03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
5 EKİM 2014 PAZAR CUMHURİYET SAYFA DİZİ 9 İran ’a egemen olan İslam rejimine karşın tünelin diğer ucundaki aydınlığı hissetmemek mümkün değil Tünelin ucundaki aydınlık ÖZLEM YÜZAK İran’ı nasıl tanımlamalıyım diye uzun uzun düşünüyorum. Kafamdaki İran şablonu tamamen yok olmuş vaziyette. Beynim rengini kara olarak kodlamış sanırım İran’ın... Ekranlardan gördüğüm kara çarşaflı, kadınlarına, yumrukları havaya kalkmış şeriat diye sloganlar atarak meydanları dolduran erkek kalabalıklarına aldanarak... Ama karşımdaki İran resmi öyle değil. Güleryüzlü insanlar, saçlarının yarısını açıkta bırakacak şekilde şeklen örtünen, bakımlı, makyajlı pırıl pırıl genç kızların ve kadınların, genç erkeklerin, parkları dolduran, ailece arabalarına hatta motosikletlerine doluşarak gezinen kalabalıkların mekânı bir yandan da... Şiirin ve şairlerin ülkesi... Geniş caddelerin, büyük bakımlı meydanların, korunmuş tarihin... Öylesine köklü bir kültür ve medeniyet var ki arkasında, günümüz İran’ına halen egemen olan İslam rejimine ve şeriat hükümlerine karşın tünelin diğer ucundaki aydınlığı hissetmemek mümkün değil. Tünel ne kadar uzun ve karanlık olursa olsun, 10 günlük kısa gezide 5 ayrı kentteki izlenimlerimizle İran halkının sessizce Godot’yu beklediğine inandım... Nereden başlamalı anlatmaya... İlk durağımız olan Tebriz’den belki... Tebriz İran’ın Doğu Azerbaycan eyaletinin başkenti. Nüfusu 4 milyona yakın ağırlıklı Azeri Türklerinin yaşadığı bir bölgedeyiz. Azerbaycan, Farsça Acemin Türk eli ateş (azar) ve muhafız (baycan) sözcüklerinden oluşuyor. Ateş muhafızları demek. Ve bu isimler Perslerin Zerdüştlük dönemine ait. Çok kolay olmasa da anlaşıyoruz. Rehberimiz Azeri bir genç kız. 78 milyon nüfuslu İran’da 20 milyonu aşkın Azeri yaşıyor. Aksanları Türkçe ile Farsçanın karışımı. Çarşılar, camiler, kültür ve ören yerleri kadar sokaktaki insan da ilgimizi çekiyor. Sanırım biz de onların. Çünkü adım başı durdurup nereden geldiğimizi soruyorlar. Türkiye deyince yüzlerindeki gülümseme biraz daha artıyor. Kapalıçarşının serin avlusunda soluklandığımız sırada esnaftan biri ‘Burada özümüzle yaşayamıyoruz’ diye memnuniyetsizliğini ifade ediyor. Ve ekliyor: “Devlet Bahçeli’yi beğenirem ama Kürtler konusunda kızirem. Bize yani Azerilere gösterdiği özeni, Kürtler özünü yaşayabilsin diye göstermiyor.” Midibüsümüzün şoförü kalender biri. Beraber bölgeyi dolaştıkça samimiyet de artıyor, sohbet de... “Arap değilem. Allah’ı yüreğimde taşirem, Türk’üm ben. Yıldızlara, güneşe bakırem” diyerek koca günün en özlü sözünü söylüyor. Tebriz’in devasa kapalıçarşısının labirentleri içinde kaybolmadan yürümek mümkün değil. 7 kilometrekarelik bir alanda 24 ayrı kervansaraydan oluşuyor kapalıçarşı. UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde. Alabildiğine farklı koku ve renkler tüm duyularımızı harekete geçiriyor. Emekli Bir Seks İlahı ‘Sol’u kalbimizde yaşıyoruz İran’a geldik ya; illa da nargile içeceğiz diye tutturuyoruz. Üstelik aradığımız tömbekide nargile. Esnaftan aldığımız bilgilerle çarşının kuytularında daracık bir kapıdan merdivenle yukarı çıkıyoruz. Mermer masalar ve sedirler, bunların üzerine sıralanmış, nargile çeken erkekler. Turistik bir yer değil, bildiğimiz kahvehaneler gibi... Aklıma birden Afgan yazar Atik Rahimi’nin ‘Kahrolsun Dostoyevski’ kitabındaki nargile mekânı geliyor... Gürültü, uğultu yok. Herkes sessizce nargilesini tüttürüyor. Okuduğum kitaplarda “Kadınlar erkeklerin gözlerinin içine bakmazlar, gülümsemek, selam vermek pek de hoş karşılanmaz” yazıyordu. Ama içgüdülerim küçük bir deneme yapmamı söylüyor. Selam vererek ve gülümseyerek ilerliyorum. Kimi bakışlarını kaçırıyor, kimi başını eğerek selamlıyor. Sakin bir köşeye ilişiyoruz. Ve nargileleri fokurdatmaya başlıyoruz keyifle...Yan masada birkaç genç. Tiyatro öğrencisiymişler. “Burada her şey yasak” diyor biri. “Resmi onay almadan hiçbir oyun sahnelenemiyor, öyle sizdeki gibi sokakta amatör tiyatro yapmak yasak.” Gezi olaylarını çok yakından izlemişler. Facebook, Twitter yasak ama bir şekilde, tıpkı bizde olduğu gibi, delinebiliyormuş. Nuri Bilge Ceylan’a hayranlar... “Sol var ama örgütlense bile istedikleri gibi söyleyemiyorlar. Bu yüzden kalbimizde ve kafamızda yaşıyoruz. Nâzım’ın dediği gibi cennet de cehennem de içimizde...” Bundan birkaç ay önce 3 genç İranlı kızla 3 erkeğin Pharrell Williams’ın Happy şarkısı eşliğinde dans ettiği video sosyal medyada paylaşım rekorları kırınca tutuklanmalarını hatırlıyorum. Gençlerin her birine 91 kırbaç ve 6’şar ay da hapis cezası verildi. Ancak ceza şimdilik uygulanmayacak. Gençler 3 yıl boyunca gözetim altında olacaklar ve “uygun bulunmayan bir durumda” cezaları hayata geçecek. Eğer İran yasalarına göre herhangi bir “taşkınlık” yapmazlarsa tabii... Biz de buradan yola çıkarak sohbet ettiklerimizin isimlerini yazmıyoruz. Durumlarını zorlaştırmamak için... Tebriz’de Azeri şiirinin ustaları yüzyıllardır aynı kabristana defnedilir. Şiirleri 92 dile çevrilen Şehriyar’ın görkemli mozolesi de burada. Dünyanın tek şairler mezarlığını yapacak kadar edebiyatçılarına sahip çıkan Azerilerin modern mimarinin örneği bu anıtmezarı, bu toprakların derin ve köklü uygarlığının sembolü gibi karşımızda. Farslar için Hafız neyse Tebrizliler için Şehriyar o. Büyük bir çerçevede Şehriyar’ın Tebrizli Şems için yazdığı bir şiir çerçevelenmiş. Mevlana ve Şems resmedilmiş bu çerçevede. İçeride Şehriyar’ın kendi sesinden ünlü “Heyder Baba” şiirini dinletiyor müze görevlisi. Şiir, bir kitap oluşturacak kadar uzun. Tebriz’de dolaşırken rehberimiz, Rıza Sarraf’ın açtığı AVM’yi gösteriyor: Lale AVM. İçeri girip dolaşıyoruz. Her yer Türk markaları ve mağazaları ile dolu. İranlıların özellikle de gençlerin Şairler Mezarlığı... fast food düşkünlüğü önce şaşırtıcı gelse de, küresel akımdan etkilenmelerinin imkânsız olduğunu anlıyoruz. İran’ın Tebriz kökenli Azeri Türklerinden olan ve Türk vatandaşı olduktan sonra Rıza Sarraf ismini alan Reza Zarrab’ın Türkiye’deki ilişkilerini yakından izliyorlar. Yolsuzluk ve rüşvet davalarını da biliyorlar. Ama Sarraf’ı “Ambargodaki rolü ve İran’a hizmet” çerçevesinde değerlendiriyorlar. Yanımızdan geçen her taksiden Türkçe şarkılar yükseliyor. En favori ise İbrahim Tatlıses. Rıza Sarraf’ın AVM’si Kilisedeki genç kızlar... Kuzeye ilerliyoruz. Azerbaycan’ı İran’dan ayıran Aras Nehri boyunca... Eski bir Ermeni yerleşim yeri olan Jolfa’da yine UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan 14. yüzyıldan kalma Saint Stephanos Kilisesi karşımızda. Kilisenin bahçesinde bir grup genç kız çeviriyor etrafımı. Soru yağmuruna tutuyorlar. Nereden geldin, çalışıyor musun, İran’ı nasıl buldun, diye... Ağırlıklı olarak siyah giymişler ve başları yine yarı yarıya örtülü. Ara sıra biraz geride duran bir genç kadına göz atmalarından şüphelenerek “Öğretmeniniz mi” diye soruyorum. “Muallime” diyorlar. Hepsi lise öğrencisi. Okullar henüz açılmadığı için merak ediyorum. Tebriz’de bir kütüp hanede yaz döneminde dersler görüyorlarmış. Birlikte bu geziye çıkmışlar. Edebiyat, şiir... Ama bir yandan da meslekler, örneğin kuaförlük, acil yardım vs... Hepsi de üniversite eğitimi almaya kararlı. Gazeteci olduğumu öğrenince imza istiyorlar. Kollarını sıyırıp elime kalem tutuşturuyorlar. Kollarına imza atıyorum.... İran gerçekten ilginç... İran’daki rehberimize ‘Özlem başını açsa ne olur?’ diye sordum Önce ikaz sonra tutuklama ORHAN BURSALI Tebriz’de kaldığımız otele yürüyüş mesafesindeki, kent halkının eğlencegezinti yeri olan şirin ve küçük gölü Elgoli çevresini dolaşıyoruz. Akşam karanlığı çökmüş. Biraz ötede kurulu Luna Park’ın dönme dolabı dönüyor. Mısırcılar, dondurmacılar, küçük çayhaneler.. Göl’de küçük eğlence kayıkları, göl içinde dolaşmak için.. Gürültüsüz ortam. Aileler, kadınlı, kızlı, erkekli Tebrizliler dolaşıyor. Bu kent Azeri... Tanıdık sözler ve Türkçe aksan kulaklarımızda.. Sürekli bir anlama çabası içindeyiz... Bazı Azeri konuşmalarını zerre kadar anlamıyorum, iyi konuşmalardan ise ne demek istediklerini çıkartabiliyorum.. Gölü ikiye bölen kara parçasının ortasında, şimdi lokanta olarak kullanılan küçük eski bir saray… Pek çok çeşitli giyimler içinde kadınlar ve kızlar. Yüzü peçeli kimseyi görmedim ama çarşaflılar da var.. Ama genç kız ve kadınların hepsi modern giyimli.. Önemli olan kadınların “dişilik hatlarını” ortaya çıkarmayacak bir giyim içinde olmaları. Örneğin pantolon var ama kalçalar belli olmayacak. Üzerine tünik benzeri bir giysiyi sarkıtmanız gerek.. Güzel renkli çoğu ipek türü ama uzun başörtüleri, (bizimkiler gibi tek bir kılını göstermeyen türbansıkmabaş değil!) başlarının yarısını örtüyor. Bakımlı saçların önden yarısı dışarıda. Başörtü önden göğüsleri ve enseyi kapatıyor... Bazen arkaya devriliyor başörtü, elle öne çekiyorlar. Tepede topuz veya saçlara takılan toka, başörtüsünün tamamen enseye düşmesini engelliyor. Başörtüyü iki ucundan aşağı doğru sarkık bırakamazsın. Boynuna dolamalısın. Arkadaşlarımızdan Basir, bir arkadaşımızı şaka yollu ikaz ediyor, “Bak göğüs frikiki vermek yasak!” Güldehen toparlıyor hemen! Bence saçlar açık sürecine giriyor İran’da. Ense ve göğüs örtülü olacak ama başörtü tamamen enseye devrilmiş olacak. O aşamada! Cumhurbaşkanı Ruhani, dünya Matematik Nobeli sayılan Fields madalyasını kazanan İranlı matematikçi kadın Prof. Dr. Meryem Mirzakhani’nin başı açık fotoğrafını kendi internet sitesinde yayımlamıştı. İran’da tepkilere de neden olmasına rağmen, Ruhani bildiğini okudu. Ruhani, İran’da yasak olan Twitter’ı da kullanıyor! Hassas erkekler mutlaka vardır Benzer giyimdeki rehberimiz sorumu yanıtlıyor: “İsteyenin saçlarını ortada bırakacak şekilde giyiminden yanayım. Bu yasak kalkmalı. Ben böyle yarı örtülü başımdan memnunum.” Soru: Mesela Özlem başını tamamen açıp dolaşsa burada, ne olur? Yanıt: Burada dolaşanlar arasında sivil görevliler olabilir, görürlerse hemen ikaz eder ve karakola götürürler. Yabancıysan ikaz eder ve bırakırlar orada. İranlıysan, kaydını alırlar, biraz tutarlar, ikaz ederler ve bırakırlar. İkinci kez de yakalanırsan, içeride tutarlar bir süre... Soru: Peki, görevli yoksa burada, halkın tepkisi olur mu? Yanıt: Çoğunluk ses çıkarmaz, Kadın lar hiç karışmaz. Ama bu konuda hassas erkekler mutlaka vardır, ikaz ederler başını ört diye… Durum bu... Sürekli başım açık gezeceğim diye tutturan olursa, özgürlüğünün kısıtlanacağı açık seçik. Bizim gruba bakıyorum, kadınlar uzun yolculukta bile otobüsümüzde genellikle başlarının yarısı örtülü olmaktan şikâyetçi değil... Bir ara hepsi fora ediyor ama bu sadece özel bir gösteri olarak kalıyor. Kadın dişiliğini ortaya çıkartacak giyimler konusunda görüşlerimi yazmıyorum burada. Şüphesiz başörtme kabul edilebilir değil. Dini yasaklar, şartlar şurtlar arasında böyle bir şeyin yeri kesin yok. Ama, din tamamen erkeklerin egemenlik alanı içinde bulunduğundan; din, erkek egemen bir olgu olduğundan, tarihsel olarak kadın erkeğin baskısı altında bulunduğundan dini belirleyen erkekler, kadınların yaşam ve giyinme tarzlarını da belirlemişler ve ortak bir İslam kültürü oluşturmuşlar... Kadınlar bunu kabul edemez... Yoksa erkeklerin sürekli baskısı altında kalır. Türbanlamanın beyni de türbanlama yönünü kimse inkâr edemez. Erdoğan türbanın dini gereklilik olduğunu söylüyordu; türbanı, haklı olarak teferruat olarak gören Fethullah Gülen’e karşı.. Cahilliğinden mi, buna inandırıldığından mı, yoksa kadınların erkeklerin belirledikleri biçimde yaşamaları işlerine geldiğinden mi?.. Beyoğlu’nun arka sokaklarında, eski bir binanın ışıksız dairesinde bulmuştum onu… Hâlâ cüsseliydi; ama yaşlanmıştı. Gençliğimizin perdelerini parçalayan adam, usta işi bir makyajla ihtiyarlatılmış gibiydi. Zaman denen öğütme makinesi, o haşin delikanlıyı, müşfik bir dedeye çevirmişti. Yeşilçam’ın kurtarıcı silahı, emekli bir seks ilahı olmuştu. HHH Bir kuşağın ergenlik düşlerini süsleyen afişleri duvardaydı hâlâ: “Helal Sana Behçet.” “Sev Beni Behçet.” “Namın Yürüsün Behçet.” “Parçala Behçet.” Bu sonuncusu, ona nam olmuştu. 70’lerin ikinci yarısında, sokaklarda silahların konuştuğu o kan deryasında, “3 Film BirdenDevamlı” oynatan köhne sinemalarda, en çok onun filmleri iş yapardı. Bizim nesle musallat olmuş bir salgındı seks furyası; öncesinde yoktu; sonrasında da olmadı. O yıllarca beyaz mendillere kan tüküren kadınlar, onlara gizlice gözyaşı döken adamlar çekiliverdi perdeden; cömertçe soyunan dilberler, uzun donla yatağa giren erkekler doluşuverdi perdeye… Erkeklerin bir kısmı tüy sıklet komedyenlerdi; seyirciye benzeyen, kavruk tiplerdi. Ne yapar eder, rüyalarında göremeyecekleri kızların koynuna girerlerdi. Bir de döverken de severken de sert olan, kavgacı, asık suratlı, yırtık adamlar vardı. Behçet onlardandı. HHH Yıllar önce, bir popüler kültür serisi için röportaja gittiğimde, o sertliğinden eser kalmamıştı. Yeni hayatında Behçet Nacar, dizilere kostüm satan bir “oyuncakçı dede” rolündeydi. Eski defterleri açtım. Sevişmeyi ondan öğrenen yüz binler, şehvet seanslarında kadınları parçalayışını iştahla izlerken o ne hissediyordu? O setlerde gerçekte neler yaşanıyordu? Sonrasında eve nasıl gidiyordu? Furya çöktüğünde o ne yapmıştı? Sordum, anlattı: Sultanahmet’te doğmuş. Sanat okulu okumuş. Asıl mesleği dökümcülükmüş. 1964’te tesadüfen figüran olmuş. 10 lira yevmiye ile kötü adam rollerinde epey “dayak yemiş”. Sonra evlere televizyon girmiş; şiddet yıllarında aileler sokaktan, sinemadan çekilmiş; beyazperde teslim bayrağını çekmiş. Ve seks filmleri devreye girmiş. Bir avantürseks filminde stüdyodakiler “Parçala abi, yırt” diye motive etmişler. Behçet de rolünün hakkını vermiş; parçalamış, yırtmış, sevişmiş. Kimlerle? Evinden kaçıp artist olmak isteyen ve kendini yönetmenin yatağında bulan Kezban’larla mı gerçekten? “Hiç alakası yok” demişti Behçet Nacar, bir uzman edasıyla konuşurken: “Hep belli başlı kızlardı. 20 kişilik sete çıplak girerlerdi. Herkes alışmıştı, kimse dönüp bakmaz, biz yatakta rol yaparken set ekibi sigara içip sohbet ederdi. Ama kadın kalabalık istemezse, o sahnelerde ışıkçılar ışıkları, kameramanlar kameraları sabitler, dışarı çıkarlardı.” Yatak sahneleri çekilirken hiç tamamen soyunmazlarmış. Her şey çıksa bile külotlar çıkmazmış. Sevişme sahnelerinde külotları bacaklarıyla saklar, çıplak oldukları izlenimi yaratırlarmış. Soğuk platolarda, sigara dumanı altında çırılçıplak yatarken, spot ışıklarıyla ısınmaya çalışırlarmış. Ne uyarılmak, ne âşık olmak… “O kadınlarla kardeş gibiydik. Birbirimize alışmıştık; hiç öyle art niyetle bakmadık. Ben evliydim zaten… Set çıkışı eve giderdim. Televizyon seyredip 9 gibi yatardım.” HHH Kamera karşısında kadınları parçaladıktan sonra mesai bitimi televizyon karşısında çekirdek çitleyen bu seks ilahı, soyunma odasında ağlayan bir palyaço burukluğu bırakmıştı bende… “Külotlar çıktıktan sonra iş yozlaştı” diye dert yandı röportajın sonunda; sanki adabın teslim bayrağı, o bez parçasıymış gibi… Pişman değildi; can çekişen bir sektörde, kendi filmleri sayesinde insanların karnının doyduğuna inanıyordu. “Her şeyimi sinemaya borçluyum; çok ekmeğini yedim. 100 negatifim vardır. Onları satıp yazlık, kışlık ev aldım; oğluma, kızıma bakıyorum” dedi. Vedalaşırken ben ona bir kitabımı imzaladım; o bana bir afişini verdi. Önceki gün de vefat haberi geldi. “Parçala Behçet”le, ömrümüzün bize ayrılan bir zaman dilimi daha parçalandı gitti.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle