16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
4 C 21 Haziran 2013 CUMA İlhan Abi’den Gezi’nin çiçek çocuklarına selam PENCERE Çirkinlik Parayla mı? Picasso: “Kimisi” demiş, “sarı bir lekeyi güneşe dönüştürür, kimisi de güneşi sarı bir lekeye...” Resim sanatı kapsamında söylemiş bunu Picasso; ama, yaşamın bütününe uygulayabiliriz. Geçenlerde Ankara’daydım, Muzaffer Erdost evine çağırdı; sordum: Evinin çevresinde ağaç var mı? İkimiz de çakırkeyiftik. Bir kavak var... O kavağı sevmeli... Bir de kuş var kavakta, gri renkte, ötüşü tuhaf, hiçbir kuşa benzemiyor... Bir ev, bir ağaç, ağacın üstünde bir kuş, çocuk resmi gibidir, mutluluk için yeter de artar. Ama Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesindeki beton otel beş yıldızlı olsa da mutsuzluk türetmek için yeter de artar. Çirkinlik parayla değil mi!.. Hayatın estetiğinin içine parayla ediyoruz; çevremizi çirkinleştiriyoruz; yarar gözetmez ve çıkar aramaz güzelliğin, içeriğini duyumsayamayan kişiler hayatımızı karartıyorlar. H Lise son sınıfa geçmiştim, ders kitapları arasına felsefeyle birlikte biri daha eklendi; beyaz kaplı kitabın üstünde bir sözcük vardı: Estetik!.. Neydi bu? Güzellikten öte bir şeydi... Güzelin ve güzel sanatların doğasını felsefi özüyle inceleyen estetik, insanın yaşamına bir kez bulaştı mı, al başına belayı!.. Sağduyunun yanına “sağbeğeni”yi de kattın mı, günün her dakikasında çevreyi yargılamadan duramazsın... Çünkü kime zaman kırmızı kiremitli bir gecekondu güzeldir, yirmi katlı bir beton, kentin başına heyula gibi oturmuştur; bakkal dükkânının tabelasındaki eciş büçüş yazı güzeldir, metropolün orta yerindeki reklam tabelası felakettir; köylü kadının urbası doğaldır, moda defilesindeki pahalı giysi gülünçtür; kimi zaman alçakgönüllü bir meyhane insanın hoşuna gider, cafcaflı bir restorandaki özenti, sağbeğeniye ters düşer; Osmanlı camisi güzeldir, yeni yapılanın orantıları gözü tırmalar... Koskoca metropolde pıtrak gibi çoğalan yapıların içinde güzelini arayıp tarayıp bulamayınca, öfkeye kapılır, çevreyi çirkinleştiren paralı görgüsüzlüğün yedi süyalesinden başlarsın ve kendi kendine sorarsın: Bir zamanlar ortaöğretime estetik dersini kim koymuştu? Son zamanlarda zorunlu din dersini anayasaya yerleştirenler kimler? H Estetikten duyarlılıktan yoksun bir kişi, çağımızın insanı sayılabilir mi? Radar duyarlılığı, elektronik bir aparatın duygusuzluğunda çalışır... Av köpeğinin duyarlılığı sonradan kazanılmış bir kültür değildir, hayvanın doğasında vardır... Oysa insanın estetik duyarlılığı, uygarlığın ürünüdür, emekle kazanılan bir yetidir... Peki bizim toplumda niçin sürekli çirkinlik üretilmeye başlandı? Görgüsüz para, çirkinlikle çevremizi donatıyor, teyevizyon ekranlarına yansıyor, parlak güneşi pis bir sarı lekeye dönüştürüyor, yaşamın tadını kaçırıyor, keyfimizi bozuyor mutluluğumuzun üstüne limon sıkıyor. H 19’uncu yüzyılın sonunda, yaşamın tadını estetiğe bağlayan akımlar Avrupa’da güçlendi... 20’inci yüzyılın sonuna doğru çağdaş yaşamın sevinci, ancak estetik ortamlarda yeşerebiliyor, kendini bilen insan çirkinliklerin ortasında mutlu olamaz... Bereket versin, güzellikle çirkinlik bir bütünün iki yarısıdır ve Türkiyemizde, çirkinlikler çoğalsa da güzellikler direnmektedir. Direnen güzel insanlara şükür!.. Onlar sarı bir lekeyi güneşe dönüştürüyorlar; yarınlara umutla bakabilmek gücünü topluma aşılıyorlar... 20 Şubat 1994 ‘Bekle beni MİYASE İLKNUR Bekliyordu sizi... Mecnu’nun Leyla’yı, Ferhat’ın Şirin’i beklediği gibi. En umutsuz anlarda bile kesmedi umudunu sizden yana. “Gençlik” diyordu , “hiç beklemediğin anda çıkar ortaya; kendi geleceğinin hoyrat eller tarafından şekillenmesine seyirci kalmaz bu toprağın oğlulları kızları. Koyar postasını görür restini. Belki ben göremem ama siz görürsünüz.” Bazen yılgınlığa da düşmüyor değildi ha!... “Bu ülkenin gençleri, üniversiteleri nasıl seyirci kalıyor bütün bunlara. Neden bu kadar sessizler. Bu kadar mı uyuşturdular gencecik beyinleri, bu kadar mı körelttiler vicdanları?” diyerek söyleniyor ardından yine körüklüyordu umudun ateşini. “Hani nerde bu toprağın oğulları kızları. Daha ne kadar bekleyeceğiz İlhan Abi” dendiğinde de “Daha zamanı var demek. Biz yaşımız gereği sabırsızız galiba. Henüz taşmadı sabır küpü” diyordu gülerek. Sabır küpü dolmuş taşıyordu ama ne gelen vardı ne giden. “Bitti bu iş abi, kapıldık gidiyoruz, umudum yok bugün ile yarına” diyecek olduk bir gün. Oturduğu kanepenin arkasındaki kitaplıktan çekip aldı “Japon Gülü” kitabını; çevirdi sayfaları ağır ağır. “Hah işte burdaa!” deyip başladı okumaya: “İnsanoğlu bekler. Kimi zaman durakta otobüs bekler, kimi zaman aybaşını bekler, ateşteki yemeğin pişmesini bekler, sinemanın kapısında sevgilisini bekler, akşama doğru vakti kerahati bekler, piyangodan ikramiye çıkmasını bekler, sardunyaların süslediği pencerede kısmetini bekler, ocakta kahvenin köpürmesini bekler, ameliyathanenin kapısında dualarla bekler, askerlikte günleri sayarak tezkereyi bekler, iskelede vapur bekler, hapiste günlerin dolmasını bekler, dersten çıkış zilini bekler, berberde sırasını bekler, tiyatro gişesinin kuyruğunda bekler... Beklemekte çoğunlukla edilginlik kokusu duyulur; ama her zaman değil... Sovyet şairi ve yazarı Simonov’un pek ünlü “Bekle Beni” adlı şiirinde edilginlik yoktur? Buram buram etkinlik duyulur: geleceğim’ Geleceğim bekle beni Bütün gücünle bekle Soluk sıkıntılarla ağırlaşan Yağmurlar içinde bekle beni Karlar tozarken bekle Ortalık ağarırken bekle Kimseler beklemezken bekle beni... Umudun, sevginin, sevecenliğin, savaşımın sürecinde kıpır kıpır kıpırdadığı bekleyiştir bu... Yalnız sen olsan bile bekleyen beni Bekle Bekle beni Bekle beni geleceğim ....... Bekle beni geleceğim Ölümün ötesinden olsa bile ....... Varsın anlamasın hiçbiri, bırak Savaşların ateşi içinde yitip Nasıl durmadan korudu beni Bekleyişinin ateşi... Aptalca değil, durağanlaşarak değil, kadere teslim olarak değil, çaresizlikle değil, yıkılarak değil; çalışarak, savaşarak, üreterek, yaratarak beklemenin adı umuttur, mutluluktur, inanmaktır... Neye inanmak? İnsana inanmak; yarınlara inanmak... Güzele, doğruya, sevgiye, tutkuya dönük zamanın somutlaşmasında beklemek, bilinçli insanın işidir. Acaba bizi Unutmak gerektiğini söyleyenlere Eğilme önlerinde, bekle... Bilinçle bekle!.. Zindanların en karanlığında olsan bile bekle; çünkü sen piyangodan ikramiye beklemiyorsun, rastlantıların çekilişine bağlamadın yazgını... * İnsanoğlu bekler... Aylığının artmasını bekler, sosyal adaleti bekler, durumunun düzelmesini bekler, günlük ücretinin yükselmesini bekler, demokrasinin gelmesini bekler, özgürlüklerin gerçekleşmesini bekler, bir ev sahibi olmayı bekler, yaşlılığın güvencesini bekler, yoksulluğun bitmesini bekler, haksızlıkların kaldırılmasını bekler, mutluluğun sıcaklığını bekler. Çağımıza yakışır bir bekleyiştir bu; insanın dışında bir tanrısal gücün durup dururken nimetleri insana sunacağını sanmaktır. Bu tür bekleyişlerle; ölüm, mutsuzluk, umutsuzluk, çaresizlik birdir. Edilgin bekleyiş, çağdaş insanın bekleyişi değil... Beklemek, beklerken bekleneni gerçekleştirmek için çalışanın, savaşanın, üretenin, yaratanın ellerinde güzelleşir, bekleyişin şiiri de böyle yazılır: “Geleceğim bekle beni Bütün gücünle bekle Ortalık ağarırken bekle Geleceğim” Geldiniz, sahiden de geldiniz. Hem de ne geliş. Çiçeklerle, şiirlerle, türkülerle, bayraklarla, sıkılı yumruklarınızla geldiniz. Üstelik üryan değil, tepeden tırnağa silahlı geldiniz.. İlhan Abi’nin en sevdiğin ve çokça kullandığı silahı kuşanmıştınız hepiniz... Adına mizah denilen o silahla karşı koydunuz bilindik bütün silahlara. Yine haklı çıkmıştı İlhan Abi; aynen dediği gibi oldu. O görmedi ama biz gördük. Kimbilir belki o da görmüştür. Eğer görmüşse geldiğinizi ve eminim arkamızdan kıs kıs gülmüştür: “Demedim mi ben size bekleyin gelecekler diye” l
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle