14 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
8 TEMMUZ 2013 PAZARTESİ CUMHURİYET [email protected] SAYFA KÜLTÜR 17 Güzel günler göreceğiz çocuklar İktidar bilindik mekanizmaları harekete geçirse de karşılarındakiler onların alışık oldukları cevapları vermiyorlar bu kez, onu görüyorum Ünlü Polonyalı yönetmen Kieslowski’nin Polonya televizyonu için “On Emir”den esinlenerek çektiği “Dekalog” dizisinin bir bölümünde karlar altında bir kenti (Varşova) görürüz. O beyaz örtünün altında bile sanayinin, kentleşmenin boz bulanık renkleri ve gri öne çıkar. Buz tutmuş su birikintisi bile gridir, belirsizlik her şeyi örtmüştür. Sonra su birikintisinin kenarında meçhul bir adam tarafından yakılan bir ateş görürüz. “Bilim”in her şeyi denetlediği kentte, ölçümler buz kalınlığının üzerinde dolaşılabilecek seviyeye geldiğini gösterir. Ama kimse buzun yanı başındaki o merkezkaç kuvveti, önceden belirlenmemiş/programlanmamış ateşi hesaba katmamıştır. Buz kırılır ve hayatının baharında bir çocuk ölür. Çocuğun ölümünden kim sorumludur? Yanılmazlığı baştan kabul edilen, toplumun üstüne tırmandırılmış, dogmalaştırılmış “bilimsel” ya da “dinsel” bir düzene yazgılarını teslim edenler mi; düzensizliği, kaosu yaratan ateşi yakan meçhul adam mı; yoksa suyu, yani alttaki tehlikeyi örten ve ateşi marjinal kılan, ama ilk öngörülmedik olayda kırılıveren buzun kendisi mi? u Buz çatladı, ama siz “bilim”i tanrılaştıran gri bir uygarlığın çocukları değilsiniz, yapabilirsiniz, çünkü kendinize göre bir yoğurt yiyişiniz var. Ne olur dikkat edin, düşmeyin suya, biliyorum kaymadan durmanız olanaksız, çünkü o buzda kayacak, onu çizeceksiniz patenlerinizle, biliyorum. Size gönül dolusu, güzel günler göreceğiz çocuklar, diyorum. Su birikintisinin kenarında meçhul bir adam tarafından yakılan bir ateş. olmayacak Hiçbir şey eskisi gibi Hepimize ve herkese, “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dedirten Gezi Parkı olaylarının ardından, Kadıköy’de düzenlenen 1. Gazdanadam Festivali’ne katılmaya hazırlanırken, bunlar geçiyor aklımdan. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, diyoruz ama bunun ölçüsü ne diye soruyorum kendime. Ya her şey daha kötü olursa, ya buz kırılıverirse, ya çocuklar... diye ürperiyorum. Karşımda Halk TV’nin görüntülerinde palalı, satırlı, sopalı adamlar koşturuyor. 1969 Kanlı Pazar’ından görüntüler geçiyor gözlerimin önünden. Toplum polisinin yanında yerde yatan işçiyi bıçaklayan katilin fotoğrafı... Umutlarla birlikte huzursuzluk bulutları da kaplıyor içimi. Ama suda yavaş yavaş ısıtılan bir kurbağanın huzuruyla “yaşamaktansa”, bu huzursuzluk bin kat daha iyidir diyorum. Huzursuzluğumun nedeni, bu devletin iliklerine, tüm gözeneklerine dek sinmiş ceberutluk alışkanlığı. Sokaklara çıkanın “Ayaklar baş olur mu?” diye karşılanmasının gelenekleştiği, özdeyişleştiği bir ülkede yaşıyor olmamız. Sonra bir başka şey geliyor aklıma, gülmeye başlıyorum: “Gaz sıkma, öpjem” diyorum, kocaman bir ruj lekesi kondurulmuş pankartı hatırlayarak. Al işte bu da yeni bir özdeyiş diyorum, “Ayaklar baş oldu bile, çünkü bu karnaval zamanı” diye ekliyorum ardından. İçimi bir ferahlık kaplıyor. İktidar bilindik mekanizmaları harekete geçirse de karşılarındakiler onların alışık oldukları cevapları vermiyorlar bu kez, onu görüyorum. Muhalefet cephesinde eski ile yeni birbirine bir yerde bağlanacak, son 30 yılda birbirinden çok ayrılmış fay hatları arasında bu kez yeni bağlar kurulacak gibi geliyor bana. Açıyorum Nâzım’dan bir şiir okuyorum: “Güzel günler göreceğiz çocuklar, / güneşli günler göreceğiz... / Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar, / ışıklı maviliklere süreceğiz... /Açtık mıydı hele bir son vitesi, / adedi devir. / 19 Yaşım... Motorun sesi. / Uuuuuuuy! Çocuklar kim bilir / Ne harikuladedir / 160 kilometre giderken öpüşmesi...” Nâzım’ın şiirindeki ruh hali bu çocuklara nasıl da uyuyor diye düşünüyorum. Kendiliğimden “19 Yaşım”a geçiyorum sonra: “Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım, / 19 yaşım, / Sana anam gibi hürmet ediyorum, / edeceğim. / Senin ilk arşınladığın yoldan gidiyorum / gideceğim. / Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım / 19 yaşım… (…) Geçti dokuz yıl, / ey benim 19 yaşım, / ormanda çam dalları yaktığımız, / hep bir ağızdan şarkılar söyleyerek / aya baktığımız / gecelerin üstünden. / Ben yine söylüyorum aynı şarkıları / Döndürmedi rüzgâr beni havada yaprağa / ben kattım önüme rüzgârı… / Ve sen ki en yıkılmazları yıkabilirsin, / gözüme bakabilir / elimi sıkabilirsin… Ve sen ki / Sen, / Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım / 19 yaşım.” Buz çatladı, ama siz “bilim”i tanrılaştıran gri bir uygarlığın çocukları değilsiniz, yapabilirsiniz, çünkü kendinize göre bir yoğurt yiyişiniz var. Ne olur dikkat edin, düşmeyin suya, biliyorum kaymadan durmanız olanaksız, çünkü o buzda kayacak, onu çizeceksiniz patenlerinizle, biliyorum. Size gönül dolusu, güzel günler göreceğiz çocuklar, diyorum. HHH Sevgili dostum, zor gün arkadaşı Uğur Hüküm’ün vakitsiz, gerçekten vakitsiz kaybını büyük bir üzüntüyle öğrendim. Ailesine, tüm sevdiklerine başsağlığı ve sabır diliyorum. Yeri hiç dolmayacak, biliyorum. Çünkü yaşarken kocaman bir yer kaplayan insanlardandı Uğur Hüküm. Yeni Bir ‘Eğitim’ Kavramı... Evet, artık hiçbir şey “eskisi” gibi olmayacak. Ama “yeni”nin zamanla “eski”ye benzememesi için yapılması gereken pek çok şey var. Sayın Çağrı Kınıkoğlu’nun geçen cuma SOL gazetesinde çıkan “Geri Düşmemek İçin İleri Sıçrama Zamanı” başlıklı yazısında, bundan sonra yapılması gerekenlere ışık tutabilecek çok önemli bir soru vardı: “Haziran Direnişi simgesel değil, niteliksel anlamda nasıl sıçramalara, dönüşümlere gebe olabilir?” Kanımca “eğitim”, bu sorunun sorulması gereken en önemli alanlardan biri. Olayı biraz daha genelden özele bir çizgide ele almak istersek, şöyle de diyebiliriz: Gezi Parkı Direnişi ile oluşan ve ortaya çıkan o yepyeni enerjinin en verimli biçimde değerlendirilebileceği alanlardan biri de üzerinde yeterince durulmamış, zamanla yıpranmış/ yıpratılmış ve varılan noktada anlamını neredeyse yitirmeye yüz tutmuş kavramlara yeniden geri dönmek, bu kavramların içerikleri bağlamında, gerekiyorsa eğer, sil baştan yapmaktan bile kaçınmamak ve yeni bir binyılın eşiğinde bu kavramları bugünün ve yeni geleceğin ihtiyaçlarını karşılar hale getirmek. Eğitim, ülkemiz açısından bu kavramların başında geliyor. Bu önceliğin iki temel nedeni var. Birinci neden, ülkemizde eğitim kavramının ve kurumunun Köy Enstitülerinin 1953’te resmen kapatılmasından bu yana duraklamalar ve zaman zaman da tıpkı şimdilerde görüldüğü üzeregerilemeler yaşaması. Bugünün Türkiyesi, dünyada eşi az görülür bir “üniversite enflasyonu”nun yaşanmasına rağmen, bir bakıma artık Köy Enstitüleri ile yakalanmış olan çizginin gerisinde. Şimdi biliyorum, bu saptamama: “Yok artık! Öyle şey olur mu?” diye karşı çıkanlar olacaktır. Fakat gerçekler yalnızca onlara karşı çıkılarak değiştirilebilseydi eğer, pek çok sorunun çözümü kolay olurdu. Oysa olumsuzluğun eksenine yerleşmiş gerçekleri doğru eksenlere yerleştirmenin yolu, ancak onları oldukları gibi görmeyi göze alabilmekten geçer. Türkiye’de ellili yıllardan bu yana eğitim kavramı giderek hızlanan bir erozyonla yıpranıyor, çünkü en önemli nokta üzerinde, başka deyişle “eğitimin amacı” üzerinde artık hemen hiç durulmuyor. Öyle ki, eğitim neredeyse yalnızca “eğitim diye bir şey her ülkede bulunduğu için” yürütülür oldu. Bu bağlamda örneğin üniversitelerdeki yabancı dilde eğitim gibi tüyler ürpertici bir taklit furyasından ve eğitimin öteki basamaklarında da her şeyden ağır basan bir ezbercilikten başka bir şeye rastlanmaz oldu. Bütün bunların sonucunda resmi eğitim politikamızın temeli, öğrencilere nasıl düşünmeleri gerektiğinin öğretilmesine değil, fakat neleri düşünmeleri gerektiğinin ezberletilmesine dayanıyor. Böyle bir eğitimin hedeflendiği iklimlerden eleştirel düşünebilen kafaların çıkabilmesi olanaksızdır. Bugünkü iktidar, on yılı aşan geçmişi boyunca eğitim kavramı bağlamında zaten egemen olan kargaşadan, daha doğrusu boşluktan çok iyi yararlandı ve bir Cumhuriyet toplumu yetiştirme hedefinin yerine bir cemaat oluşturma hedefini koydu. Oysa Haziran Direnişi, bir kez toplumsallaşma yönünde dümen kırmış bir gençliğin hiçbir bakımdan bir cemaatin kalıplarını kabullenmeyeceğini açık ve seçik gösterdi. Şimdi yapılması gereken, bu kabullenmeyişe uygun bir eğitim kavramını oluşturabilmek. Konuyu sürdüreceğiz. Loren beyazperdeye dönüyor Kültür Servisi İtalyan sinemasının efsanevi yıldızı Sophia Loren, 4 yıl aradan sonra oğlu Edoardo Ponti’nin, Fransız şair ve yazar Jean Cocteau’nun “The Human Voice” oyunundan sinemaya uyarladığı aynı adlı filmle oyunculuk günlerine geri dönecek. 78 yaşındaki oyuncu, filmde 5 yıl beraber olduğu erkek arkadaşının başkasıyla evlenmeye karar vermesinin ardından bunalım geçiren bir kadını canlandıracak. Eserde son derece sıradan bir iletişim aracı olan telefon, sözcükler ve sessizlikler yoluyla kadının acısını derinleştirirken aynı zamanda sevgilisi ile arasındaki ilişkiyi de gün yüzüne çıkarıyor. Roma, Napoli ve Ostia’da gerçekleştirilecek çekimler 5 ay sürecek. Loren, son olarak 2009’da “Nine” adlı filmde rol almış ve film bazı eleştirmenlerce olumsuz yönde eleştirilmişti. Bu nasıl ‘darbe’ tanımı! CELÂL ÜSTER Geçenlerde PEN Türkiye Merkezi, Türk Dil Kurumu’nun (TDK) “Türkçe Sözlük”teki “darbe” tanımını değiştirmekle eleştirmiş ve TDK yönetimini istifaya çağırmıştı. TDK yönetimi ise “darbe”nin tanımında bir değişiklik yapılmadığını açıklamıştı. Değişiklik yapılmış olsun olmasın, neydi “Türkçe Sözlük”teki tanımı bu sözcüğün? “Bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükümeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi.” Burada “demokratik yollardan yararlanarak” sözüne takıldım. “Demokratik yol” yalnızca seçimlerde sandık başına gidip oy kullanmak mıdır? Halkın gösteri ve yürüyüş yaparak düşüncelerini dile getirmesi, hükümeti istifaya çağırması ya da protesto etmesi, demokratik bir hak ve özgürlük değil midir? “Türkçe Sözlük”teki darbe tanımı ile son zamanlarda hükümetin Gezi Parkı Direnişlerinin protesto eylemlerine yaklaşımı ne kadar da uyuyor birbirine. Şimdi TDK yönetimine, istifadan önce bir görev düşüyor: “Darbe” sözcüğünün Sözlük’teki tanımını, demokratik hak ve özgürlüklere uygun düşecek biçimde bir an önce değiştirmek... 12 Eylül sonrasında gerçek darbeci Kenan Evren tarafından bugünkü “kılığına” sokulan TDK’nin bunun için çok uzağa gitmesine gerek yok. 1980’den sonra Evren’in TDK’sine karşı kurulan Dil Derneği’nin “Türkçe Sözlük”ündeki “darbe” tanımına bakmaları yeterli: “Bir ülkede zor kullanarak yönetimi devirme eylemi...” Medeni Yıldırım’ın adı kitaplarla yaşayacak 28 Haziran’da karakol inşaatını durdurmak için yapılan protesto gösterisinde vurularak yaşamını yitiren 19 yaşındaki Medeni Yıldırım’ın adına bir kütüphane kuruluyor. Lice Belediyesi ve yöredeki duyarlı vatandaşların katkısıyla oluşturacak kütüphane için, belediye tarafından ilçede alan tahsis edildi. Burada inşa edilecek binada, yardımseverlerin desteğiyle kitaplık kurulacak. İsteyenler, bu alanda çadır durarak çalışmalara katılabilecek. Medeni Yıldırım adının verileceği kitaplık için sosyal medya üzerinden de kampanya başlatıldı. Twitter’da “M.Y. Kütüphanesi” adresinden kütüphaneye destek verilebilir ya da gelişmeler takip edilebilir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle