19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 31 AĞUSTOS 2013 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Yolumuz 30 Ağustos Asker ve Cumhuriyet OTUZ AĞUSTOS, yalnız bir meydan muharebesi zaferinin kutlandığı tarih olarak kalmamalı. Asıl kutlanması ve üzerinde düşünülmesi gereken, bu olayın “uluslaşmakta olan halk” ile Cumhuriyetin kuruluşu arasındaki kaynaşmayı güçlendirmesidir. Cumhuriyetin temelindeki mayayı anlayıp ondan yararlanmak açısından önemlidir bu kaynaşma. Çünkü devletin tepeden ceberut bir iradeyle kurulduğu biçimindeki safsatayı tekrarlayan şom ağızlılar hâlâ var. Onlarla baş edebilmek için, şehitlik gibi kutsallık taşıyan kavramlara başvurmadan nasıl bir toplumda yaşadığımızı hissettirecek basit ve somut örnekleri anımsamak yararlı olabilir: rneğin, halkın katılımına başvurmak gerekince ailelerden istenenler arasında “iç çamaşırı ve bir çift çorap” da vardı. Savaşın hangi koşullarda sürdürüldüğünü belirtmek için bundan daha “sembolik” bir anlatım bulunamazdı. Aslında, bir propaganda veya halkla ilişkiler yöntemi olmaktan çok uzak gerçek bir sıkıntının sonucu olan bu renklilik, kazanılacak zaferde hem halk direnişinin payını vurgulamakta, B Ö hem de Cumhuriyete giden sürecin gerektirdiği “askerle halk kaynaşımı”nı güçlendirmekteydi. ütün bunlar, Silivri’nin öncesinde ve hemen sonrasında olur olmaz her fırsatı kullanarak askeri kötüleme, uyduruk dedikodularla meşgul etme kampanyasının niçin başlatılmak istendiğini açıkça ortaya koydu: Hedef, dünyaca “asker kavimdir” diye bilinen bir halkı, kendi ordusundan soğutmaktı. “Kim bunlar” diye sorulduğunda karşınıza çıkan hep aynı zümredir: Tanzimat’tan beri çağdaş devleti kurmak, toplumda safsatayı değil, aklı ve bilimi egemen kılmak isteyenler. Onlar, on sekizinci yüzyılın sonlarından başlayarak askerlik alanında teknolojik ilerlemeyi izleme zorunluluğu dolayısıyla ister istemez yeni düşünce ve kavramlarla haşır neşir oldukça, toplumun tutuculuğundan uzaklaşmaktalar. Böyle durumlara her toplumda rastlanması doğal ve normaldir. Bizim toplumumuzda doğal ve normal olmayan, bu uzaklaşmaya ya da yaşam tarzı kopukluğuna tepki gösteren zümrenin kendi ulusal ordusuna bile ters düşmesidir. İzmir’e girmeye çok az kalındığında, bu gidişe “delilik” diyenler komutanlara şu kurnazlığı da sergilediler: “İyi oldu, ama siz çok yoruldunuz. Dinlenin, gidip İzmir’e biz girelim!” Yenik Yunan ordusu rezil olur, kukla padişah da kaçmaya hazırlanırken, kutsal ulusal ateş Mustafa Kemal’in yüzünde parlıyordu. Bu irademizi her zaman kanıtlarız. Prof. Dr. TÜRKKAYA ATAÖV E şsiz Mustafa Kemal “30 Ağustos”u Türk ve dünya tarihi için en etkili meydan savaşı diye tanımladı. SultanHalife altında ezilmiş olan ulus, onun önderliğinde, bir egemenlik savaşımını başarıya ulaştırdı. Padişah Mısır Hidivliği’nin sınırlı yetkilerine bile imrenen bir köleydi. Afyon’dan İzmir’e koşar gibi gidenlerin idam fermanının da sahibi; dostuysa işgalci Yunan ordusu. Ayrıca Mareşal Çakmak’ın dediği gibi, hedefi İzmir olan büyük saldırıyı tasarlarken, karşımızda düşman ordusundan önce Ankara’daki Meclis’te bile ulusalcı olamayan ve yapılacakları “cinnet” sayanlar da vardı. Ancak cephane gibi gereçlerin yetersizliğini bilen, ama Trakya’daki büyücek düşman askeri de Anadolu’ya ulaşırsa işin zorlaşacağını kavrayan Başkomutan başarılı olacağına inanıyordu. Düşman yedeklerinin cepheye ulaşmasını engellemek zorundaydık. Arkasını emperyalizme dayamış olan Yunan ordusu o devletin o güne değin oluşturduklarının en güçlüsüydü. Başyaver Salih Bozok saldırı kararının Sakarya’dan hemen sonra alındığını yazıyor. Günümüzde başı bağlamakla “kadın özgürlüğünün” tamamlandığını sanan kadınların ninelerinin Sakarya’ya top mermilerinin çoğunu taşıdıklarını anımsayalım. Gazi Paşa Ankara’dan sessizce ayrılırken, geride kalanlara başkanlık konutunda yabancı temsilcilerle bir “çay” toplantısı yapacağı yayılmıştı. Anadolu Ajansı’nın bu haberini saray, Avrupa ve düşman karargâhı da işitti. Oysa cephe boyunca yığılmış ordularımız, düşman farkına varmaksızın, yalnız geceleri yürüyerek batıya yöneldiler. Onunla birlikte savaşa katılmak için can atan yaver Cevat Abbas ile Yarbay Fuad’ı Ankara’da bırakarak “Benden söz edenlere burada olduğumu söylersiniz” derken, üçü birlikte kahve içmişlerdi. Tam 25 gün sonra, gene üçü İzmir’de bir kahve daha içtiler. Aradaki birkaç gün içinde, Türkiye’de bir tarih yaratıldı. Önce Konya’ya inildi, sonra Akşehir’e, oradan Şuhut’a. Bir vadiye kurulan çadırlar ağaçlarla kaplandı. Kocatepe’ye varıldığında gün henüz ağarmamış. “Paşalar onun arkasındaydılar/Sarışın bir kurda benziyordu/Bıraksalar/ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak/ Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı.” Saat dörtte toplarımız gürledi. 26 Ağustos sabahı Mustafa Kemal’i Ankara’da yabancı temsilcilere ziyafette sanan düşman için ne acı bir şaşırtı. İlk iki günlük yarma hareketini 2830 Ağustos meydan savaşı izledi. Cephane su gibi akıyor. Gazi Paşa: “Tek mermi kalıncaya değin ateşe devam! Cephaneyi düşmandan alacağız.” Düşman yanan kentlerden, köylerden geçip gitmiş demektir. Alevler içindeki yerler öldürülmüş Türklerle dolu. Manisalı (ünlü yazar) Yakup Kadri kendi kentini tanıyamadı. M. Kemal, Celal Nuri’ye dedi ki: “Askere istirahat emrediyorum. ‘İzmir’de dinleniriz’ diyor.” Ama binlerce de düşman cesedi, üst üste yüzlerce hayvan, toplar, aralarında bir Yu nan bayrağı. “Bayrak ulusun alâmetidir. Kaldırıp topun üstüne koyun.” Gazi Paşa ve yanındakiler orduyu Afyon’dan İzmir’e adım adım izlediler. Kimi zaman buğday, üzüm çuvalları üstünde ikişer saat kestirerek. Bir keresinde, Başkomutan çuval deliğinden aldığı üzüm salkımının yarısını yanındaki Çakmak’a verdi. Ama yol boyunca kurtulan halkın gösterilerini hiçbiri unutamadı. İhtiyar bir köylü “Sen O’sun” deyince, kadınlar çizmesinin tozlarını rastık gibi gözlerine çektiler. Her şey hesap adamı Gazi Paşa’nın iradesine bağlıymış gibi oluyordu. Zafertepe’ye giderken, Birinci Ordu Komutanı uyardı: “Ateş hattına iniyorsunuz.” Yanıt: “Siz burada kalın.” 30 Ağustos günü: “Bugün güneş batmadan kesin sonucu almalıyız. Yoksa düşmanın geri kalanı Murat Dağları eteklerini ve Kızıltaş Vadisi’ni izleyerek çekilebilir.” İzmir’e öyle bir hızla aktılar ki: “Düşmanla karşılaşsak da biraz dinlensek!” General Trikopis ve çevresini Ahmet Çavuş tutsak etti. İntihar edecekmiş de yapamamış. İstanbul’daki eşine bildirildi, “Sağdır, Mustafa Kemal’in konuğudur” diye. “Yedeklerinizi neden getirtemediniz? İzmir’e 10 Eylül’de girmeyi tasarlamıştım; sizin yanlışınızdan ötürü bir gün önce giriyoruz.” Sakarya’nın yürekli teğmeni Sıtkı İzmir kapısında son şehidimiz. Kadifekale’ye bayrağımızı çektiren Yarbay Reşat, çeken de Bilecikli Celil. İşgalde matem yaşayan halk neşeden çılgın. Trikopis 84 yaşındayken Hıfzı Topuz’a demiş ki: “Anadolu’da işimiz neydi? Yabancılara alet olduk. O büyük kumandana hayranlık duyuyorum.” İzmir’e girmeye çok az kalındığında, bu gidişe “delilik” diyenler komutanlara şu kurnazlığı da sergilediler: “İyi oldu, ama siz çok yoruldunuz. Dinlenin, gidip İzmir’e biz girelim!” Yenik Yunan ordusu rezil olur, kukla padişah da kaçmaya hazırlanırken, kutsal ulusal ateş Mustafa Kemal’in yüzünde parlıyordu. Bu irademizi her zaman kanıtlarız. 30 Ağustos Türk ulusuna ve TSK’ye kutlu olsun! Kadın Hakları ve Kardeş Katliamı Önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Ey Birleşmiş Milletler, ne işe yararsın…” dedi. Arkadan, atandığı andan beri kendisini oraya atayan siyasal otoriteye destek vermek için özel bir çaba gösteren ve bu amaçla üzerine vazife olanolmayan pek çok konuda yorum yapan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Birleşmiş Milletler’in kadına şiddetin önlenmesi için yaptığı yardımı reddetti: “BM, kadına şiddetle uğraşacağınıza önce insanlığa karşı şiddeti önleyin. BM’nin bir kuruşunu harcamayacağım. Bizim kadına karşı şiddeti toplumumuza anlatacak kadar hem imanımız, hem maneviyatımız, hem de maddiyatımız var” dedi. Bunu şaşkınlıkla izleyen Profesör Yakın Ertürk, “Türkiye’de ciddi boyutlarda var olan kadına yönelik şiddet, Mısır ve Suriye’de yaşanan insanlık dramlarından daha az önemli değil. Aksine ikisi birbirinden çok da kopuk değil. Kadına şiddet, bir maneviyat ve iman meselesi değil, hak hukuk meselesidir. El kadar çocukların dayak ve cinsel istismardan hastanelik edildiği, kadınların baskı ve şiddet gördüğü ve her gün birkaç kadının sırf kadın olduğu için öldürüldüğü bir toplumda belli ki şefkat ve merhamet öğretilememiş” dedi. HHH Prof. Dr. Ertürk ayrıca “merhamet söylemi” açıklamalarının “zalimleri cesaretlendirdiğini” de belirtti: “Darfur’da yakacak temin etmek için mülteci kampı dışına çıkan kadınların tecavüze uğradıklarını senelerce Sudan hükümetine kabul ettiremedik. ‘Biz Müslüman toplumuz, kadınlarımıza değer veririz’ söylemiyle tecavüz vakalarını reddettiler ve şikâyette bulunma cüretini gösteren kadınları çoğu kez zinadan yargıladılar. Merhamet söylemlerinin inandırıcı bir tarafı kalmadı. Bu tür açıklamalar ancak zalimleri cesaretlendirir” dedi. HHH Şu anda dünyada, katliamların yaşandığı yerleri düşünün… Kardeşin kardeşi, Müslümanın Müslümanı öldürdüğü yerlere bakın: Hangisinde kadın hakları var… Kadına saygının olmadığı yerde insan hakları olur mu? Hesap Lütfen… D NUSRET ERTÜRK nin (Don Kişot benzeri kitapların) okunması istenir. Yazılı sınavda, bu kitaplarda bir noktanın eleştirisi istenir. Yazılı anlatım, en az dört yüz sözcüğü geçmeli koşulu aranır. Başaran, lise bitirme diploması alır. Bu ders baraj dersidir. Bizde ne yapıldı? Türkçenin önemine bir çizgi atıldı. Kuran kursu anayasaya yazıldı! Fransa’daki bir lise öğrencisi, Sanço Panço’dan vatandaşın ne istediğini bilir. Eğer bilmiyorsa Don Kişot’u bir daha okur, gelecek sınava hazırlanır gelir. Dünyanın önde gelen romanlarını okumamıştan, sanat yapıtlarını tanımamıştan aydın olmuyor. Dogmaları, donmuş düşünce kalıplarını kırmanın yolu buradan geçiyor. “Hesap lütfen!” diyenler, okumuş, yürekli, aydın insanlardır. Ya hesap veremeyenler? Hesap sözünü duyunca, dala budağa sarılanlar? İnsanları, hesap verenler, hesabını veremeyenler diye ikiye ayırırsak, durum daha iyi anlaşılır. Hesap vermek büyük erdemdir. Beş yüz yıl önce kurgulanan seyis Sanço Panço’nun gerisinde kalmak ne kötü. Hesap vermeden kaçanlar bir de ne diyorlar? “Komşularınızı polise şikâyet edin!” Bu amaçla mahalle aralarına dek polis birimlerini yaymak istiyorlar… Kısacası, “Hesap lütfen!” sözünü duymak istemiyorlar. Alnı ak olan hesaptan neden kaçsın? Atatürk’ün Aydınlık Türkiye Cumhuriyeti’ni tanınmaz hale sokanlara… Demokratik Taksim Gezi Parkı Direnişi’ni bile içine sindiremeyenlere ne diyelim? “Hesap lütfen!” on Kişot (1615) romanını ölümsüz kılan, önemli niteliklerden biri de eserin sonunda saklıdır. Don Kişot’un seyisi ve yol arkadaşı Sanço Panço adadaki valiliğinden ayrılmak üzeredir. Bir yurttaş söz alır: “Sayın vali, sizin gitmeniz bize büyük üzüntü verecek. Geleneğe göre, her vali görevden ayrılırken hesap verir” der. Sanço Panço şöyle yanıtlar: “Ben adadan meteliksiz ayrılıyorum. Adayı iyi yönettiğime bundan daha iyi bir kanıt olabilir mi?” Bizde, “Hesap lütfen!” isteğine, çoğunlukla şu yanıt veriliyor: “Yaptıklarımın hesabını, ancak Tanrı’ya veririm!” İşte bu olmadı. Sen bu çağın adamı değilsin. Don Kişot romanı, neden beş yüz yıldır dünyada en çok okunanların başında geliyor? “Ancak Tanrı’ya hesap veririm” diyenler, kesin bu romanı okumamıştır. Don Kişot gibi başyapıtlar kutupyıldızı gibidir. Hep doğru yönü gösterirler. Her uygar insanın elinin altında, türünün en önde gelen üçbeş kitabı kesin bulunmalı. Nâzım Hikmet, Aziz Nesin, Sabahattin Ali’nin yeri başım üstündedir. Montaigne’nin Denemeler’i, Maksim Gorki’nin Ana’sı, Cervantes’in Don Kişot’u en yakınımdaki ışıklar. Bunları okuyan, özümleyen devlet adamı oranı yüzdesini merak ediyorum. Kaçının kitaplığında bu yapıtlar bulunur? Fransa, İngiltere gibi ülkelerde lise bitirme sınavları şöyle oluyor. Dünya klasikleri romanlarından en öndeki yirmisi
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle