16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 13 HAZİRAN 2013 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Bir Büyük Uyanış Siz de katıldınız mı başkaldırıya? Ya da gazetelerde okudunuz, bazı TV’lerden izlediniz. Türkiye’de ilk kez yaşanan bir kalkışmaydı. Bir başkaldırıştı... Halkımız uyumuyormuş. İlk fırsatta kendini de, gücünü de gösterdi. Bir haziran patlayışı gibi. Bahar bitiyor, yaz başlıyor, sıcak kafalarda yeni ürpertiler yaratıyor. Bu bir isyan, ama kime? İktidardakilere mi, yoksa biraz da kendi uyuşukluğuna mı? Politikacı geçinenlerden yararlı çalışmalar beklediler, sonuç sıfır... Mayıs sonu, haziran başı olayları gerçekten düşündürücüdür. Düşünmeyi aşan halk eylemleridir. Kendiliğinden, kendi iç direnişiyle bir yüreklilik aldı sessiz sessiz duran halkımızı. Ben uyanığım, ben her şeyi biliyorum; ben, iyiyi kötüyü, yararlıyı yararsızı ayırmasını biliyorum, dedi. İstanbul, Ankara ve İzmir’deki yüzer binlik coşkularla. Hükümete karşı mıydı bu halk eylemleri? Öyle daha çok yıllardır sürüp giden dikta kurmak heveslilerine... Halkımız o parti bu parti değil, falan lider de değil, kendi saflığına, kendi sessizliğine de başkaldırdı. Bir çeşit devrimdi bu. Halkın devrimi, onun bunun önderlik ettiği bir hareket değil. Kendini kurtarmak çabasında halkımız. Başka kurtaracak yok, ancak kendi gücü, kendi bilinci, kendi aklıdır öncüleri, yol göstericileri... Toplumda büyük bir değişim başlamışa benzer. Bunu ilk genel seçimde görecek miyiz? Şu parti o partiyi, o lider ötekini oyçokluğuyla yenecek mi, yenebilecek mi? Şöyle bir bakarsanız ortadaki partilerden birinin iktidardakileri devirecek gücü var mı? Her şey insana bağlıdır. Güven veren yürekli, ulusalcı, yurtsever bir lider hepimizin özlemidir. Bekle, bekle, bekle... Türk halkı artık kendini kurtarmalı. O güç var onda... İstediği an başını şöyle bir kaldırır, bakar ki işler kötü, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiyesi yanlış ellerde... Nerde Kemalistler diye düşünür. Kemalist anlayışın politikada ağırlığını duyurmasını bekler durur. Tek çıkar yol Kemalizmdir desem birçokları “hadi ordan” diyebilecektir. Bunlar vatanını gerçekten seven insanlar mıdır, hayır. Tam tersi politikacılıkla halkı sömürmek, aldatmak peşinde olanlardır. Sonunda halkımız da anlayacak, ilk seçimde oylarını bilerek, düşünerek, ölçerek verecektir. Umudumuz, güvencemiz, özlemimiz bu kadar... Taksim Cumhuriyet Meydanı ve Gezi Direnişi u Planlama, şehircilik ve mimarlık sorunlarıyla yüklü bütün bu çok boyutlu işler için karar oluşturmada tek otorite Başbakan olmamalı. Bu işlerin asıl sorumlusu yerel yönetimdir. Bugün yaşananlar ve plansız gidiş dünya şehri İstanbul’a yakışmıyor. Doğan HASOL B u konuya geçen aralık ayındaki bir yazımda şöyle değinmiştim: “İstanbul’un en önemli meydanı... Cumhuriyet’in meydanı... Yayalaştırma söylemiyle altı oyuluyor... Üstü düzenleniyor mu? Hayır... Meydan bariyerlerle kuşatılmış, makineler harıl harıl çalışıyor; trafik arapsaçı. Oradaki esnaf ve dükkânlar perişan. Anlayış, ‘ben yaptım oldu’ anlayışı. Ne yapıldığı konusunda kimsenin bilgisi yok. Zaten ortada ciddi bir proje de yok. Müteahhit çalışıyor!..” İstanbul Serbest Mimarlar Derneği, 16 Mart 2013 günü Sayın Başbakan’a Taksim Meydanı konusuna ilişkin olarak bir görüş yazısı göndermiş ve görüşme isteminde bulunmuştu. Derneğin eskiyeni bütün başkanlarının katılımıyla hazırlanmış ve imzalanmış olan o yazıya Başbakanlık’tan herhangi bir yanıt gelmedi. Dikkate alınmayan o yazı aslında dikkate değer ciddi öneriler içermekteydi. Zaman zaman ülkemizde mimarlar, mühendisler katkı vermek yerine yalnızca yapılanları eleştirmekle suçlanırlar. Bazen de sorumlusu olmadıkları pek çok çarpıklık onların sırtına yüklenir. Yukarıdaki örnek, önerilerin dikkate alınmadığının yeni bir kanıtıdır. Geçen sürede Taksim ve çevresindeki yapım çalışmaları yoğun bir şekilde sürdürüldü… Asker Ocağı Caddesi üzerinde bulunan ve Gezi Parkı’nın sürekliliğini sağlayan köprü bir anda yıkılıverdi. Sıra bu kez hangi proje ye göre bilinmez parkın yıkımına ve bir kısım ağaçlarının sökülmesine gelmişti. İşte tam o sırada toplumsal eylem başladı. Ağırlıklı olarak gençlerden oluşan, aylardan beri dile getirdikleri önerileri hiç dikkate alınmayan Taksim Platformu’ndan bir grup gecegündüz ağaçları koruma nöbetine başladı. Nöbet, bir sabaha karşı tam teçhizatlı polisin aşırı şiddetle yaptığı baskınla sarsıldı. Ondan sonra da Taksim odaklı tepkiler, bilindiği gibi başka bir heykelin yerleştirilmesine izin vermemişti. Hazırlanmış olan heykel, İnönü’nün cumhurbaşkanlığından ayrılmasından yıllar sonra 1982’de MaçkaTaşlık Parkı’na, İnönü evinin karşısındaki bir noktaya dikildi. Hâlâ oradadır. İşte görüldüğü gibi, çok eleştirilen tek parti döneminde bile, “en güçlü”nün gücü toplumun eğilimini aşmaya yetmemişti. O dönem, İsmet İnönü’nün en güçlü olduğunun sanıldığı dönemdi. Fotoğraf: Vedat Arık önce İstanbul’a sonra da bütün Türkiye’ye yayıldı. Aslında, bu tepkisel olay Taksim için bir ilk değildir. Yıllar önce, İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı olduğu dönemde Gezi’nin Taksim Meydanı’na bakan merdivenleri üzerindeki düzlüğe yerleştirilmek üzere, at üstünde bir heykeli yaptırılmış, hatta kaidesi bile yerine konmuştu. Ne var ki, ünlü Alman heykelci Rudolf Belling’in yapıtı olan heykel bir türlü oraya dikilemedi. O dönemin gençliği, Meydan’daki Atatürk Anıtı’nın daha yükseğindeki bir noktaya Bugüne gelince… Başbakan’ın İstanbul’a ilgisi son yıllarda giderek arttı. Belediye başkanı iken yapamadığı, hatta Boğaz’a 3. köprü gibi, yapılmasına karşı çıktığı kimi projeleri başbakanlığı döneminde gerçekleştirmek istiyor. Aslında İstanbul’a ilgi duyma yaklaşımı şehir için avantajdır. Ne var ki büyük yatırımlar konusunda çok ciddi, çok tutarlı projeler hazırlanması, kent planlamasıyla uyumunun irdelenmesi, uzman görüşlerinin alınıp değerlendirilmesi, kentlilerin sürekli paylaşım yoluyla bilgilendirilmesi yani hiçe sayılmaması gerekiyor. “Sandıktan ben yüzde elli oy alarak çıktım; yetki bende, dilediğimi yaparım” inancı, demokrasilerde yönetimlere istediğini yapma yetkisini ve özgürlüğünü vermiyor. Son zamanlarda gündeme gelen bazı büyük proje konuları yukarıda açıklanan nedenlerle yalnızca uzmanların değil, halkın da tepkisini çekiyor. Taksim direnişi kentlinin kent üzerindeki hak arayışıyla başladı ve dalga dalga başka alanlara yayıldı. Bugünün tartışma gündeminde çok başka toplumsal ve siyasal konular da var kuşkusuz. Bu yazımı kent ve mimarlık konularıyla sınırlı tutmak istiyorum. İşte o kapsamda yalnızca İstanbul’daki tartışmalı konulardan bir bölümü: Yıkılan Emek Sineması… Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkılmak istenmesi… Taksim Cumhuriyet Meydanı operasyonu… Gezi’nin yok edilmesi girişimi… Taksim’e Topçu Kışlası görünümünde rezidans, AVM ya da şehir müzesi… Kanal İstanbul… Çamlıca’ya, Taksim’e, Göztepe’ye cami… 3. Boğaz köprüsü… 3. havalimanı… Galata Limanı… Haydarpaşa… Avrasya tüneli projesi… Tarihi Kuşdili Çayırı’na AVM girişimi… Koruma altındaki İnönü Stadı’nın yıkılması kararı… Haliç’i perdeleyen Metro Köprüsü… Hafife alınacak bir liste değil bu. Hepsi de kent bütünlüğü ve planlamasıyla bağlantılı; bunların hiçbiri plan dışı siyasal dayatmayla ya da “ben yaptım oldu” anlayışıyla sürdürülecek gibi değil. Planlama, şehircilik ve mimarlık sorunlarıyla yüklü bütün bu çok boyutlu işler için karar oluşturmada tek otorite Başbakan olmamalı. Bu işlerin asıl sorumlusu yerel yönetimdir. Bugün yaşananlar ve plansız gidiş dünya şehri İstanbul’a yakışmıyor. Bir İnat Uğruna Yâ Rab… Protestocuların ve polislerin canı… Ülkenin istikrarı… Güven… Refah… Demokrasi… İnsan hakları… Çevre… Yeşil… Doğa… Park… Özgürlük… Haysiyet… Onur… Çağdaşlık… Gençler… Analar, babalar… Nineler, dedeler… Umutlar… Ve bunlara karşı bir İNAT… Tek kişilik bir İNAT! HHH Tek kişilik bir İNAT: Her şeyi ateşe atan… Her ulusal ve bireysel kazanımı yok eden… Cana, mala kasteden… Yıkıcı, yakıcı, kahredici… Anlamsız bir İNAT: Kışla yapılacak… AKM yıkılacak! Öyle bir İNAT ki: “Kusura bakmayın ben değişmem” diyor! HHH Bugünlerde Mehmet Akif’den bazı mısralar sökün ediyor zihnime: Asım’ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek. Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar, Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! HHH Bir İNAT uğruna, yâ Rab… Bütün bunlara değer mi! HHH AKP içinde, yâ Rab… Bu soruyu soracak kimse yok mu! Kutsuz Başbakan Uygar AKTAN/Araştırmacı Yazar Evrensel İnsanlık Kültürü Ahmet SAY “K ut” günümüze kadar yaşayan en eski Türkçe kelimelerdendir. Bayramların kutlu olması dilekleri oradan gelir. Mutlu ve uğurlu anlamlarını içerir. Ama aynı zamanda derin bir siyasal anlamı da vardır. Eski Türk devletlerinde siyasal egemenlik kut inancına dayanırdı. Bu bağlamda kut bir lidere yüce “gök” tarafından bahşedilen hükümranlık yetkisidir. Ama somut değil, gizil bir güçtür. Gözle görülemez, elle tutulamaz ama herkes tarafından sezilen bir manevi otoritedir. Türkler kut sahibi olduğuna inandıkları kağanlara şiddetle bağlanırlardı. Kağan savaş kazandığı, açları doyurduğu ve halkına adalet dağıttığı sürece kut’u elinde tutmaya devam ederdi. Ama adaletsizlik ve uğursuzluk başgösterdiğinde Gök’ün kut’u geri çekmiş olduğuna hükmedilir ve kağan tahttan indirilirdi. Günümüzde egemenliğin kaynağı Gök değil halktır. Hükümetler artık sandıktan çıkıyor. Ama iktidarların görünmez temeli olan manevi otorite her zaman alt alta yazılan rakamların toplamından çıkmıyor. Bazen öyle bir tarihi an geliyor ki, “üç beş çapulcu” on yıllık azametli bir saltanatın manevi otoritesini birkaç günde yerle bir ediyor. Bugün Başbakan açısından durum budur. Ama maddi gücünün zirveye ulaştığı noktada nasıl olup da manevi otoritesini bir anda kaybettiğini anlayamıyor. Sebeplerini ağaçlarda, faiz lobilerinde, halkın arasına sızan marjinal gruplarda arıyor. Oysa kaldırımları okuması yeterli olacaktır. Muktedir olan benim dese de kaldırımlara halk “iktidarın ayaklarımın altındadır” diye yazıyorsa iş bitmiştir. Peki her şey güya bu kadar güzel giderken ne oldu da halk ayaklanmıştı? Ortada parti, örgüt vesaire yoksa kim önderlik yapmıştı bu ayaklanmaya? Başbakan kendisine direnen herkesi bertaraf etmemiş miydi? Daha ne yapacak Egemenliğin kaynağı tı? Orduyu tasfiye edip polisi kendi kişisel milis gücü haline getirmişti. Yargıyı siyasallaştırmıştı. Medyayı yandaş yapmıştı. Gazetecileri, bilim insanlarını ve diğer muhalifleri hapse tıkmıştı. İş çevrelerinin ticari kaderini iki dudağının arasına mahkum etmişti. Yabancılar ne istiyorsa vermişti. Kitleleri apolitikleştirmek için bir tüketim ve gösteriş kültürü yaratmıştı. Ve sonunda padişahlığını tam ilan edecekti ki bir şeyi fark etti. Dünyanın en büyük gücünü hesaba katmamıştı. İktidara geldiği 2002 yılında 23 Nisan bayramını kutlayan çocukları. Yaşları küçük olduğu için onlar oy kullanmamıştı. Akıllarında oyun oynamaktan başka bir şey yoktu. Ama sonra büyüdüler. Bu sefer 2013 yılında 19 Mayıs bayramıyla gençliklerini kutlamak istediler. Fakat bayramları ellerinden alınıyordu. Ve fark ettiler ki bütün bu milli bayramları onlara armağan eden Atatürk aynı zamanda Cumhuriyeti de onlara emanet etmişti. Birinci vazifelerini hatırladılar. Ayağa kalktılar. Ve siyasal rüştlerini ispat ettiler. Onları gören büyükleri korku duvarını yıkıp peşlerinden gitti. Sonunda Edirne’den Hatay’a kadar bir kahramanlık destanı yazdılar. Sayelerinde bugünün çocukları Başbakanlık koltuğunun sadece 23 Nisan’larda fotoğraf çektirmek için oturulacak bir koltuk olmadığını öğreniyorlar. Çünkü koltuğun arkasındaki kut’un sahibi bizzat kendileridir. O yüzden kimse eylemcilerden üzerinde pazarlık yapabilecekleri bir talep listesi istemesin. Pencerelerini açıp meydanların sesine kulak verdiklerinde zaten Türkiye’nin her yerinden tek bir talebin haykırışını duyacaklardır: Tayyip istifa! Çünkü adaletsizlik ve uğursuzluk başgösterdiğinde gözle görülemeyen, elle tutulamayan ama herkesin sezebildiği kut’u halk geri çekmiştir. Ve kut öyle bir şeydir ki, ister Gök geri çeksin ister halk. Bir kere kaybedildi mi bir daha geri kazanılamaz. Y urda yayılan “Gezi Parkı Direnişi”nin coşkusu sürerken ve hepimiz bu olayların etkisindeyken AKP iktidarının akla gelmeyecek bir alanda yeni bir yasa taslağını Meclis’ten ansızın geçireceği ürküntüsü ve kaygısıyla yazıyorum bu yazıyı. “Ey Türk aydını, davran!” diye başlasam söze, böyle karanlık bir yasa taslağı karşısında hiç de abartıya kaçmamış olurum. Değerli okurlar, Türkiye’nin aydın yüzü dostlarım, sevgili sanatçılar ve sanatseverler, iktidarın hazırladığı “Türkiye Sanat Kurumu ve Sanatın Desteklenmesi Hakkında Yasa” başlıklı, kısaca TÜSAK denen kurumla ilgili yeni bir yasa taslağı, toplum aydınlanmasının belini kırmak üzere tasarlanmış bir darbe niteliğindedir. Sözü uzatmaya gerek yok: Bu yasa taslağının Meclis’te AKP oylarıyla kabul edilmesi durumunda, Devlet Tiyatroları’nın çok sayıda ilimizde görev yapan birimleri, Devlet Opera ve Balesi’nin bütün sahneleri ve Devlet Senfoni Orkestraları kapatılacaktır. klasik müzik kıyımına yönelmiş olan bu yasa tasarısı, bugün işlerliğini sürdüren sanat kurumlarımızın yasal güvencesi bulunmasına karşın, şu yoldan yaşama geçirilmek istenmektedir: 5441 sayılı Devlet Tiyatroları Yasası, 1309 sayılı Devlet Opera ve Balesi Yasası, 6940 sayılı Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Yasası kapsamında açılmış bulunan bütün devlet senfoni orkestraları, bu yasa taslağında öngörüldüğü şekilde kaldırılacak, çeşitli illerimizdeki sanatçı toplulukları tarafından sanat üreten bütün birimler yok edilecektir. Özetle adı geçen devlet sanat kurumlarının sanat etkinlikleri köreltilmiş, noktalanmış olacaktır. evlet tiyatroları kapatılacak İyice incelediğim yasa tasarısında bu konu, açıklıkla yer almaktadır. Ve böylece 22 ilimizde etkinliğini sürdüren devlet tiyatroları, 6 ilimizdeki devlet opera ve bale birimleri ve yine 6 ilimizde yıllık konser programlarını yaşama geçiren senfoni orkestralarımız kapatılacak, yurdumuzdaki tiyatro, operabale sanatları ve senfonik müzik toplulukları yok edilecektir. Yeni kuşak sanatçılar yetiştirerek bu kurumların kadrolarını besleyen konservatuvarların da artık varlık nedeni kalmayacaktır. Böyle bir tırpanlamayla müzik ve sahne sanatları alanında tam anlamıyla Cumhuriyet öncesi dönemin koşullarına dönülecektir. D Halk ‘kut’u geri çekti urttan kovuluyor mu? Kapatılacak da onların yerine başka bir yapılanma ve kuruluş yöntemiyle yeni sanat kurumları mı açılacaktır? Hayır. Devlet, onların yerine hiçbir sanat kurumu getirmeyecek, söz konusu evrensel kültürün sanat kurumları yurdumuzdan kovulmuş olacaktır. Tam bir sahne sanatları ve Y Karşılaştığımız toplumsal sorun, tiyatro, operabale ve müzik gibi evrensel sanatların yurdumuzdan kovulması değildir yalnızca. Temel sorun, söz konusu sanat dallarının, aslında birer eğitim kurumu, aydınlanma kurumu olmasındadır ve aydınlanmanın önlenmesindedir. Hazırlanan yasa taslağıyla öngörülen amaç ise şudur: Cumhuriyetimizin kuruluş döneminden başlayarak olağanüstü çabalarla yaratılan bu eğitim ve aydınlanma kurumlarının işlevini sürdürmesini önlemek, aydınlanmaya karşı kör karanlığı yeğlemek… Bilinmelidir ki, bizim bu sanat kurumlarımız, çağdaş uygarlık düzeyinin belirleyici öğeleridir. Açıp bakalım haritaya: Türkiye’nin doğusunda yer alan Asya ülkelerinin birinde olsun, çağdaş tiyatro, opera bale kurumları, senfoni orkestraları var mı? Tee Uzakdoğu ülkelerine kadar kupkuru bir sanat ortamıdır orası! Aynı sanat yoksunu ortam, bizim güneyimizdeki Arap ülkeleri için de geçerli değil midir? Evrensel sanat kavrayışı yönünden Avrupa’nın son durağı Türkiye’dir. Bu tür sözler, devlet kurumlarında görev yapan hemen bütün tiyatro, operabale yöneticilerini, senfoni orkestralarının müdürlerini töhmet altında bırakır. Bu sözlerin altında kalmayacak gerçek sanatçılarımız, yeri ve zamanı geldiğinde, “Ben bu işte yokum, istifa ediyorum!” diyebilecek sanat kurumu yöneticileridir. Ak ile kara, işte o zaman apaçık belli olacaktır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle