25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 30 HAZİRAN 2013 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Gezi’den Önce ve Sonra ‘Ah Solon!’ Demeden... “Ben de yüzde elli halk gücünü kullanırım” dedi yetkililerden biri. Türk milletinin yüzde ellisi onun yanındaymış; seçimlerde yüzde 49 alan partileri dışlayacaksınız, yüzde bir farkla iktidar olduğunuz için keyfinizce istediğinizi yapacaksınız. Yüzde elli benim. Karşı çıkmaya kalkmayın, öyle gençlik gösterileri, yüz binlerce insanla bağırıp çağırmalar... Başbakan küçümsedi son yirmi beş gün içinde kopan devrimci coşkuyu, başkaldırıyı... Evet öyledir, halk başını kaldırıyor. Uzun süre sustu. Bizler konuş, bağır, gücünü göster diye yazıları boşuna yazmamışız. Bir deprem oldu, mayısın sonu haziranın gelişi kaynayan kanı diriltti. Mustafa Kemal ne demişti: “Asil kanında var!” Direneceksin, ağlamak, zorlamak yok, sen halksın, bunu kanıtlayacaksın. Hele iktidar keyfi ile kendinden geçmiş kafalara... Anlamıyor? Anlamıyor.. Anlamak korkutuyor. Sen burada yokken halk ayaklanmış, yüz binler ayağa kalkmış. Hükümet istifa, Tayyip istifa sesleri göklere yükselmiş. Bunları görmesen de duydun. Zaten fırsat bilip yurtdışına kaçmıştın. Gittiğin yerlerde itibar gördün, ama Fas gibi bir ülkede önemli kişilerle görüşemedin. Fas Sultanı seni karşısına bile almadı. Bir aydır ülke kaynıyor, bütün bunları hoş mu görüyorsun? Benim halkım demokrasiyi istiyor ve haklarını kullanıyor, ne iyi mi diyorsun. Gerçekte sevinmem gerek. Bunca yılda ülkemin halkını nasıl uygarlaştırdım, nasıl haklarını bilir, savunur hale getirdim diye gururlanmalısın. Bir millet önderliğine gelmiş insan bundan sevinç duyar. Ama bizimkinde ise surat bir karış, ağzından bir tek iyi, güzel, doğru söz çıkmaz. On yıl başbakanlık yaptın, daha ne istiyorsun? Ama istiyor, yetmiyor. Başbakanlığı, Meclis’i istemiyor, partileri istemiyor, hırsı başkan olmak. Tek adam olmak. Cumhurbaşkanlığı önce, sonra da ölünceye kadar bir çeşit padişahlık... Benim gibi çok yaşayan yurttaşlar bu tür hırslıların sonunun hiç de iyi olmadığını bilir, görmüştür, yaşamıştır. Acı olayları anımsatmak istemem. Ama Başbakanlık makamında oturan bir kişiye yakın tarihte yaşanan faciaları da anımsatmakta yarar var. Felsefeci Solon’u anımsayalım. Kralına öğüt vermiş, nasıl halkı yönetmesi gerektiğini, bir gün tarihte nasıl yargılanacağını düşünmesini... Olmamış, kral düşmanlarına yenilip de idama götürülürken birden hatırlamış. “Ah Solon” diye diye bu dünyadan ayrılmış. Ne yapmalı etmeli, siyasetçiler günün birinde “Ah Solon” dememeli. Eylemin simgesi gençler, dönüm noktasını başarıyla geçmişlerdir. Şimdi bu direnişi anlamaya çalışanların da kendi dönüm noktalarını geçmeyi başarmaları gerekir. Gençler ve kendimiz bağlamında bu dönüşüm iç içe doğru kavranmalıdır… G Prof. Dr. Erol KÖKTÜRK Özeleştiriyi, ülkemizde demokrasi, özgürlükler ve çağdaşlık adına mücadele eden siyasi partilere, demokratik kitle örgütlerine, meslek kuruluşlarına ve tabii ki kendimize doğru yaygınlaştırmalıyız. Özeleştiri, en yalın tanımıyla, “bir kişinin kendi düşünce biçimleri, kalıpları ve bunlara göre gerçekleşen davranışları üzerine yönelttiği sorgulama”dır. Çok kolay kullanılan, ama çok kolay gerçekleştirilemeyen bir eylemdir bu. Çünkü özüne uygun yapılırsa, ardından bir değişim sürecinin yaşanması gerekecektir. Kaç kişi düşüncelerini, davranışlarını gerçekten değiştirmek istemektedir? Fakat yaşananlardan sonra özeleştiri yapılamayınca, olay “güzel, sempatik, mizahi, değişik” sıfat ezi Parkı sahiplenmesi, “demokrasi” ve “kent hakkı” mücadelesinin en önemli örneği olarak tarihe geçti. Bu direniş, “duran adam” simgesiyle ve yaratıcı sivil itaatsizlik örnekleriyle sürerken çok yönlü olarak değerlendirmelere de konu olmaktadır. Üzerinde ne kadar kafa yorulsa azdır. Toplumsal yaşamımızın, uygarlık tarihimizin önemli bir miladı olarak gerçekleşen bu eylemi başlatan ve kararlılıkla sürdürenlere gönül borcumuzu sunmak gerekir. Eleştirinin çoğunluk hoş görülmediği bir ülkede yaşıyoruz. Eleştirmek ve eleştirilmek, genellikle suçluluk yaratıcı bir durum olarak değerlendirilir. Eleştirinin yapıcı yanları göz ardı edilerek, onun içinde kırıcılıklar aranır. Sayın Nadir Nadi, 20.08.1989 günlü Cumhuriyet gazetesinde, “Biz ‘Şarklılar’ eleştiriden hoşlanmayız. Çünkü aklımızla değil, duygularımızla yaşarız ve eleştirinin mantıksal zorunluluğuna ilişkin Batılı filozofun üç yüz yıl önce ortaya koyduğu gerçeği, yani ‘Eleştirilmek zaman zaman üzücüdür; fakat eleştirilmemek her zaman kötüdür’ gerçeğini henüz algılayamamışızdır. İster bilgin olalım, ister sanatçı, ister politikacı, bize karşı çevrilen eleştiri sinirlerimizi bozar” derken bizde eleştiriye bakışı ortaya koymaktaydı. Kanımca Gezi Parkı adıyla simgelenen direniş, ülkemizde son yıllarda yapılan en güçlü ve etkili “toplumsal eleştiri”dir… Oysa bu direnişin en temel aktörü olan 1830 yaş arası gençler, bizim “politiğimize” göre, “apolitik”tiler. Bizim çok duyarlı olduğumuz toplumsal olaylara karşı da duyarsızdılar… Onlara öyle bakıyor, öyle değerlendiriyorduk… Hatta kızıyorduk… Öyle bir ortaya çıktılar ki, bir okuma hatası içinde olduğumuzu, bir gözleme körlüğü yaşadığımızı, doğru düzgün toplum mühendisliği yapamadığımızı bizlerin suratına vurdular… Bu olay karşısında doğalı ve anlamlısı ise, özeleştiri yapmak olabilirdi… Erktekiler, yaptıkları hataları kabul etmek yerine direnişçileri suçladılar; daha da öte vahşi biçimde Gezi’ye kerelerce saldırdılar… “Ölçüsüzlük” her davranışlarının başına konacak sıfata dönüştü. Yaşam tarzı dayatmalarının ve kent toprakları üzerinden ekonomiyi ayağa kaldırmanın hesapları içinde olsalar da, bir kerecik de olsa, çok özendikleri Osmanlı padişahları gibi tebdili kıyafetle orada birkaç saat geçirselerdi, belki bu kadar vahşi emirler vermezlerdi. Ama özeleştiri yapmayı yalnızca erktekilerle sınırlandıramayız… yun üstündekini görmekle yetinenlere, altını gösterme çıkışı… Burada bir sonuç alınıpalınmaması, eylemin varacağı nokta yanıtı aranan temel konulardan birisidir. Kanımca bu direniş bu biçimiyle bile toplumsal amacına ulaşmıştır. Yurtiçinde ve dışında bulduğu destek, yarattığı etkiler bu amacın gerçekleştiğini göstermektedir. “Somut bir yere varamadığı”nı söylemek doğru değildir. Bir başka nokta da “bu gençlerin bugüne kadar nerede oldukları” sorusudur. Bu gençlerin çoğu bizim çocuklarımızdı… 1968’i, 1978’i, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü, baskıyı, sindirilmeyi, mücadele etmeyi yaşayan kuşakların çocukları… Bu nedenle bugünün gençleri, bazen korkumuzdan politik sohbetlerimizden uzak tutmaya çalıştığımız, ne kadar uzak tutsak da sohbetlerimizin dolaylı kulakları olan çocuklarımızdı. Bellek bu, kaydeder… Zamanı gelince de anlamlandırır… Bunu söylerken temel faktörün anababalar olduğunu söylemiyorum. Ama bu tepkilerin böyle bir arka planı da olduğu Silivri Nöbet Çadırı Zabıta ve “zabıtaya yardımcı siviller” Taksim Gezi Parkı Direnişi’ndeki çadırları yakarlarken ne garip rastlantıdır ki, ben de “Açık Tanık, Silivri Nöbet Çadırı” adlı kitabı okuyordum… O günden beri bu kitap hakkında bir yazı yazmak istiyordum ama gündem o denli sıcak ki… Kısmet bugüneymiş: 36 subayın, Yargıtay Başsavcılığı’nın Balyoz davası hakkındaki tebliğnamesini protesto etmek için Hasdal Cezaevi’nde üç günlük açlık grevi yapacakları haberinin medyaya düştüğü güne! Hayret ediyorum, seksen yıl önceki olayların hesabını soranlar, bugün yapılan haksızlıkların, hukuksuzlukların, zulmün, yarın gündeme geleceğini düşünmüyorlar mı? Toplumu sürekli olarak gererek bölmenin, kamplaştırmanın: Sadece ve sadece, geleceğimizi bile ipotek altına alan bir birikime yol açtığını… Bugün yaşadığımız sorunları gelecekte de, üstelik katmerli olarak yaşamamıza neden olacağını… Görmüyorlar mı? HHH “Açık Tanık, Silivri Nöbet Çadırı”, araştırmacı gazeteci Füsun İkikardeş’in kaleme aldığı, Kaynak Yayınları’ndan çıkan belgesel bir kitap: 1 Eylül 2011 tarihinde, Silivri sanıklarının yakınları tarafından bir çadır kurulma kararı alınıyor. Proje, 9 Eylül’de fiiliyata dönüşüyor. Hedefi açıklayan slogan “Özel Görevli Mahkemeler Kaldırılsın! Yurtseverler Serbest Bırakılsın”dır. Çadırın kurulmasında iki kişi görevlendirilmiştir: Nilgül Doğan ve Hıdır Hokka. İşte Füsun İkikardeş bu çadırın belgesel öyküsünü yazmış… Hepsi somut olaylar… Hepsi gerçek kişilerin tanıklıkları! HHH İkikardeş, ortam olarak, hem soruşturmaları ve davaları, hem de Silivri’yi anlatarak başlıyor işe… Daha sonra da gelişen olaylarla birlikte devam ediyor “Çadır”ın serüveni: İnsanın içini burkan öyküler… Ama ne olursa olsun, umut dolu çığlıklar işitiliyor arka planda: Adalet, özgürlük isteyen çığlıklar! larıyla nitelenmekle yetinilirse, özü ve arka planındaki toplumsal gerçeklik görülemezse veya görülmek istenmezse, doğru bir düzlemde kavranmış da olamaz… Gezi Parkı olgusunu doğru kavramanın koşulu, durmak, özeleştiri yapabilmektir. Özeleştiri, mutlaklaştırılanın reddidir… Dört elle sarıldığımız düşüncelerimizi, inandıklarımızı, siyasetimizi, davranışlarımızı gözden geçirmenin eşiğindeyiz… Bu olay bize bazı saplantılardan arınma fırsatı vermektedir… Ya bu eşiği aşarak değişeceğiz ya da kendimizi yinelemeyi sürdüreceğiz… Gezi Parkı direnişi ve yaşananlar, diyalektiğin “niceliklerin niteliğe dönüşmesi” ilkesi bağlamında kavranması doğru olanıdır. Gezi direnişi bu birikimin son damlasıdır, vesilesidir… Yıllardır yaşanan baskıları, gelecek umutsuzluklarını, adaletsizlikleri, eşitsizlikleri, yaşam tarzı dayatmalarını taşıran bir damla… Yalnızca aysbergin su nu, bu nedenle bir gecede, aniden ortaya çıkmadığını görmek gerektiğini belirtmek istiyorum. Zaman, gerçek ve özüne uygun özeleştiri zamanıdır… Özeleştiriyi, söylemi hoş, altı ise boş bir araç olmaktan çıkarıp hakkını vermenin zamanıdır… Yapabilirsek, bu olguyu, hem kendimiz için, hem de ülkemiz için gerçekten bir önemli başlangıca dönüştürebiliriz… Eylemin simgesi gençler, dönüm noktasını başarıyla geçmişlerdir. Şimdi bu direnişi anlamaya çalışanların da kendi dönüm noktalarını geçmeyi başarmaları gerekir. Gençler ve kendimiz bağlamında bu dönüşüm iç içe doğru kavranmalıdır… Gezi Parkı olayının ülkemiz ve demokrasimiz için bir dönüm noktası olduğunu yerli yabancı herkes kabul ediyor zaten… artık toplumsal yaşamımız, “Gezi Öncesi ve Sonrası” olarak başka bir boyut kazanacaktır… Neyle Karşı Karşıyayız?.. Savaşta dahi suç sayılan bir insafsızlıkla kadın, çocuk, hastane ve revirlere gaz bombası atan bir zulüm ile karşı karşıyayız. B Uygar AKTAN dirtmem” diyerek orantısız güç kullanımına sahip çıkan bir polis devleti ile karşı karşıyayız. Savaşta dahi suç sayılan bir insafsızlıkla kadın, çocuk, hastane ve revirlere gaz bombası atan bir zulüm ile karşı karşıyayız. Halka sıkılan tazyikli suyun içine şüpheli birtakım kimyasal maddelerin karıştırıldığına dair korkunç iddialarla karşı karşıyayız. Bir taraftan Kürt sorununun pazarlığını Öcalan ile yaparken diğer taraftan ağaç bahanesiyle patlayan Türk sorununu Hülya Avşar’la halletmeye çalışan bir tezat ile karşı karşıyayız. Öcalan’ın avukatlarını adeta bir kurye ve basın sözcüsü gibi kullanmasına u ülkeye cumhuriyet ve demokrasiyi getirenlere, “iki tane ayyaş” diye hakaret eden ve bu değerlere sahip çıkanlara da, “çapulcu, Vandal, marjinal, terörist” ve son olarak da “sidikli” diye küfreden bir üslupla karşı karşıyayız. Ayağa kalkan kitlelere karşı ülkesini iç savaşla tehdit etmekten çekinmeyen bir şantaj ile karşı karşıyayız. Suriye’de taraf oldukları mezhep savaşını Türkiye’ye de sıçratabilecek tahriklerde bulunan bir çılgınlık ile karşı karşıyayız. İktidarın adeta milis gücü gibi kullandığı polisi halkın üzerine saldırtıp, sonra da buna itiraz edenlere, “ben polisimi ye ses çıkarmazken adliyeyi basıp, gözaltındaki vatandaşların avukatlarını cüppeleriyle beraber yaka paça gözaltına alan bir ihanet ile karşı karşıyayız. Önce “Ben değiştim, artık demokrat oldum” takıyyesi ile iktidara gelip, sonra da gerçekten demokrat olmasını telkin edenlere, “Kusura bakmayın bu Tayyip Erdoğan değişmez” karşılığını veren bir itiraf ile karşı karşıyayız. Önce gençlerin elinde bilgisayar görmek istediğini söyleyip, sonra da sosyal medyada istemedikleri bilgileri paylaşan gençleri tutuklayan ve hatta Twitter’ı “baş belası” olarak görüp sansürlemeye hazırlanan bir zihniyetle karşı karşıyayız. Kendi bindirilmiş kıtalarıyla yaptığı mitinglerdeki konuşmalarında Allah’ın evine sığınan yaralıların ayakkabılarını çıkaramamış olmalarına infial ederken, diğer taraftan beş ölü ve binlerce yaralı için özür dahi dilemeyen bir vicdansızlık ile karşı karşıyayız. Taksim’de cuma namazını kılan vatandaşların etrafını ele ele tutuşarak koruma çemberine alan direnişçilere hiç değinmezken camide içki içildiği yalanını tekrar tekrar yineleyen bir iftiracılık ile karşı karşıyayız. Önce, “Ankara’nın zulmünden Brüksel’in şefaatine sığındığını” açık açık söyleyen, sonra da kendi iktidarlarını sıkıştırmaya başlayınca Batı’ya karşı aslan kesilen bir riya ile karşı karşıyayız. Önce Mübarek’e, Kaddafi’ye ve Esad’a halklarını dinleyip çekilmeleri çağrısında bulunan, sonra da kendi halkının “hükümet istifa” diye meydanları inletmesine karşın koltuklarında oturmaya devam eden bir pişkinlik ile karşı karşıyayız. Kısacası “ileri demokrasinin” yaldızları döküldü. Biz sıradan bir Ortadoğu diktatörlüğü ile karşı karşıyayız.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle