02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 27 OCAK 2014 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Holokost, Alman Mülteciler Unutmuşlar SORUNSUZ ve rahat bir gününüzde, tam da o saatlerde, cezaevlerinin bir köşesinde, belki ranzasına uzanmış ya da daracık aralığından dışarı bakarken dalıp gitmiş bazı insanlar vardır ki, nasıl ve niçin orada oldukları ve suçlarının ne olduğu çoğumuzca bilinmez. Kimileri, bazen yanlış ve sonradan henüz hakça düzeltilmemiş bir yargılamayla oradadırlar ve ne zaman çıkacaklarını bilemezler. Kimi, yaşamının en sağlıksız bir döneminde sağlığını mı, özgürlüğünü mü, sevdiklerini mi düşüneceğini kestiremez. onunun en düşündürücü yanı, çoğu zaman onların orada olmalarını aklınızdan bile geçiremeyeceğiniz kişiler olmasıdır. Örneğin, Yalçın Küçük gibi parlak bir zekânın anlaşılması ve anlatılması pek kolay olmayan nedenlerle hep öyle bir köşede bu tür donuk düşüncelerle baş başa bırakılmış olmasına inanabilir miydiniz? Ya da yıllardır bitmeyen mahkumluğu sırasında bir de yirmi bir yaşındaki oğlunu trafik kazasında kaybetmenin acısını yaşamış olan İnönü Üniversitesi Rektörü Profesör Dr. Fatih Hilmioğlu’nun “karaciğer kanseri şüphesiyle hapishane koşullarında yaşaması daha fazla sürmeyebilir” diyen bir hastalık raporuna rağmen hâlâ aynı yerde çile çekmesine uzaktan da olsa katlanabilir misiniz? lbet, bu örneklerin çok daha acıları da vardır ve hukuk sonuçlarının bir yana itilmesini de kimse istemez. Sorun, bir acındırma sorunu değil, bir an önce, dikkatle ve başka kavramları zedelemeden çözülmesi gereken bir hukuk sorunudur. Çünkü hukuk, insancıl duyguları çiğneyerek kırıp dökmekle adalet getiren değil, her işin insanca yapılmasını sağlayan bir düzen ister. Kısa bir yasayla sağlık sorunları ve süre bakımından birkaç tıp ve hukuk uzmanından oluşturulacak daimi, çok küçük, kendiliğinden veya başvuru üzerine en kısa zamanda karar alabilecek nitelikte bir karma komisyonu hemen infaz mekanizmasının içine yerleştirerek dünyaya ve gelecek kuşaklara örnek olmak Türkiye Cumhuriyeti’nce başarılamayacak bir iş midir? İktisatçı Kuşak MİTHAT MELEN on günlerde o kadar çok politikaya daldık ki ekonomiyi unuttuk. Gerçi politika 2014 yılında öyle hızlı ve değişken bir hal aldı ki, dönen kartopunun nerede çığ olup kimlerin ve nelerin başına ineceğini artık tahmin etmek bile zor. Ancak bir gerçek var ki, 2014 yılı Türkiye’de politik açıdan zor geçecek. Her şeyden önce yerel seçimler var. Ardından Cumhurbaşkanlığı seçimleri, belki de olası bir erken genel seçim. Bir kere taşlar yerinden oynadı. Artık herkes parmaklarının ucunda ne olacağını bekliyor. Hep söylemişizdir; önemli olan değişimin demokratik olması ve seçimle gerçekleşmesi. Onun dışındaki hiçbir seçenek tercih edilebilir değildir. Demokrasiye inancımız varsa sandık önemli çözümlerden biridir. Şimdi böyle zorlu bir ortamda, seçim yılında ekonomi yönetmek çok kolay bir iş değildir. Hele de Türkiye gibi kurumların tam oluşamadığı ve doğru dürüst ayakta kalamadığı bir ülkede ekonomiyi el yordamıyla yönetmek güçtür. Birkaç gündür döviz kurunun patladığını, faizlerin ise zorla yükseltilmemeye çalışıldığını görüyorsunuz. Parasal politikalarda elinizdeki en önemli araçlar faiz ve kurdur. Bu parametrelerden teorik olarak ancak birini tutabilirsiniz. Özetle, kuru veya faizi müdahalesiz boş bırakamazsınız veya ikisine birden müdahale edemezsiniz. Bir de son yıllarda özel sektörün döviz cinsinden aşırı borçlanması ve bankaların döviz cinsinden rezerv tutması kura baskıyı artırmaktadır. Merkez Bankası ise tek başına kura müdahale etmekte yalnız kalmaktadır. Çünkü faizleri düşük tutmak kura baskıyı artırmaktadır. Aslında tek başına bir parasal politika, ekonominin istikrarı için yeterli değildir. Parasal politikaların maliye politikalarıyla desteklenmesi gerekir. Ya vergileri artıracaksınız ya da giderleri kısacaksınız. Ama bizim ekonomimizde kamuyu piyasadan borçlanır halden kurtarmak ve yansıma etkisini azaltmak için şimdiye kadar Türk Lirası üzerindeki baskı azaltılmıştı. Bundan sonra döviz kuru arttığı için ithalat pahalılaşırsa Türk Lirası gelirleri düşecektir. Hâlâ vergi sistemimizi düzeltemediğimiz için dolaylı vergilerin daha çok olması ekonomiye Türk Lirası girişini ithalat düşünce azaltacaktır. Ayrıca ihracat da düşeceği için döviz baskısının üzerine Türk Lirası baskısı da binecektir. Bir de ödemeler bilançosuna bakalım. Çok kafa karıştırmadan, ayrıntılara girmeden yılda yaklaşık 60 milyar dolar cari açığımız var. Basit bir hesaplamayla günde 250 milyon dolar diyelim (60/12/20), bu her gün 250 milyon dolar döviz bulmanız gerektiği anlamına gelir. Bulabilirsiniz tabii. Ancak yüzde kaç faizle bulabilirsiniz? Dünyanın kullandığı paranın iki misli faiz ödemezseniz Türkiye’ye fonları çekemezsiniz. Ayrıca çok sıcak fonlar da soğur gider. Şimdi çelişki değil mi dövize yüksek faiz öderken Türk Lirası faizini tutmanız? Bu ne demektir? Bütün dünya yüzde 12’den döviz faizi varken yüzde 10’dan Türk Lirası’na neden gelsin? Bir şeyi anlıyorum, seçim yılında zam yapmak zordur. Yalnız kuru aşırı yükseltirseniz Türkiye’de üretim düşecek, kalkınma hızı yavaşlayacak, halk kitleleri sosyal huzursuzluk yaşayacak, hele de seçimden sonra sokağa bile dökülecektir. (Dileyelim, bu gerçek olmasın.) Döviz kuru ortalama yüzde 25 oranında yükseldiği için Türkiye’de de maliyetlerin aynı oranda arttığını düşünmekte yarar var. Bir taraftan maliyet enflasyonunu kamçılıyorsunuz, diğer taraftan ihracatı ve üretimi düşürüyorsunuz. Büyüme hızı da doğaldır ki azalıyor. Türkiye’nin bugünlerdeki şansı Batı ekonomilerinin toparlanma yolunda olduğu noktasıdır. Bundan hareketle sadece Merkez Bankası’na baskı yaparak değil, Hazine’nin sessiz kalmayıp ekonomi yönetimine el atması gerekir. Merkez Bankası Kanunu’nun birinci maddesi fiyat istikrarını korumaktan bahseder. Şimdi Türkiye’de fiyat istikrarı korunuyor mu? Bizim kuşak bu ekonomi ve krizler konusunda o kadar çok şey gördü ve tecrübelendi ki. Türkiye’de siyasi partiler çoğunlukla ekonomi kötü gittiği için iktidara gelirler, yine ekonomi kötü giderse de giderler. Hanımlar, beyler ve sevgili çocuklar, hep birlikte Türkiye ekonomisiyle ilgilenmemiz gerekir. B K E irleşmiş Milletler, 2005 yılında 27 Ocak gününü “Holokost kurbanlarını anma günü” olarak ilan etti ve son üç yıldır Türkiye’de de anma törenleri düzenleniyor. Bu kısa makalemde, 1930 ve 40’larda Nazilerden kaçan Alman kökenli Musevi mültecilere Cumhuriyet hükümetinin izlediği bilinçli, yardımsever ve insani politikaları, okuyuculara bir defa daha hatırlatmak istiyorum. İkinci Dünya Savaşı’nın Alman toplumu üzerindeki gerçek tahribatını ve izlerini Almanya’da öğrencilik yıllarımda görebildim. Savaşın iz bırakmadığı hiçbir aile yoktu. Eşlerini ve çocuklarını savaşta kaybeden insanlarla karşılaştım. Doğu’dan Batı’ya göç edenlerin yaşam kavgalarını izleme fırsatını buldum. O günlerde sorduğum ve bugün de yanıtını aradığım soru şu idi: Martin Luther, Goethe, Schiller, Heinrich Heine, Hegel, Karl Marx, Feuerbach, Robert Koch, Beethoven, Schubert, Bach, Handel, Mendelssohn, Wagner, Brahms gibi aklıma gelen bazı isimleri dünya kültürüne ve bilimine kazandıran Alman toplumu böylesine ağır bir insanlık suçunu nasıl işleyebildi ve bu işlenen suça nasıl ortak olabildi? Gerçekten Harvard öğretim üyesi Daniel Jonah Goldhagen’in “Hitlers willige Vollstrecker” (1996) adlı kitabında iddia ettiği gibi tüm Alman halkı Hitler’in gönüllü cellatları mı idi? Bunun cevabını 3 yıl süre ile görev yaptığım uluslararası “ NaziGold Holocaust” Komisyonu’ndaki çalışmalarım sırasında bulmaya çalıştım. Nazi kamplarından kurtulan ve yaşayan bazı insanlarla konuştum. Bunlardan birisi de Bayan Heidi Fried idi ve kaleme aldığı anılarını “The Road to Ausschwitz” (1990) adlı kitabında toplamıştı ve “never forget” ile başlayan imzalı bir kitabını bana hediye etmişti. Bunun yanı sıra, toplantılar sırasında bugün demokratik olarak nitelendirdiğimiz bazı devletlerin, ülkelerindeki Musevi vatandaşlarını Nazilere nasıl teslim ettiklerini hayretle öğrenmiştim. Alman halkının önemli bir bölümü devlete karşı kayıtsız şartsız itaat kültürünün, idealizmin ve Cumhuriyet Hükümeti S TBMM binası Berlinli mimar Bruno Taut tarafından hazırlanmış ve Ankara’daki bakanlıkların bir bölümü de ünlü mimar Clemens Holzmeisters tarafından yapılmıştır. Bu insanların ülkemizdeki yaşamları kolay olmasa da hayatta kalabilmeleri için Türkiye onlara büyük bir imkân sağlamıştır. Ülkelerine geri döndükten sonra da Türkiye’nin fahri büyükelçileri gibi ülkemizin tanıtımına önemli katkıda bulunmuşlardır. Prof. Dr. BAHRİ YILMAZ Sabancı Üniversitesi kitap yayımladı. Bunlar arasında Alfred Heilbron ve Curt Kosswig, İstanbul’da ilk botanik enstitüsünü ve milli parkı kurmuşlardır. Paul Hindemith, müzik kurumlarını reforme etmiştir. Prof. Ernst E. Hirsch, İstanbul Hukuk Fakültesi’nin kuruluşuna ve Türk Ticaret Hukuku’nun hazırlanışına katkıda bulunmuştur. Aynı şekilde Prof. Fritz Neumark da İktisat Fakültesi’nin kuruluşunda ve yeni nesil iktisatçıların yetişmesinde önemli bir rol oynamıştır. İktisat Fakültesi’nde öğrenciliğim sırasında kendisine verilen fahri doktora payesi nedeniyle Türkçe olarak verdiği dersi dinleyebilme fırsatını bulmuştum. Ayrıca Neumark’ın öğrencilerin sınav kâğıtlarındaki Türkçe imla hatalarını düzelttiği bile söylenir. Anılarını “Zuflucht am Bosporus” adlı kitabında toplamıştır. Geriye dönüşünde de Frankfurt Üniversitesi Rektörü olarak görev yapmıştır. Faiz ve kur Nazilere teslim ve Nazilerin topluma yaydıkları cezalandırılma veya muhalifleri yok etme korkusu nedeniyle, bu vahşet dolu gelişmelere nasıl sessiz kalabildiklerini anlamaya çalıştım. Şüphesiz, 1929 buhranı ve onun sebep olduğu kitlesel işsizlik ile 1. Dünya Savaşı’nın sonrası imzalanan “Versailles Antlaşması”nın Almanya’ya getirdiği olumsuz siyasi ve mali koşullar, Nazilerin işbaşına gelmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Maalesef Nazi rejimine yakın olan ve onlarla işbirliği yapan üst düzey bürokratların ve askerlerin bir bölümü 2. Dünya Savaşı sonrası kurulan “Nürnberg Mahkemeleri”nde yargılandı. Daha sonra işgal güçleri kapıdaki Sovyet tehdidini öne sürerek Almanya’yı korumak için bu davaları durdurdu ve bu insanlar uzun bir süre yeni düzenin içerisinde görevlerine devam ettiler. Şimdilerde ise bu döneme ait bazı yeni bilgiler kamuoyu ile paylaşılmaya başlanmıştır: Eski Alman Dışişleri Bakanı Joscka Fischer’in oluşturduğu “Tarih Komisyonu” Alman Dışişleri Bakanlığı’nın 19331945 yılları arasında Avrupa’daki Yahudilerin toplanmasındaki rolünü ekim ayında bir raporla açıkladı: “Das Amt und die Vergangenheit” (2010). Ayrıca, son yıllarda Vatikan’ın ve bu arada Papa XII. Pius’un bu dönemdeki rolü de ciddi bir şekilde tartışılmaya başlandı: Hubert Wolf, “Papst und Teufel” (2009). Daha önce Avrupa’da var olan ve 1933’ten sonra “Antisemitizm” dalgası ve rejim muhaliflerine karşı rejimin acımasız tutumu Alman Musevilerini ve rejim muhaliflerini dış göçe zorlamıştır. J.F. Kennedy’in danışmanı ve eski Amerikan Maliye Bakanı Micheal Blumenthal’in yazdığı “The Invisible Wall: Germans and Jews” (1998) adlı kitabında insanların Almanya dışına çıkmak için gayretlerini ve karşılaştıkları zorlukları, acılarını ve nasıl mallarına el konulduğunu anlatmaktadır. Almanya dışına salimen çıkabilenler, Amerika Birleşik Devletleri, Çin, Latin Amerika gibi ülkelere gidebilmişlerdir. lkemizin tanıtımına katkı TBMM binası Berlinli mimar Bruno Taut tarafından hazırlanmış ve Ankara’daki bakanlıkların bir bölümü de ünlü mimar Clemens Holzmeisters tarafından yapılmıştır. Bu insanların ülkemizdeki yaşamları kolay olmasa da hayatta kalabilmeleri için Türkiye onlara büyük bir imkân sağlamıştır. Ülkelerine geri döndükten sonrada Türkiye’nin fahri büyükelçileri gibi ülkemizin tanıtımına önemli katkıda bulunmuşlardır. Nazi zulmünden kaçıp Türkiye’ye sığınan ve 12 yılını Türkiye’de geçiren çok önemli iki insandan birisi de Ernst Reuter’dir. Ernst Reuter 1935’te ailesi ile birlikte Türkiye’ye geldi ve 1946 yılına kadar ülkemizde kaldılar. Bu dönem içersinde Ankara SBF’de “Şehir Planlaması” kürsüsünün kuruluşuna katkıda bulunmuş ve aynı zamanda hükümete danışmanlık görevi yapmıştır. Ernst Reuter, 1946 yılında ailesi ile birlikte Almanya’ya döndü ve 1953 yılına kadar Berlin’in unutulmaz belediye başkanı olarak görev yaptı. Cumhuriyet hükümetinin bu insanları savaş öncesinin zor ve karanlık günlerinde ülkemizde misafir etmesi, benim için her zaman büyük bir gurur ve övünç kaynağı olmuştur. Ü ürkiye ikinci vatan Bu ülkelerden biri de Türkiye’dir ve 1000’den fazla Alman vatandaşına kapılarını açmıştır. Bunların arasında 800’e yakın akademisyen, kültür insanı ve politikacı da yer almaktadır. Atatürk ve Cumhuriyet hükümeti bu insanların Türkiye’ye gelmelerini teşvik etmiştir ve Alman bilim insanlarının Türk üniversitelerinin kuruluşunda çok önemli katkıları olmuştur. Bu insanlık adına verilmiş çok önemli bir karardır. İstanbul Üniversitesi Alman bilim insanları ile birlikte çok önemli bir atılım yapmış ve gerçek anlamda bir bilimsel kurum haline gelmiştir. Almanya’nın eski İstanbul Başkonsolosu Reiner Möckelman, “Bekleme Salonu AnkaraWartesaal Ankara” (2013) adlı ünlü Berlin Belediye Başkanı Ernst Reuter’in yanı sıra diğer mültecilerin Türkiye’deki yaşamlarını konu alan mükemmel bir T Sosyal huzursuzluk
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle