23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 19 TEMMUZ 2013 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Son Gerçekler ve Demokrasi Yüksel PAZARKAYA İÜ Senatosu ve Hukukçu Yemini Bugün “Atatürk ilke ve devrimleri” sözcüklerinin hukuk fakültesi senatosunca diploma yemini metninden çıkarılması, sırf bir ideolojik saplantının eseri değilse, İstanbul Üniversitesi’nin 1933 reformunun anlamını bilmemek gibi bir akademik cehaletin sonucudur! K utsal kitaplarda dile gelen şeyler, son şeyler ya da son gerçeklerdir (eskatolojik). (Allah’ın yasasında asla bir değişiklik bulamazsın. Fâtır, 43) Onlara inanılır ya da inanılmaz ama sorgulanmazlar, irdelenmezler, tartışılmazlar. Bir de sıkı bir emir kumanda zinciriyle örgütlenmiş askerde, sorgu sual yoktur. Üstün buyruğu saltıktır, ancak yerine getirilir. İkisi de günlük gerçek yaşamdan, toplumsal siyasi örgütlenmeden farklı kategorilerdir. Gündelik siyasi örgütlenmede ve toplumsal yaşamda, devlet ve toplum düzeninde geçerli ilkeler, o kategoriler için “şirk ve isyan” olabilir. Son şeyler, son gerçekler, öncelikle birey için geçerlidir. Birey onlara sorgu sual etmeden inanır ya da inanmaz. Bir son şeyler dizinine iman ve itaat eden bireyler cemaat da oluşturabilirler. Ancak bir cemaatin üyeleri arasında da inanç ve imanda farklı ayrıntılar bulunabilir. Ayrıca, aynı son şeyler dizgesinden (örneğin, İslam ya da Hıristiyanlık dizgesinden) farklı cemaatler de çıkabiliyor. İ Prof. Dr. A. Ülkü AZRAK çok yanlış bir hedefe yönelmektedir. Çünkü adı geçen “yönergedeki hüküm, Rektör’ün ifadesiyle, ölmüş devlet büyüğünün kişiliğine değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra Atatürk’ün inisyatifiyle kamu yaşamına geçirilmiş olan ilke ve devrimlere ilişkin bulunmaktaydı.” Bu ilke ve devrimler 1961’den bu yana Türkiye Cumhuriyeti anayasalarına da yansımış bulunmaktadır. Şimdiki iktidar yaptığı birçok anayasa değişikliğinde de bu konuya ilişkin düzenlemelere dokunmamıştır. Bu bakımdan İstanbul Üniversitesi Senatosu’nun yıllar boyu hukuk fakültesi mezuniyet töreninde tekrarlanan bu yemin formülünde böyle bir önemli değişikliği, Rektör’ün Twitter’da yazdığı pek anlam taşımayan sözler bir yana bırakılırsa, hiçbir icap ve zorunluluk olmadan değiştirmesini anlamak güçtür. Demokrasi, bir tartışma, irdeleme, sorgulama, yargılama, seçenekler geliştirme ve sunma düzenidir. Demokraside hedef, her alanda insan hakları ve özgürlüklerdir. Yurttaşın ve toplumun baskısız, rahat yaşamasını ve gelişmesini sağlayacak koşulların yaratılması ve çağın gereklerine göre yenilenmesidir. Eğitim, iş ve sağlık gereksinimlerinin olabildiğince üst düzeyde sağlanmasıdır. Askerliğin ilkeler dizgesi, her ne kadar, din dizgeleri denli saltık değilse de başat kural emre itaattir. Emir, sorgu sual edilmez. Ancak, çağdaş askerlikte emir ve kurallar, eylemler, gereğinde demokratik erkler tarafından sorgulanabilir, giderek yargılanabilir. Demokrasi, bir tartışma, irdeleme, sorgulama, yargılama, seçenekler geliştirme ve sunma düzenidir. Demokraside hedef, her alanda insan hakları ve özgürlüklerdir. Yurttaşın ve toplumun baskısız, rahat yaşamasını ve gelişmesini sağlayacak koşulların yaratılması ve çağın gereklerine göre yenilenmesidir. Eğitim, iş ve sağlık gereksinimlerinin olabildiğince üst düzeyde sağlanmasıdır. Bu hedef bütün siyasi partiler için geçerli olmakla birlikte, demokraside siyasi partilerin varlık gerekçesi, bu hedefe varmak için önerilen yol ve yöntemlerin farklı olabileceğidir. Bunun için partilerin yol ve yöntem çizgilerini belirleyen programları olmalıdır. Ne yazık, kuruluş dönemi CHP’si dışında, Türkiye’de partiler, program partileri olamamışlardır. İçi boş savsözler (sloganlar) programın yerini alır. Kazara program yaparlarsa, bu kâğıt üzerinde unutulur, anlatılması, uygulanması savsaklanır. Şimdi, tartışılmaz dinsel içerikler ve tartışılarak bulunması gereken bireysel ve toplumsal hedefler göz önüne alınınca, program yerine dinsel içeriklerle siyaset yapan partilerin ve onların çıktığı sandıkların demokrasiyle uzaktan yakından ilişkisinin olmayacağı ortadadır. Tersine, bu durumda sandık ve Meclis demokrasinin en büyük engeli olur. Bunun için Batı demokrasilerinin temelinde, kilisenin siyasi iktidardan kesin olarak vazgeçmesi yatar. Bunu sağlayan harekete de Aydınlanma denir. Şimdi Atatürk Cumhuriyeti’nde, tek parti döneminde bile, demokratik sürece götürecek tohumun atıldığını daha iyi anlıyoruz. Bu yüzden, Mısır’da benzer bir aydınlanma yaşanmadan gerçek demokratik bir sürecin işlemesi neredeyse olanaksızdır. Yalnız Mısır’da mı? Bütün İslami denilen ülkeler için geçerlidir bu koşul. Belki birazcık Fransız, birazcık Türk aydınlanması bulaşmış Tunus, Cezayir ve Fas, büyük bir toplumsal istenç ve çabayla farklı duruma gelebilir. Ama kendi aydınlanma hareketlerini kendilerinin kotarması koşuluyla. Bunun gibi, en iyi niyetli bir askeri rejimin bile, demokrasiyle bağdaşık olamayacağını ayrıca vurgulamak gereksizdir. Din referansıyla siyasi iktidar talebi ortadan kalktıktan sonra, son gerçeklerle değişken toplumsal düzen gerçeklerinin bağdaşması da çok kolaylaşır. Son gerçeklerin üst ilkesi, erdem, hedefi, erdemli insandır. Bunun için erdemli siyasetçiler, erdemli partiler, erdemli uygar (sivil) toplum örgütleri ve erdemli cemaatler yeter de artar bile. stanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olan her öğrenci mezuniyet diplomasını almak için fakülte dekanının huzurunda eski deyimiyle “bir meslek yemini eda” etmek zorundadır. Bu zorunluluk çok eski yıllara kadar uzanmaktadır. Bu yeminin formülünü düzenleyen en son yönerge 19 Haziran 1987 tarihli olup 13. maddesinin (c) fıkrasında şöyle bir ifade yer almaktaydı: “Sağlık bilimleri dışındaki diğer yükseköğretim kurumlarının Türk uyruklu mezunları, ‘Aldığım bu diplomanın bana kazandırdığı hak ve yetkileri kullanırken doğruluktan ayrılmayacağıma ve Türkiye Cumhuriyeti yasaları ile Atatürk ilke ve devrimlerine candan bağlı kalacağıma namusum ve şerefim üzerine yemin ederim’… şeklindeki metni okumak suretiyle yemin ettikten ve diploma defteri yaprağının açıklamalar bölümüne dolmakalemle tarih ve imzalarını attıktan sonra, kendilerine mezuniyet diplomaları verilir”. Daha önceki yönergelerde de yaklaşık bu ifadeler kullanılmıştı. ‘Darülfünun’ Bakışlarımızı İstanbul Üniversitesi’nin geçmişine çevirdiğimizde, üniversitenin bugünkü varlığını ve sahip olduğu düzeyi Atatürk’ün 1933’teki reform girişiminin sonucuna borçlu olduğunu görebiliriz. Gerçekten bu tarihe kadar “Darülfünun” adı altında faaliyet gösteren bir yükseköğretim kurumu olarak, öğretim yöntemleri bakımından hâlâ Osmanlı geleneğine bağlı, Batı üniversitelerinin çoktan benimsemiş oldukları çağdaş bilim yöntemlerine uzak bulunmaktaydı. Genç Cumhuriyetin ilk ve ortaöğretim sistemlerinde çağdaş reformlar (ki bunlar da şimdiki iktidar eliyle ortadan kaldırılmıştır) yapıldıktan sonra, sıra yükseköğretime gelmişti. Tam bu sırada Almanya için çok mutsuz, ama Türkiye için çok mutlu bir rastlantı ortaya çıkmıştı: 1933’te yapılan seçimlerde hatırı sayılır bir çoğunlukla demokratik olarak seçilmiş (!) Nasyonal Sosya Atatürk ilke ve devrimleri Bundan kısa bir süre önce basında, “Üniversite Senatosu”nun bir toplantısında adı geçen yönergedeki diploma yemini metninden “Atatürk ilke ve devrimleri” ibaresinin çıkarıldığına dair bir haber yayımlandı. Böyle bir değişikliğin gerekçesinin ne olduğu açıklanmadığı için bunu bilmenin olanağı yok. Fakat daha sonra İstanbul Üniversitesi Rektörü’nün bu konuya ilişkin tepkiler karşısında attığı tweet, değişikliğin gerekçesine ışık tutacak bir nitelik taşıyor. Rektör diyor ki “Ölmüş devlet büyüklerini putlaştıranlara hep üzülerek baktım”. Hayattakilerin putlaştırılmasına (ki bu günümüzde sık rastlanan bir olgudur) bir itirazı olmadığı sonucu çıkarılabilecek bu ifade list İşçi Partisi (NSDAP=Nazi Partisi) ve onun lideri Adolf Hitler’in kurduğu diktatöryal ve faşist rejimin üniversitelerden kovduğu Yahudi kökenli ya da sosyalist eğilimli bilim adamlarına Türkiye Cumhuriyeti kollarını açmıştı. Bu bilim adamları (ki başlangıçta sayıları 3035 iken sonunda 100’ü aşmıştır) İstanbul Üniversitesi’nin Hukuk, İktisat, Edebiyat ve Tıp Fakültelerinde görev almışlar ve bu fakülteleri Batı’nın çağdaş bilim kurumlarının düzeyine yükseltmek için kolları sıvamışlar ve ilk iş olarak da üniversitenin o güne kadar çok ihtiyaç duyduğu halde yazılmakta ihmal gösterilen ders kitaplarını yazmışlardır. Bu profesörlerden bazıları kısa sürede Türkçe öğrenip derslerini Türkçe olarak vermeye başlamışlardır. Bunların başında Ticaret Kanunu’nu kaleme alan Prof. Dr. Ernst Hirsch ile Gelir Vergisi Kanunu’nu kaleme alan Prof. Dr. Fritz Neumark gelmekteydi. Dünyanın en ünlü Romanisti olan Prof. Dr. Bertalan Schwarz Roma Hukuku dersleri veriyordu. Bu üç bilim adamı hukuk fakültesinde benim hocam olmuştu. Avrupa Konseyi’nin 1975 yılında A kategorisinde Avrupa Milli Park belgesi verdiği Manyas Kuş Cenneti Milli Parkı’nı kuran ve mükemmel Türkçe bilen Prof. Dr. Kurt Kosswig’in ve eşi Eleonora’nın kabirleri Âşiyan Mezarlığı’ndadır. İktisat fakültesinde dünyanın en ünlü iktisatçısı Prof. Dr. Wilhelm Röpke ders vermiştir. Bu bilim adamları, İstanbul Üniversitesi’nde ders verdikleri dönemde dünya çapında büyük bilim eserleri yazmışlardır. İstanbul Üniversitesi ve özellikle hukuk fakültesi, bugüne kadar süregelen bilim geleneğini ve düzeyini bu Alman bilim adamlarının yarattığı bilimsel ortama ve her şeyden önce bunu büyük bir ileri görüşlülükle sağlayan Mustafa Kemal Atatürk’ün eseri olan 1933 Üniversite Reformu’na borçludur. Bugün “Atatürk ilke devrimleri” sözcüklerinin hukuk fakültesi senatosunca diploma yemini metninden çıkarılması, sırf bir ideolojik saplantının eseri değilse, İstanbul Üniversitesi’nin 1933 reformunun anlamını bilmemek gibi bir akademik cehaletinin sonucudur! Kimin Polisi? Kimin Yargısı? Son günlerde, özellikle Taksim Gezi Parkı Direnişi ile ilgili olarak, gerek güvenlik güçlerinin, gerekse adalet mekanizmasının eylem ve kararlarına ilişkin haberler, çok ciddi sorunları yansıtıyor: Sadece polis şiddeti ve tutuklama kararları değil, aynı zamanda tutuklanan gençlerin tutuklandıktan sonra başlarına gelenler, karakollara giden vatandaşların maruz kaldığı çıplak arama muameleleri ve hatta hapishane koşulları bile kamu vicdanını rahatsız ediyor. Elbette bu arada bir bölümü temyiz aşamasına gelen Silivri davalarına ilişkin iddiaları da unutmamak gerek! HHH Ben ailemde, güvenlik güçlerine ve yargıya güven duyguları aşılanarak yetiştirildim... Aldığım terbiyeye göre: Bekçi, polis... Jandarma, asker... Kaymakam, vali, komutan... Savcı, yargıç... Ve ilgili meslek mensupları... Hepsi, benim için: Güvenilir... Görevleri, benim haklarımı, canımı, malımı, özgürlüğümü korumak olan... Saygıdeğer kişilerdir! HHH Üniversiteye gitmek için ailemden ayrıldım... Ankara’da Mülkiye’de, siyasal bilgiler okudum. Orada hem kamu düzeni, hukuk gibi kavramları hem de devleti ve siyasal mekanizmaları öğrendim... Bu arada fakültemizi basan polisin ve binamıza ateş eden askerlerin, kulaklarımın dibinden vızıldayarak geçen kurşunları da, daha birinci sınıfta karşılaştığım gerçekler olarak belleğime kazındı! Ama insan kolay kolay ailesinin verdiği terbiyeden kurtulamıyor: Gördüğüm, duyduğum sayısız kötü örneğe, haksızlığa, şiddete, işkenceye, yargısız infaza karşın, güvenlik güçlerinin ve adalet mekanizmasının, halkın, vatandaşın, bireyin, özet olarak İNSANIN hizmetinde olduğunu, en azından, olması gerektiğini düşünüyorum... HHH Güvenlik güçlerinin ve adalet mekanizmasının: Başbakan Erdoğan’ın “Benim valim...” diyerek kişiselleştirdiği, siyasal iktidarın değil... Demokrasinin ve insan haklarının, bunlara dayalı olan anayasanın emrinde olduğuna inanıyorum... Haksız çıkmak istemiyorum... Bu konudaki en büyük görevin de güvenlik güçlerine ve adalet mensuplarına düştüğünü görüyorum! Temel Hak ve Özgürlükler Ertelenemez... Yargı kararlarına herkesin saygı göstermesini istiyoruz. Bunu en çok yargıçlar istiyorlar. Bunun için önce mahkemelerin, en yüksek yargı organının kararlarına saygılı olması gerekmez mi? Mahkemelerin herkesten önce temel haklar ve özgürlüklere saygılı olması gerekmez mi? Mehmet Alev COŞKUN mayacaktır. Anayasa Mahkemesi’nin bu iptal kararı bir boşluk da doğurmuyor. Anayasa Mahkemesi on yıllık tutukluluğun “makul ve adil olmadığını” belirtiyor. TMK’nin 10. maddesinin 5. fıkrası, Ceza Muhakemeleri Kanunu (CMK) 102. maddesinde yer alan 5 yıllık tutukluluk süresini iki katına çıkaran bir “istisna” maddeydi. Anayasa Mahkemesi’nin bu iptal kararıyla aslında bu “istisna” (kural dışılık) kaldırılıyor, CMK’nin 102. maddesi genel kural olarak uygulamada kalıyor. TMK’nin 10. madde 5. fıkrasında düzenlenen 10 yıllık tutukluluk durumunun iptal edilmesiyle bu fıkra “hukuksal gücünü” ve “meşruiyetini yitirmiş” oluyor. Bunun tek anlamı vardır; Türk hukuk sisteminde, hangi suçtan olursa olsun bir kişi artık ancak 5 yıl tutuklu kalabilecektir. Bu durum çok açıktır ve yoruma “müsait” değildir. Kaldı ki yukarıda belirttiğimiz gibi, konu kişinin temel hak ve özgürlüğünü ilgilendirdiği için bir erteleme de söz konusu olmamalıdır. Hukuk devleti olmak, hukuka bağlı demokrasi olmak kolay değildir. Bu üstün değerler hukukun üstünlüğü ilkesine bağlılıkla gerçekleşir. Hukukun üstünlüğünün sağlanması ilk önce ve en önce mahkemelerin görevidir. Yargıçların görevidir. Yargı kararlarına herkesin saygı göstermesini istiyoruz. Bunu en çok yargıçlar istiyorlar. Bunun için önce mahkemelerin, en yüksek yargı organının kararlarına saygılı olması gerekmez mi? Mahkemelerin herkesten önce temel haklar ve özgürlüklere saygılı olması gerekmez mi? A nayasa Mahkemesi, terör örgütlü suçlarda tutukluluk süresini on yıla kadar uzatan Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) 10. maddesinin 5’inci fıkrasını anayasaya aykırı bularak iptal etti. Anayasa Mahkemesi üstelik bu iptal kararını oybirliği ile verdi. Meclis’in bu konuda yeni düzenleme yapması için de 1 yıllık bir süre tanıdı. Burada önemli olan nokta 10 yıl tutukluluk süresinin iptal edilmesidir. Yeni düzenleme yapılması için, Meclis’e bir yıllık bir süre verilmesi, tamamen usul hukukuna dayanan bir husustur. Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı bağlayıcı bir karardır. Bütün devlet organlarının ve özellikle bütün mahkemelerin “mutlak riayet etmeleri” gereken bir karardır. Hukukun üstünlüğü evrensel ilkesinin gereği olarak bütün mahkemelerin vakit geçirmeden, savsaklamadan bu kararın gereğini yapmaları gerekir. Kaldı ki Anayasa Mahkemesi’nin kararı kişinin temel hak ve özgürlüklerini ilgilendiriyor. Temel hak ve özgürlüklerde bir erteleme söz konusu olamaz. Anayasa Mahkemesi’nin kararının temeli nedir? Anayasa Mahkemesi evrensel hukukun temel kuralı olan, adil yargılamanın temel esası olan “makul sürede yargılama yı sonlandırma” ilkesini kabul etmiştir. On yıllık tutukluluk süresi, “makul sürede yargılamayı sonlandırma” ilkesi ile bağdaşmıyordu. Ne yazık ki geçen cuma günü (12.07.2013) İstanbul 13. Ceza Mahkemesi, “Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararının Resmi Gazete’de yayımlanması veya Resmi Gazete’de yayımlanacak gerekçe ile yürürlüğe gireceği” gerekçesiyle TMK 10. madde 5. fıkrasının halen yürürlükte olduğu kararını vermiştir. Bu karar hukuken sakattır. Anayasa Mahkemesi Başkanı iptal kararını kamuoyuna açıklamıştır. TMK’nin 10. maddesinin 5. fıkrasının iptal edildiğini, tüm yazılı ve görsel basınla kamuoyuna kuşkuya yer vermeyecek biçimde duyurmuştur. Kararın Resmi Gazete’de yayımlanmasının beklenmeden uygulanmasının doğru olacağını da açıkça belirtmiştir. Yargıçların, gerekçeli kararı beklemelerine gerek olmadığı, yargıçların tahliye kararı verebileceklerini de açıkça söylemiştir. Anayasa Mahkemesi kararında belirtilen 1 yıllık süre, iptal edilen yasanın düzenlenmesi ile ilgilidir. Tam olarak usulle ilgilidir. Kaldı ki Meclis’in yapacağı düzenleme hiçbir biçimde Anayasa Mahkemesi’nin bu kararına aykırı bir düzenleme olmayacaktır, ola
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle