplum farkına varmaktadır ki yitirilen her hayat değerlidir ve muktedirler karşısında pabuç pahalıdır. arklı simgeler var toplumda, zenginliği, gücü, nüfuzu gösteren; ama belki de hiçbiri son yıllarda Türkiye’de ayakkabı simgesi kadar yoğun bir anlam yükünü üstlenmiş değildir. Tarihsel olarak taşıdığı ve kendisinde yoğunlaştırdığı kültürel ve ideolojik anlam, ayakkabıyı güçlü bir simgeye dönüştürmenin ötesinde, toplum yaşamında olup bitenlerin ekonomipolitiğini kavramak için onu geçerli bir ölçü haline de getirmiştir. Peki nasıl? Ayakkabı bu toplumda, öteden beri hali vakti yerinde olanların daha rahat satın alabildiği bir tüketim nesnesi olagelmiştir. Kent yoksullarının ve köylülerin hayatında ayakkabı, çoğu kez ihtiyaca cevaben sağlanan bir zorunlu eşya, moda ile ilişkilendirilemeyecek ve ayaklarda paralanmadıkça yenisi satın alınamayacak kadar tali bir giyim kuşam öğesi olagelmiştir. Oysa varlıklılar için sadece zenginliğin değil, aynı zamanda Batı modasına paralel takip edilen ve yaşam gustosunu kanıtlayan, kişisel seçim özgürlüğünün bir göstergesiydi. Kuşkusuz ayakkabının Türkiye’de gündelik hayat kültürünün dokusunda uzun yıllar geçerli olan bu genel karşılığının, devletçi iktisadi sistemle kalkınmaya çalışan, kentleşmeyi hedefleyen ve modernleşmenin sancılarını çeken bir toplum olması ile dolaylı ancak gerçek bağlantıları vardır. Bu bağlantıların gerçekliğini biz, ablasının ya da ağabeyinin henüz paralanmamış ama eski püskü ayakkabılarını giymek zorunda kalan çocukların hüznünde görürüz. Ya da bayramdan bayrama kırmızısiyah ayakkabılarını başuçlarına koyarak sabahı sabah eden miniklerin yüreklerindeki heyecanda buluruz. Dahası, her sabah rengi solmuş pabuçlarını elde fırça, cila parlatmaya çalışan babaların ellerindeki boya izlerinde, yol kenarına sıra sıra dizilmiş boyacıların sandıklarında, annelerin yaz kış terliklerle yetinen kanaatkâr adımlarında da durup durur ayakkabının materyal varlığını aşan ideolojik/simgesel anlamı. Veya magazin programında mikrofona heyecanla konuşan şöhretin, sahip olduğu onlarca ayakkabı dolabının kapağını gururla açarken söylediği “ayakkabıya korkunç düşkünüm” sözündeki şehvette gizlidir ayakkabının insanın toplumsal kimliğini kurucu gücü. Siyaseten temsil edici konumları işgal eden first lady’lerin LouBoutin giyebilmesiyle ölçülmemiş miydi estetik zevkleri ve Sarayın Ağaçları ve Sorular KaçAk Saray hakkındaki son haber, dekorasyon için 280 TIR ağaç ithal edildiğiydi. HHH KaçAk Saray hiç kuşkusuz AKP iktidarının simgesi olarak tarihe geçti bile! Maliye Bakanı, maliyetinin (şimdilik) 1 milyar 370 milyon lira olduğunu açıkladı; yani yaklaşık 600 milyon dolar kadar. HHH Bu “ucube” hepimizin paralarıyla finanse edildi. Şimdi, AKP’nin başarılarının(!) bir göstergesi olarak, söz verildiği üzere, halka açılmasını bekliyoruz. HHH CHP Manisa Milletvekili Özgür Özel, Meclis’te Maliye Bakanlığı’na KaçAk Saray’la ilgili birtakım sorular sordu: “Kaçak Saray’ın aylık elektrik faturasının 700 bin TL’yi bulacağı iddiaları doğru mudur? Kaçak Saray’ın Kasım 2014 elektrik fatura tutarı ne kadardır? Kaçak Saray’ın elektrik, su, ısınma, temizlik, güvenlik vd. gider kalemleri nasıl ve nereden karşılanacaktır? Söz konusu bu giderlerin aylık tutarının ne kadar olduğu belli midir? Belli ise kalemlere göre ayrı ayrı belirtilmek üzere aylık/yıllık giderler tutarı ne kadardır? Kalemlerine göre belirtilmek üzere, Kasım 2014 aylık gider tutarı kaç TL’dir?” Öteki sorular KaçAk Saray’ın yapım ve bir yıllık kullanım giderleri ile neler yapılabileceği hakkındaydı: Kaç engelli maaşı etmektedir? Kaç işsiz istihdam edilir? Kaç asgari ücretli işçi aylığıdır? Kaç emekli aylığıdır? Kaç atanamayan öğretmen maaşıdır? Kaç öğrenciye burs/kredi verilebilir? Kaç taşeron işçi kadroya alınır? Kaç hastane yapılır? Kaç ilköğretim ve lise dengi okul yapılabilir? Kaç üniversite kurulabilir? Kaç öğrenci yurdu kurulabilir? Kaç kadın sığınmaevi kurulabilir? Kaç kilometrelik demiryolu ağı kurulabilir? Kaç engelli ve yaşlı bakım merkezi açılabilir? Madenlerde kaç yaşam odası yapılabilir? Madenlerde çalışan işçilere kaç adet ferdi kurtarıcı set alınır? Yolu olmayan kaç köye yol yapılabilir? Kaç çiftçiye çiftçi destekleme primi verilir? Kaç çiftçiye tarım sigortası yaptırılabilir? Kaç hayvan barınağı açılabilir? Kaç ağaç dikilir? Kaç zeytin ağacı dikilir? HHH Maliye Bakanlığı bugüne kadar bu sorulara yanıt vermedi; bugünden sonra da vereceğini pek beklemiyorum. Soru sahibi Özgür Özel’in bu soruların yanıtları hakkında bazı bilgileri olduğunu tahmin ediyorum... Eğer bunları yollarsa ya da bir hayırsever, birim fiyatlarını da belirterek güvenilir bir hesaplama yaparsa, zevkle bu sütunda yayımlarım. Gerçek bağlantılar puntosunun uzunluğu ile de kudretleri!.. Demek ki ayakkabı deyip geçmeyeceksin… Ayakkabı, her şeyden önce imkânlı ile imkânsızın sınırını çizen bir tüketim nesnesidir bu toplumda. Alabilme, giyebilme, yenileyebilme imkânı olanlar ile alamayan, giyemeyen, yenileyemeyenlerin arasındaki görünmeyen ama aşılması zor sınıf farkının göstergesidir ayakkabı. Hatta öylesine güçlü bir göstergedir ki, günlük yaşamın diline “pabuç pahalı” ya da “dost başa düşman ayağa bakar” deyimleriyle simgesel değerini ve ağırlığını derinden kazımıştır. Düşman ayağa bakar; çünkü bu bakışla karşısındakinin toplumsal konumunu, sınıf ilişkilerindeki yerini anında saptar ve ona göre değer atfeder ve iletişim kurar. İnsanın kim ve ne olduğu hakkında çoğu kez cepte taşınan kimliklerden daha çok şey söyler karşıdakine ayakkabılar. Ayakkabı, güçlü olan ile güçsüz olan arasındaki sınırı üretendir. Unutuldu çoktan, devrik Filipinler başkanı Marcos’un eşi Imelda Marcos’un kameralar önündeki binlerce ayakkabısı, kurdukları düzenin bir hanedan sömürü düzeni olduğunu insanların zih Kimliklerden de öte ninde somutlaştıran görüntüydü. Sonra Türkiye’de suikastlarla öldürülen aydın, yazar, düşünce insanlarının, önce Turan Dursun’un, ama en çok Hrant Dink’in gazete kâğıtlarının dışına taşan delinmiş ayakkabıları toplumun içini sızlatırken, imkânlı ile imkânsızın arasındaki sınıra çarptı vicdanlar. Derken Irak’ın devrik lideri Saddam Hüseyin’in heykelleri Bağdat’ta devrildiğinde ve eski ABD Başkanı Bush Irak’a geldiğinde, Arap kültüründe yapılan “alçaklığı işaretlemek için ayakkabıyla vurma” geleneği ile karşılaştık. Ayakkabının yalnızca sınıflar arasındaki sınırı değil, değerli olan ile değersiz olan arasındaki sınırı da başka kültürlerde çizdiğini izledik, fark ettik. Suratına ayakkabıyı yiyen siyasi figür ne kadar kudretliyse, değersizleştirme hareketi o kadar güçlü algılandı. Gezi olayları sırasında ayakkabı, camiye girmek zorunda kalanların inançlarının ve ötekine saygılarının turnusol kâğıdı yapıldı. Sınırlar, yine ayakkabı aracılığıyla ama bu kez dine saygı duyanlar ve duymayanlar arasında çizilmeye çalışıldı. Ayakkabının simgesel yükü arttıkça arttı. Fakat ayakkabı, ayakta durduğu gibi sabit duramıyordu ideolojik/kültürel alanda. Bu kez ayakkabı Siyasilere hatırlatma ‘Büyük Ağabey Seni İzliyor!’ Prof. Dr. TÜRKKAYA ATAÖV Britanyalı George Orwell’in 1949’da çıkardığı “1984” başlıklı kitap Batı’da çok tutulmuştur. Yurtdışında doktora öğrenciliğim yıllarında zorunlu okuma kaynaklarındandı. Devletin her yurttaşı izlemesini ustaca hicvediyordu. İlk bakışta Sovyetler’deki uygulamasıyla buyurganlığa dönüşen sosyalizmi ya da Avrupa’da kötü işleyen işçi partilerini hedef alıyorsa da bugün kapitalizmi ve emperyalizmi çok iyi anlatıyor. Günümüzde, ABD başta olmak üzere, küresel kapitalizmi ve yadsınamaz biçimdeki çağdaş emperyalist oyunları hâlâ beceriyle yansıtıyor. “1984” yılını rasgele seçtiyse de ileride gitgide buyurgan olacak bir iktidarın bu gidişle herkesi her saat, nefes alışına varıncaya dek, izleyeceğini haber veriyordu. İktidarın sokaklara yazdıracağı “Büyük ağabey seni izliyor!” tümcesi çok geçmeden siyasal bilgiler alanının yaygın diktatörlük simgesi oldu. ABD’de o zamanlar da CIA ve FBI vardı; ayrıca, bir de Ulusal Güvenlik Birimi (NSA). Büyük bütçeleri ve dolu kadrolarıyla “Büyük ağabey” onlardı. Senatör Frank Church o zaman bile “yurttaşın yakında saklı hiçbir şeyi kalmayacak” demişti. Kuşkusuz, büyük ağabeyin sakladıkları dışında. Orwell’la birlikte tüm özgürlükçülerin kaygıları şuydu: Dünya toptan bir tiranlığa doğru yol alıyor. Benim yakından tanıdığım, ABD’nin eski Adalet Bakanı Ramsey Clark, daha 1980’lerde “Nefes alışımız bile kaydediliyor; toplum soysuzlaştı!” demişti. Anayasa, örneğin ABD’nin ünlü Dördüncü Değiştirgesi, ne derse desin, yıllar önce bile NSA odalarında en gelişmiş bilgisayarlar ve her yurttaş sayısının yirmi katına yakın girdiler ya da dosyalar toplanmıştı. 1980’lerde bile, günde kırk ton kâğıt yok ediliyordu. Temel hedef düzeni “en varlıklılar için cennet” yapmaktı. Tekelci kapitalizmin temel amacı da aşağı sınıfları ipinden tutulanlar düzeyine indirgemektir. Bunun kalıcı yolu aldatılan ve sömürülen büyük çoğunluğun özgür düşünme yeteneğini ve temel özgürlüğünü elinden almaktır. Kapitalizmin kendi yaşamını rahatça sürdürmek için yaptığı budur. Sonuçta, ABD’deki Senato gerçekte bir “dolar milyonerleri kulübü”ne dönüşmüştür. Orwell ve yorumcuları (ad vermeden) benzeri iktidarlar da demek istiyor. Orwell’in savı şu: En varlıklılar kendi temsilcilerini, kapkaççılar için yasalar çıkarttırmak amacıyla ABD Kongresi gibi bir meclise yollarlar; ceplerini doldurdukları paranın bir bölümü gene onların seçim kampanyasına harcanır ve seçilenler daha da fazla para yapmak için yeni yasalar tasarlar, toplumu her açıdan bu hedefe yönlendirirler. Yapıtında şöyle bir acıgüldürü de var: Saygıdeğer iddiasında bir hatun bir gorille evlenmeyi reddeder, çünkü o gorilin parası yoktur. Yalnız küçük bir azınlık için bir “dolçe vita” olan bu yaşamın bedelini (karnı aç, bakımsız ve sevdiklerini yitirmek pahasına) büyük çoğunluk öder. Orwell’in kitabı çıktığında nüfusun yalnız yüzde 0.3’ü ülke zenginliğinin yüzde 22’sine sahipti. Zenginlikte David Rockefeller’ın yerine geçen Birinci Ulusal Kent Bankası sahibi Walter Wriston bile şöyle demişti: “Ekonomik özgürlüğünü yitirenin siyasal özgürlüğü de kalmaz!” Onunla birlikte, konuşma biçimi bile değişir, yeni tanımlamalar yerleşir. Örneğin: “Bilgisizlik eğitimdir. Tekelci sermaye millet demektir. İnsan hakları diyen yakalanmalıdır.” Bu durumda, Sevgi Bakanlığı işkence yaptırmalı, Barış Bakanlığı savaşlara katılmalı, Gerçekler Bakanlığı yalanlar yaymalıdır. ABD’nin üçüncü sınıf aktör başkanı Ronald Reagan demişti ki: “Dinazorların bir zamanlar yaşamış olduğuna inanmam, çünkü İncil’de böyle bir şey yok!” Bilimin ve sanatın yerini zamanla iktidar karşıtlarına tepeden zorlanan nefret aldı yürüdü. İktidar sarhoşluğu büyüyüp arttıkça, “1984” kitabı (bizden olmayanlara karşı) “Nefret Haftaları” düzenlenebileceğini yazıyor. Bu anlayış Şili’de Pinochet’yi, Gazze’de bombardımanı yarattı, ekonomiyi sürdürebilmek için art arda savaşlarla insansız savaş uçakları ve robot askerler teknolojisini getirdi. Ne yazık ki, Orwell’ın yazdıkları doğru çıkıyor, gelişmeler o yönde.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle