23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 21 HAZİRAN 2013 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Devlet Başkanlığı ÖNÜMÜZDEKİ dönemin önemli siyasal olayları yerel seçimlerle cumhurbaşkanı seçimi ve ardından genel seçim olacak. Yerel seçimler, artık var mı yok mu bir türlü kestiremediğimiz demokrasimizin canlılığı ya da ölmüşlüğü konusunda bir fikir verecek. Partiler, bu seçimlere parti olarak katılma hakkı kazanmış olmasalar bile kendi üyelerinin herhangi bir yerel yönetim biriminin bir yerinde görev sahibi olabilmek için kişi olarak bağımsız adaylığa soyunmalarını teşvik etmeli ve sonrasındaki siyasal iktidar yarışına mutlaka katılmalarının bir yolunu bulmalıdırlar. Özellikle, yeniden canlanmak isteyen şimdiki durgun partiler. umhurbaşkanlığı seçimi, “yeni anayasa” denen acayip hayalin çok şükür henüz gerçekleşmemiş olmasından yararlanılarak, halkın oylarıyla işbaşına gelecek bir devlet başkanının yarı başkanlık sisteminde nasıl iş görebileceğini ilk kez sınamaya yarayacaktır. O sistem, halkın oylarıyla oluşmuş bir parlamento çoğunluğuna dayalı hükümetin başkanı ile yine halktaki çoğunluğun oylarıyla doğrudan doğruya seçilmiş bir cumhurbaşkanını devletin tepesinde yan yana veya karşı karşıya getiriyor. Hukuken cumhuriyet olmayan “demokratik krallık” türü Anglosakson ve İskandinav ülkelerin yaşamadığı bu güçlükler yarıbaşkanlıkla yönetilen cumhuriyet ülkelerinin devlet başkanlığı söz konusu olduğunda büyük titizlik ve derin hukuk bilgisi gerektiriyor. yle olduğu içindir ki, R.T. Erdoğan gibi devlet gücünü dengesiz, orantısız, hatta sınırsız kullanmaya yatkın olduğu son haftalardaki davranışlarıyla anlaşılmış bir kişiliğin yarı başkanlık sisteminde cumhurbaşkanlığına seçilmesi durumunda ya içinden çıkılmaz kilitlenmelere ya da tükenmez hukuk ihlallerine davetiye çıkarılmış olacaktır. Öyle bir duruma düşmeyi önleyebilecek üç çare var. Ya anayasa düzeninin içine yürütmenin siyasal gücüne karşı bağımsız seçilmiş ve bağımsızlığıyla yetkileri çeşitli kurallarla güvence altına alınmış bir yüksek mahkeme yerleştirilmelidir. Yahut, örneğin Barolar Birliği gibi sağlam hukuk bilgisi gerektiren mevkilerden gelme bir hukukçu halkın oylarıyla Çankaya’ya çıkarılabilmelidir. Ya da Sayın Erdoğan gibi kimseler, başbakanlık da yapmış olsalar, sonuçta kendi naturalarına ters gelen baş döndürücü yüksekliklere çıkma hevesinden uzak durup hem ülkenin hem de kendilerinin iyiliği için başka yüksekliklerle yetinmelidirler. Toplumsal Barışı Riske Etmek Ateşle Oynamaktır Süreci, kitlenin henüz meydan ve sokaklara dökülmediği o ilk günlerde bile yönetemeyen Erdoğan ve AKP’nin, Soğuk Savaş bakiyesi siyaset yapma tarzı nedeniyle şimdi, tansiyonu kontrollü bir şekilde tırmandırmayı başaracağını beklemek iyimserlik olur. Sorumlu bir hükümete yakışan, ateşle oynamayı ivedilikle bir kenara bırakmasıdır. Prof. Dr. Engin BERBER Ege Üniversitesi, İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü, zi Parkı’nda nöbet tutanlara kulak vermek yerine, her zaman yaptığı gibi polis marifetiyle susturarak meydan ve sokaklara döktüğü kitle, inişi hızlandırmıştır. Çeşitli mekanizmaları (gözaltılar, siyasi davalar, mali cezalar, RTÜK, medya güdümlemesi vb.) kullanmak suretiyle seçmen ve siyaset üzerinde kurduğu denetimi bir anda yitiren Erdoğan, kendi seçmenini radikalleştirmek istemektedir. Bu amaçla yaptığı/yapmak istediği, tansiyonu kontrollü bir şekilde tırmandırmaktır. Polis müdahaleleri ile tırmanan tansiyonu kontrol için ise göstericileri yıpratacağı varsayılan: Gezi Parkı’nda nöbette olanlarla Taksim Meydanı’ndakileri ayrıştırmak (iyi aile çocuklarımarjiyeri nedeniyle kamuoyunu yönlendirme gücü (niteliği) yüksek olan “liberaller” (“yetmez ama evet”çiler ile Erdoğan’ın “faiz lobisi” söylemiyle karşısına aldığı bazı iş çevresi) Gezi Parkı gösterileriyle “MHP tabanından devşirilme milliyetçi ve muhafazakârlar” “Barış süreci”yle Fethullah Gülen cemaati ise bir süredir, AKP’den kopma sinyalleri vermektedir. Erdoğan’ın önceliği, gösteriler nedeniyle şahsı ve partisinin yurtdışında örselenen itibarını iade etmektir ki, bu ancak yeni bir seçim zaferiyle mümkündür. Anketlere göre, Gezi Parkı gösterilerinden sonra bile Türkiye seçmeninin yaklaşık yüzde 50’si, “bugün bir seçim olsa” AKP’ye oy vermeyi düşünmektedir. Radikalleştirme politikası, işte bu yaklaşık yüzde 50 ancak siyaseten çok parçalı olan seçmen kitlesini birbirine kenetlemeyi hedeflemektedir. Yurt geneline yayılan gösteriler yüzünden başlangıçta bocalayan iktidar, Erdoğan’ın kendi tabanına yönelik bir tür toplum mühendisliği çalışması olan radikalleştirme politikasının, erken sonuçlarını hasat etmeye başladığı kanısındayım. Örneğin Gülen, kendisine ait internet sitesinden, “Dini, milli ve vatani değerlere saygılı görünen münafıkların, dost görünüp arkadan hançerleyebileceğini” söyleyerek, cemaatini yeniden AKP yanında konumlandırmıştır. Daha önemlisi, Gezi Parkı gösterileriyle ilk kez gündemi belirleyemeyen Erdoğan’ın söyledikleri, yaptıkları ve polise yaptırdıklarıyla gündemi belirlemeyi yeniden tekeline almasıdır. Parlamento içi ve dışındaki muhalefet, Başbakan ve kurmaylarının söyledikleriyle yaptıkları ve yaptırdıklarının yanlışlığını ispatlama peşinde, deyim yerindeyse bir kez daha lokomotife takılan vagon konumuna razı olmuş görünmektedir. Erdoğan’ın bu durumu, kendisi ve partisi adına bir fırsata dönüştürmüş görünmesi, izlediği politikanın muhalif olanları da radikalleştirip ortamı gereceği ve yeni can kayıpları dahil acı katsayısını artıracak bilinmeyenlere gebelik durumu nedeniyle Türkiye için tehlikeli olduğu gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Süreci, kitlenin henüz meydan ve sokaklara dökülmediği o ilk günlerde bile yönetemeyen Erdoğan ve AKP’nin, Soğuk Savaş bakiyesi siyaset yapma tarzı nedeniyle şimdi, tansiyonu kontrollü bir şekilde tırmandırmayı başaracağını beklemek iyimserlik olur. Sorumlu bir hükümete yakışan, ateşle oynamayı ivedilikle bir kenara bırakmasıdır. İlhan Bey’i Anarken Birkaç Çelişki İlhan Bey aramızdan ayrılalı üç yıl olmuş… Oysa daha dün odasında sohbet ediyorduk! Ne yazık ki onu ölüme götüren “Silivri süreci” aynen sürüyor! Aklın ve bilimin yolunu izler, çarpıcı mesajlar verir, Türkçeyi güzel kullanırdı… Toplumdaki çelişkileri çok iyi yakalar, onları temel yapısal sorunlarla ilişkilendirerek aktarırdı okurlara. Onu anmanın en güzel yolunun bu yöntemi kullanarak, günümüzdeki çelişkileri vurgulamak olduğunu düşündüm. Bugünkü yazımı ona adıyorum. HHH Teröristlere aktivist, aktivistlere terörist demeye başladık! Aslında bu değişiklik, PKK ile başlatılan “Barış süreci” görüşmeleri kapsamında ortaya çıktı. İktidar, “teröristlerle” görüşmenin “şerefsizlik” ve “hainlik” olduğunu söylediği için, PKK yöneticilerine “aktivist” demeye başladık; böylece ileride siyasete girmelerine de kapıyı açtık. Derken Taksim Gezi Parkı Direnişi başladı. Barışçı çizgide bir çevreci eylem olan bu direnişe katılan “aktivistlere”, iktidar “terörist” dedi… Ve onları “terör örgütü üyesi olmakla” suçladı. HHH Her ülkede başbakan, kamuoyuna sükunet tavsiye eder, Türkiye’de kamuoyu, Başbakan’a “Sakin ol” diyor! Taksim Gezi Parkı Direnişi başlayalı beri, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hem konuşarak hem de emirlerle olayları tırmandırıyor, toplumsal gerilimi arttırıyor, gençleri isyan ettiren buyurgan tutumuyla adeta tahrikçilik yapıyor… Buna karşılılık bütün aklı başındaki yazarlar, politikacılar, kamuoyu liderleri kendisine itidal tavsiye ediyor! HHH Halk, polis şiddeti ile boşaltılan meydanlarda “durarak” eylem yapmaya başladı; polis eyleme katılanları “durarak polise direnmekten” gözaltına aldı. Sorumlular ise trafiği ve kamu hizmetlerini engellemediği sürece, “duranlara” müdahale edilemeyeceğini açıkladı! HHH Kapalı yerlerde kullanılmaması gereken biber gazı, otellerin, apartmanların içine atıldı; kimi zaman da hedef gözeterek ateş edildi, ölenler, beyin sarsıntısı geçirenler, kör olanlar var; polis yurtdışından bile, orantısız şiddet kullanmakla suçlandı. Başbakan Erdoğan demokrasi sınavını geçtiğini belirterek polisi kutladı ve daha da güçlendirileceğini belirtti. HHH Aslında bu aralar toplumda çok çelişki ve gariplik var ama bu dört örnek durumu biraz özetliyor galiba. Yazımı yine İlhan Bey’in seveceğini düşündüğüm bir uyarı ile bitireyim: Gerilimden beslenenler bir gün kendilerinin de yem olacağını düşünmelidir! H Siyasi Tarih Başkanı C Ö ükümetten meydan ve sokakların tansiyonunu düşürecek adımlar beklendiği bir sırada, polis kıtalarının Taksim’deki göstericilere karşı, biber gazı ve tazyikli su destekli yeni müdahalesi konusunda, Erdoğan’ın bilinçli olarak böyle davrandığı düşüncesindeyim. 2013 yılı AKP’yi, 2014’te yapılacak yerel ve genel seçimlerde, daha güçlü kılacak bazı gelişmelerle başlamıştı. Bu gelişmelerin ilki, Türkiyeİsrail ilişkilerine, normalleşme fırsatı veren bir sürecin başlamasıyla ABD’nin, böylece AKP’ye yeni bir iktidar öpücüğü verdiği göz ardı edilmelidir. İkincisi, Öcalan ve BDP’nin verdiği açık desteğin başlattığı; PKK’nin Türkiye sınırları dışına çekilmesi, kamuoyunda bilinen ismiyle “Barış Süreci” idi. Otuz yıldan beri akan kanın durması, aklıselim sahibi herkesin ortak arzusu... Bu aşamada, yapılacak anayasada Erdoğan’ı başkanlığa taşıyacak değişiklikler karşılığı; BDPPKK’nin arzuladığı Türkiye’nin üniter yapısını sulandıracak bazı düzenlemeleri garantileyen bir araç olduğu da düşünülmekteydi. Üçüncü ve son olarak, Reyhanlı’daki patlamaya kadar, başarısız olduğu sokaktaki adamca pek anlaşılamayan hükümetin Suriye politikasından söz etmek gerekir. Eğer Suriye politikası duvara toslamamış olsaydı, yukarıda saydığımız gelişmelerden ötürü AKP, önümüzdeki seçimlerin propaganda kampanyasını büyük olasılıkla üçayak (sacayağı) üzerine kuracaktı: İsrail’e diz çöktüren; Türkiye’ye barış, komşusuna demokrasi getiren hükümet. Böyle bir kampanyanın, iktidar olmanın sağladığı avantajlar da hesaba katıldığında, Erdoğan’ı metafizik (insanüstü niteliklerle donanmış) bir varlığa dönüştüreceğini kestirmek zor değildir. İçeride Reyhanlı’daki patlama, AKP kurmayları ve holding medyası tersini söyleyip göstermiş olsa da dışarıda son ABD gezisi, Erdoğan ve partisinin inişe başladığı noktadır. Hükümetin, Ge İnişe geçiş noktası naller karşıtlığı yaratmak); Gezi Parkı’nı temsil etmeyen çakma heyet ve kişilerle görüşmek ve polisle terbiye edeceği imasıyla (“Anladıkları dilden konuşmayı biliriz” söylemi) annebabayı ürküterek çocukları üzerinde aile baskısı kurmak şeklinde özetleyebileceğimiz bazı girişimlerde bulunmaktadır. Burada sorgulanması gereken, Erdoğan’ın toplumsal barışı riske eden böyle bir politikayı neden izlediğidir? Hemen söyleyelim, AKP’ye oy veren seçmen kitlesi, siyaseten homojen olmayıp çok parçalı (heterojen) bir görünüm arz etmektedir. Söz konusu seçmen kitlesi içinde, niceliği (sayıca) en zayıf, ancak temsilcilerinin medyadaki ‘Kentlileşememe Sorunumuz’ H Prof. Dr. Mete TAPAN er geçen gün İstanbul’da ulaşım başlıca sorunumuz olmakta ve bu sorun nedeniyle ruh sağlımız bozulmaktadır. Metrobüs duraklarında bekleyen insanlarımızın hali içler acısı, kuyruklar, itişmeler, metrobüse istiflenen yolcular; her sabah ve akşam görülen İstanbul manzaraları bunlar... Kentin diğer ulaşım alternatiflerinin koşulları da metrobüs koşullarından pek farklı değil, kuşkusuz semtine, mahallesine göre değişiyor. Değişmeyen tek şey insanların her gün eza ve cefa görmesi... XXI. yüzyıl İstanbul’una bu durum yakışmıyor. Bir yandan koca koca gökdelenler dikilirken veya dev projeler düşünülürken, öte yandan vatandaşın çektiği eziyet niye? Kuşkusuz, bu durumun başlıca nedeni, kentin plansız veya var olan planların delinerek yeni iskân bölgelerinin açılmasında yatmaktadır. leyemez duruma gelecek anlamına gelen söylemlerde bulunan Doğan Kuban haklıymış meğer... Her sokak, her cadde özel arabaların adeta otopark yeri olmuş, servis minibüsleri bütün gün bu sokaklarda, caddelerde zaman zaman kaldırımları da işgal ederek park ediyorlar. Kimse bunlara karışmıyor. Eskiden park mafyası vardı, şimdi de bir lokantaya veya bir sergi açılışına gittiğiniz vakit, “vale”cilik başladı. Vale arabamızı nereye park ediyor diye bilmem araştırdınız mı? Genellikle, vale de arabamızı etkinliğin yakınındaki yine aynı sokağa, aynı caddeye park ediyor veya nadiren bir boş arsaya veya bir yeşil alana arabanızı bırakıyor. Gökdelenlere hiç ama hiç de karşı değilim... Ancak her zaman dile getirdiğim gibi, gökdelenlerde yaşamayı, çok insani bulmuyorum. Belki birçok kişi bu değerlendirmeme katılmayabilir. Ama gökdelenin çevresindeki yapıları, güneş, rüzgâr yönünden olumsuz etkilemesi beni çok rahatsız ediyor... Siluet bir kentin kimliğinin en önemli simgesidir. Dolayısıyla, kentin topoğrafyasına, tarihi süreç içinde kentin var olan yapı stokunun oluşturduğu siluete uymak kent bilincinin, mimarlığın üzerinde hassasiyetle durduğu konuların başında gelir. İstediğin yerde, mevzi imar planları değişikliğiyle bazı arsaların imar hak Gökdelenler Gelişmiş ülkelerden birçok şeyi örnek alarak gösteriyoruz da, yeni bir yeri iskâna açarken bu ülkelerde bir yeri iskâna açmadan oralarda öncelikle neler yapılıyor diye niye kafa yormuyoruz? Veya yeni bölgeleri iskâna açmadan önce oralarda ne gibi işlemlerin yapıldığını örnek göstermiyoruz. Sayın Doğan Kuban’ın “kollaps” kuramı her geçen gün daha güçlü bir biçimde geçerliliğini koruyor. Uzun yıllar evvel, bir gün İstanbul çalışamaz, iş Kafa yormuyoruz larını artırmak ve böylece artırılan inşaat alanını üçüncü boyuta taşıyarak yüksek yapılar inşa etmek kent siluetini bozmak anlamına gelir... Mevzi imar planlarıyla böyle bir olguya, izin vermek hem kent silueti, hem de mimarlık etiği yönünden sakıncalıdır. Eğer gökdelen yapılması isteniyorsa, kentin bir bölgesinin, bu tür yapılar için seçilmesi ve örneğin Viyana’da olduğu gibi, tarihi kentin dışında bir alanın gökdelenler yapmak amacıyla planlara işlenmesi gerekir. Üstyapıların inşaatı başlamadan da bu planlanan alanlarda altyapı çalışmaları projelendirilmeli ve uygulamaya geçilmelidir. Bu bölgeyle ilgili ulaşım, su, elektrik, doğalgaz, kanalizasyon sistemleri düzenlenmeden yaşama geçilmemelidir. Önemli olan insanların birbirlerine saygılı ve kentin kapasitesi koşutunda yaşamalarını kentte sürdürebilmeleridir. Ben buraya gökdelen dikerim, çevremdeki yapılar, onun gölgesi altında kalsın diyorsanız, isterseniz Harvard diplomasına sahip olun, kentli olamazsınız... Kentiniz fiziksel olarak büyür, daha karmaşıklaşabilir, ama hiçbir zaman kentli olamazsınız. Fiziksel olarak kentleşir, ama kentlileşemezsiniz... Maalesef bu kentlileşememeyi, bu trafik karmaşasını İstanbul’da yaşıyoruz... Ortak yaşama kültürünün, en önemli ayağı, insanların birbirlerine saygılı olmalarıdır. Kentlileşme bu saygı üzerine inşa edilmelidir. Planlama, kentsel tasarım hep bu saygı göz önüne alınarak yapılmalıdır. Örneğin, kaldırımların yüksekliği akıl almaz seviyede, bugün İstanbul’un birçok semtinde, nedeni çok açık, arabalar kaldırımlara park etmesin diye böyle yapılıyor. Arabalara engel olalım derken, engelli vatandaşlara İstanbul’da yaya olarak veya tekerlekli iskemlelerle gezmeyi yasaklıyoruz... Böyle bir kentlileşme anlayışı olamaz ve olmamalı da... Yerel yönetimler güçlendirilmelidir veya yerel yönetimler demokrasinin beşiğidir derken, yaşam koşullarının da demokrasinin sınırları içinde sağlanmasının vazgeçilmez olduğunu bilmemiz gerekir. Yukarıda, daha hızlı kentlileşelim diye birkaç noktaya değindim. Bu sorunları saymakla bitmez... Yerel yönetimler illerine, ilçelerine sahip çıkmak istiyorlarsa katılımcılığın bir sonucu olarak vatandaşların sorunlarının neler olduğunu öncelikle ortaya koymaları gerekir. Bu çalışmaların temelinde yönetimlerin halka gitmeleri vardır. Doğru, çağdaş yaklaşımlar ve yöntemlerle bu sorunlar ortaya konmalı ve çözülmelidir. Çözümlerde de halkın görüşü dikkate alınmalıdır. O zaman yerel yönetimlerin güçlendirilmesi daha sağlıklı olacağı gibi, gerçek bir demokrasiden de söz edebiliriz. Halka gidilmeli
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle