18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 5 MAYIS 2013 PAZAR 12 PAZAR YAZILARI derinliğini avanağa ölçtürürler’ İ sveç’te, seçimi kazanan milletvekili, hemen öyle pılını pırtısını toplayıp başkent Stockholm’e akın etmez. Seçim bölgelerindeki varlıklarını sürdürürler. Stockholm’e, oylamalara, genel kurul çalışmalarına katılmak için gelirler. Meclis çalışmalarını rahat sürdürebilmeleri için Stockholm’de kiraladıkları ikinci evleri için devletten kira yardımı alırlar. Hepsi öyle kellifelli kişiler de değildir. Saçı sakalı birbirine karışmış, hırpani kılıklı olanları da var. Kent içinde bisikletle dolaşır. Birahanelerde halkın arasında oturur, gösterişsiz, sade bir yaşam sürdürürler. İşte, iktidardaki sağcı parti milletvekilini böyle bir ortamda tanıdım. Biraz havadan sudan konuştuktan sonra, geldiğim ülkeyi sordu. Öğrendiğinde, “Erdogaaan!” diye uzatarak bir sevinç narası attı. Tayyip Bey’i çok seviyordu; “Beşşar Esad’ı bir devirirse, Kürdistan’ı da kursa” daha çok sevecekti. Nobel Barış Ödülü’nü vermek için sabırsızlıkla bekliyorlardı. Sözü dolaştırmadan sordu: “Öcalan ne zaman serbest bırakılacak?” “Erdoğan, bunun mümkün olmadığını söylüyor” dedim. Şaşırma ile gülümsemenin birbirine karıştığı alaylı bir ifadeyle, “Öcalan’ın özgürlüğüyle sonuçlanmayacak bir barış süreci olmaz. Erdoğan akıllıdır. Zaman içinde halledecek işi...” Saf saf, “Bilmem!” diyorum... Sokakta gürültü vardı. Bazı sol örgütler ve Müslüman kuruluşlar, az ötedeki Möllavången Meydanı’nda büyük bir gösteri düzenlemişti. Hollanda’daki İslam karşıtı Özgürlük Partisi’nin (PVV) lideri Geert Wilders, Malmö’de düzenlenen ırkçı ve Müslüman düşmanı bir toplantıda konuşacaktı. Toplantı, başlamadan önce sol ve Müslüman gruplar tarafından protesto ediliyordu. Sağcı parti milletvekili, Wilders’i kınayan bu seslerden rahatsız oldu. Yüzünü buruşturarak bana sordu: “Dünyanın her yanındaki İslami MALMÖ yükseliş seni de rahatsız etmiyor mu?” Şaşırdım, ne diyeceğimi bilemedim. Az önce Tayyip Bey’i ALİ HAYDAR çok sevdiğini NERGİS söyleyen adam, aynı zamanda bir İslam düşmanıydı.. İsveç ve Danimarka’da İslam düşmanlığı her geçen gün daha da artıyor. Bilinmeyen bir el, gizli gizli İslam karşıtlığını kışkırtıyor sanki. Ortadoğu’daki savaş, Müslüman düşmanlığı ile birlikte yürütülüyor. Gazetelerde, televizyonlarda yayımlanan Ortadoğu ile ilgili her kanlı görüntü, saldırı hangi taraftan gelirse gelsin, Müslümanların hanesine yazılıyor. Partiler, sivil toplum kuruluşları da ev temizliği yaparak içlerindeki Müslümanları ayıklıyor. Son olarak, İsveç Sosyal Demokrat Partisi Merkez Yürütme Kurulu’nun Müslüman kökenli üyesi Ömer Mustafa, parti içi baskılar nedeniyle istifa etmek zorunda bırakıldı. “Eşcinsel karşıtı” ve “Yahudi düşmanı” olmakla suçlanan Mustafa’nın, 2 yıl kadar önce internette paylaştığı bir notta, “İsrail, emperyalizmden güç ve nefes alıyor” şeklinde bir ifade kullandığı saptandı. Bu not suç kanıtı olarak önüne kondu. Son bir örnek de Danimarka’dan... Haberi, Danimarka’da Türkçe yayımlanan Haber gazetesinden verelim: “Genç göçmenlere demokrasi eğitimi vermek amacıyla kurulan Genç Göçmenler Derneği, Uyum Bakanlığı tarafından her yıl verilen 1 milyon kronluk yardımın kesilmesi üzerine kendini feshetme kararı aldı. Dernek, 11 Eylül saldırısının yıldönümünde, Minhac’ül Kuran adlı İslamcı örgütün kurucusu ve profesör Tahir ül Kadri’yi konuşma yapmak üzere Kopenhag’a davet etmiş, bu davet birçok siyasetçi ve konsey dışındaki göçmenler tarafından eleştirilmişti.” Başbakan Erdoğan’ın, Danimarka; Cumhurbaşkanı Gül’ün İsveç ziyaretlerinden sonra, bu ülkelerde ivme kazanan Müslüman düşmanlığının nedenlerini anlamak da mümkün değil... Tam yazıyı bitirmek üzereyken İsveç emeklisi, Divrikli Kamber Dayı aradı. Telefonda ülke sorunları üzerinde dertleşirken “barış süreci” adı altında yapılan yanlışlıklara, “akil insanlara” verdi veriştirdi: “Bizim Suriye’de ne işimiz var, bölgenin gıllı gıçlı işlerini bize yaptırmaya çalışıyorlar” dedi; sohbeti bir İç Anadolu sözüyle bağladı: “Derenin derinliğini avanağa ölçtürürlermiş...” [email protected] ‘Derenin S tuttgart’ın bahçe içindeki evleriyle ünlü şirin Sonnenberg semtindeyiz. “Hello! How are you? What can I do for you?” (Merhaba, nasılsınız? Sizin için ne yapabilirim?) İri yarı, şişman, ak sakallı adam bu sözlerle karşılıyor kapıdan girenleri. Onlar da ona İngilizce yanıt veriyor. Müşteriyle dükkân sahibi arasındaki konuşma çoğu kez İngilizce devam ediyor. Çünkü buraya her gelen İngilizce biliyor. Chicagolu Tom Müller küçük dükkânında kitap satıyor. Hepsi de İngilizce... Vitrinler beyaz kartonlarla kapalı olduğundan içerisi dışardan görünmüyor. Kapının üzerindeki küçük tabelada “Books (kitaplar)” yazıyor. Ak sakallı Tom vitrini örten kartonlardan birine de iri harflerle İngilizce “Her kitap 1 Avro’ya” yazmış. Rafları dolduran İngilizce kitapların tümü de ikinci el, hatta içlerinde üçüncü el olanlar da var! Tom’a gelenler İngilizce kitap okumak isteyen Almanlarla, Stuttgart ve çevresinde yaşayan Amerikalılar, İngilizler, Avustralyalılar, Kanadalılar... Kapıdan adımını atanı selamladıktan Tom amcanın kulübesi... elektrikçi olarak yaşamını sonra hemen soruyor: “Hangi STUTTGART sürdürmüş. O yıllarda bir kitapları arıyorsunuz?” kadına âşık olunca da temelli Şikagolu Tom daha ilkokula bu ülkede kalmaya karar başlamadan okumasını vermiş. Müller bugün 76 öğrenmiş. İlkokulun yaşında. Çocukluğundan üçüncü sınıfında babasının bu yana hep bir kitap kütüphanesindeki eski kitapları okul bahçesine AHMET ARPAD kurdu kalmış! Kitap almış, kitap toplamış, eline ne kurduğu masaya dizmiş geçerse okumuş ve hiçbirini ve üç beş cent karşılığı kaldırıp atmamış, yetmiş yıl boyunca arkadaşlarına ödünç vermeye başlamış. biriktirmiş. Polisiye romanlar, aşk Kazancıyla da kendine yeni kitaplar romanları, mesleki kitaplar ve de çizgi satın almış. Tom Müller 1960’larda romanlar.. Bazı raflarda çocuk kitapları Stuttgart’taki Amerikan üssüne asker da var; onları parasız veriyor. Bundan olarak gelmiş. Ancak görevi bittikten otuz yıl öncesine kadar elindeki sonra yurduna dönmemiş ve Cannstatt kitapları, her cumartesi günü kent semtindeki Amerikan hastanesinde Gazetelerin halleri S abah işe giderken insanlar bir telaş bir telaş deme gitsin. Otobüsten tramvaya, tramvaydan metroya yetişmek için koşup duruyorlar. Bu ara her birinin elinde bir gazete var, kimisi elindeki gazeteyi duraktaki çöp kutusuna atarken diğeri gazete noktalarından veya dağıtılan gazetelerden bir adet almaya çalışıyor. İşe metronun ilk durağından binerek gidiyorum. Herkes oturacak bir yer buluyor, ilgiyle gazete okuyor. Eskiden hikâyelerin bir baştan alıp sona doğru anlatılan tırıvırı edebiyat (trivialliteratur) kitapları olurdu insanların ellerinde. “Trivialliteratur” kavramını “tırıvırı edebiyat” türü olarak çevirmeme edebiyat hocalarımın itirazı olur da kulaklarımı çekerler mi korkumu da burada not edeyim. O tırıvırı türü kitapların yerini sabahları gazeteler, akşamları ise cep telefonu almış durumda, sosyal paylaşım sitelerine giriliyor, SMS’ler yazılıyor. Okunan gazetelerin ise iki türden olduğu dikkat çekiyor. Birkaç yıl öncesine kadar başka bir bulvar gazetesi daha vardı insanların ellerinde. İki renkli bulvar gazetesinin dışında başka gazete görünmüyor artık. İnsanların neden sadece bu iki gazeteyi okuduklarına geçmeden, isimlerini Avusturya ve Bugün olarak çevireceğimiz gazeteler 1.8 milyon nüfuslu Viyana’da 500 bin ile 650 bin arasında tiraja sahip oldukları belirtiliyor. Neden sadece bu iki gazetenin insanların ellerinde görüldüğüne gelince, önce kolay okunan ve metro durağının birinde alıp inilen durakta çöpe atılmaları gösterilebilir. Bir diğer neden ise VİYANA gazetelerin ücretsiz olması. Gazetelerin harcamaları devletin vermiş oldukları basın destek fonundan ve reklamlardan elde KADİM ÜLKER ettikleri paralarla karşılanmakta. Avusturya gazetelerinin parasız olarak piyasaya çıkmasından yıllar önce Türkler bu alanda öncülük etmişti. Şu anda her gün bir gazete okunsa neredeyse ayın her gününe bir adet düşecek sayıda Türkçe aylık gazete çıkarılmakta. Dernek lokallerinde, lokantalarda ve alışveriş merkezlerinde herhangi bir bedel ödemeden elde edilen Türklerin Avusturya’da çıkarmış oldukları gazetelerin giderleri almış oldukları ilanlarla karşılanıyor. On beş, hatta yirmi yıldır hiç aksatılmadan okurlarına ulaştırılan gazeteler günümüzde yayın hayatında. İnternet ortamında da kimine ulaşılabilinen, çoğu dergi formatında çıkarılan bu gazetelerin dili çok da profesyonel olmamasına rağmen okuyucunun yerel habere dayalı gereksinimini karşılamakta. Öte yandan gazeteye para verilmez tavrı, çanak antenlerin ve internetin her eve girmiş olması Avusturya’da gazetelerin satışlarını önemli ölçüde baltaladı. Özellikle arkasında büyük sermaye gücü olmayan gazetelerin ayakta kalma şansı kalmadı. Haftada ortalama elli kadar Türk büroma gelir. Önceki yıllarda gelenlerin ellerinde gazete bulunurdu, artık yok. Büyük sermayenin gazetelerini sadece satış noktalarında yığılı vaziyette görmek mümkün. [email protected] göbeğinde açılan eski eşya pazarında satmış. Ancak oradaki tezgâhı küçük gelmeye başlayınca şans yardım etmiş, bir gün ekmek alırken sohbet ettiği zengin ve yaşlı bir kadın o günlerde boş duran bu küçük dükkânı Tom Müller’e kiralamayı önermiş... Dükkândan çok büyük bir kulübe. Her taraf kitap dolu. Tavana kadar yükselen raflar arasında bir metre mesafe yok. Söylediğine göre 20 bin İngilizce kitap raflarda... Bir 20 bin de sağda solda duran muz kartonlarında! Bir raf boydan boya Agatha Christie. Yerdeki sandık da üzerinde yazdığına göre yine bu polisiye kraliçesinin romanlarıyla dolu... Az önce dükkâna girmiş olan yaşlı bir kadınla sohbet eden Müller müşterisinin onlarca yıldır her cumartesi uğradığını anlatıyor. İngiliz kadın gençliğinden bu yana hep Stuttgart’ta yaşamış. “Burada rafları karıştırıyorum, hoşuma gidenleri alıp eve götürüyorum” diyor. Kimi zaman evde duran, artık okumadığı eski kitapları da getirip Müller’e karşılıksız veriyormuş. Yaşlı adam kısa süre önce Afrika’ya eski bisikletler ve kullanılmış gözlük çerçeveleri yollayan bir dernekle anlaşmış, bugünlerde kocaman bir karton kitap hazırlaması gerekiyormuş. Yaşlı İngiliz kadın elinde dört kitap tutuyor. Tom’a 5 Avro uzatıyor ve İngilizce “teşekkürler, görüşmek üzere” deyip dükkânı terk ediyor. Kapının hemen yanında duran bir kartonun üzerinde yine İngilizce “seks kitapları” yazıyor. İçinde incecik, renkli küçük dergiler var. Yaşlı adamın anlattığına göre bir kadın getirip bırakmış Amerika’da 1950’li ve 1960’lı yıllarda sevilerek okunan bu küçük pornografik dergileri. Kadın babasının ölümünden sonra tavanarasında keşfetmiş kartonu. Günümüzde Tom Amca’nın kulübesine gelip onları 1 Avro’ya alanlar çoğunlukla genç kızlarmış! www.ahmetarpad.de ‘Oyun’a Brüksel’den tam not Ş ahika Tekand’ın İstanbul Şehir Tiyatroları ile gerçekleştirdiği “ışık ve oyunculuk senfonisi” olarak tanımlayabileceğimiz “Oyun” adlı performansı, 26 ve 27 Nisan tarihlerinde Brüksel’de Güzel Sanatlar Sarayı BOZAR’da sahnelendi. Daha önce yönettiği 4 oyununu Belçika’da sahnelenen Türk tiyatrosunun öncü ve deneysel çalışmalarıyla dikkat çeken ustalarından Tekand ışık, ses ve görüntü ile yarattığı soyut ama gerçek sahnelerle izleyiciyi sıradışı bir yapıt ile buluşturdu. Sahne önünde ve arkasındaki toplam 17 kişilik oyuncu kadrosunun yüksek performası ile “Oyun” tiyatroseverlerden ve sanat dünyasından tam not aldı. Fransa’dan üç büyük tiyatronun sanat yönetmenleri Brüksel’de “Oyun”u izledi. Belçika’dan çok önemli iki uzman oyunu seyretti. Pek çok turne için Tekand ile ön görüşmeler yapıldı. Almanya’dan bir tiyatro temsilcisi oyunu izledi ve ülkesinde sahnelemek istediklerini belirtti. Brüksel’deki BeckettTekand buluşmasını 27 Nisan tarihli gösteride eşi ile birlikte izleyen AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, “Çok eğlendim. Muhteşem bir oyundu, uyum harikaydı ve son derece orijinaldi” dedi. Daha geçenlerde Brüksel’de baklavacı açılışı yapan ve “Baklavayı tadan Avrupalıların Türkiye’yi AB’ye alacağını” kadar değerli bir oyun söyleyen Başmüzakereci çıkarılabilir. Çünkü Egemen Bağış’ın ve diğer tiyatro harekettir” diyecek politik şahsiyetlerin bu kadar deneysellik ve şaşırtıcı sanat olayında yaratıcılık sembolü olsa da ortalıkta gözükmemesi genç yetenekleri görünce kimseyi şaşırtmadı. küçümsemeden teşvik eden, İlk olarak 26 Ocak takdir eden ve cesaret veren 2005 tarihinde Türkiye bir sanatçı olarak çıkıyor Festivali’nde “Oidipus karşınıza. Onca telaşın Sürgün’de” adlı oyunuyla arasında ve zaman sorununa Brüksel’de Belçikalı ve rağmen 0090 ve Binfikir Türk tiyatroseverlerle Tiyatro Topluluğu’nun buluşan Şahika Tekand’ın organizasyonu ile oyunda “Dili müzik gibi Brüksel’deki Türk kökenli amatör tiyatrocularla kullandığını” fark etmiştik. wokshop yapmasını başka Tekand, Antik Yunan tragedyası sahnelerken türlü nasıl açıklarız? onun kendi ritmini ve sesini Tekand ya hayal ettiği önemsediğini performansların söylemiş ve metnini sıfırdan BRÜKSEL “çiftetelli yazıyor ya da ritmi ile bunu ele aldığı bütün yapamazsınız” diğer yazarların demişti. Sanatçı, oyunlarını, Türkçe gibi metni sahneleme bu yapıya yöntemine göre ERDİNÇ UTKU oturtulması performatif nitelik zor bir dili, kazandırmak kendi yapısını ya da var olan bozmaksızın Belçikalı performatif özelliklerini seyircinin anlayabileceği belirginleştirmek üzere bir ritme oturtma başarısını yeniden yazıyor. Bu göstermişti. Tekand’ın yöntem üzerinde çalışmaya bir ayağı hep Belçika’da başladığı zamanlarda, oldu. 0090 Sanat Festivali Tekand’a en çok ilham kapsamında 2008 yılında veren yazar ve tiyatro adamı “Evridike’nin Çığlığı” Beckett’miş. O nedenle, 2009 yılında “Karanlık kendi deyimiyle “belli Korkusu” ve 2011 yılında aralıklarla aşk tazeliyor” ise “AntiPrometheus”u Beckett ile. Oyun’da, Belçika’da sahneleyen ve küçük dünyalarına sıkışmış 2012 yılında ise bir tiyatro günümüz kentsoylu söyleşisi gerçekleştiren insanının, son özgürlük Şahika Tekand’ın alanlarını da, giderek Belçikalılar ve Belçikalı hareketsizleştirilerek ve Türklerden çok sayıda aynılaştırılarak kaybettiği seveni var. Tekand sanatında zorlu var olma ve kendini “İlaç prospektüsünden ifade etme mücadelesi; de Shakespeare oyunları huzur ve dinginlik ararken içine düştüğü karmaşa, sıradan ve trajikomik bir öykü çerçevesinde dile getiriliyor. Tekand kül küpleri yerine bütün oyunlarında kullandığı kutularını, oyun alanlarını belirleyen küplerini kullanmış. Oyuncunun bir çeşit içine hapsolduğu bu alanlar küçük bir oda, aynı zamanda sahne, aynı zamanda bir apartman katı, aynı zamanda mezar... Bütün bunları imleyecek bir oyun alanı yaratmaya çalışmış ünlü yönetmen. Beckett’in metnindeki aşk üçgeni öyküsü Tekand’ın yorumunda, ışığı manuel olarak yöneten oyuncularla birlikte 17 kişilik bir kadronun rol aldığı ve metnin öyküsünün performansın kendi öyküsü ve yarattığı müzikle beraber ilerlediği, tam şimdiki zamanda oynanan “oyun”da, eğlenceli bir seyir ve sorgulama sürecine dönüşüyor. Tekand Beckett’in orijinal metnine güçlü ve şaşırtıcı bir yorum getiriyor. İçine sıkıştığımız minnacık dünyalarımızda “Göründüğüm kadar mıyım?” çabasıyla var olma savaşı veren bizler, büyük resmin tamamını görmek için yeterince çaba harcamıyoruz. Çözüm, hapsolduğumuz kutularımızdan çıkıp o büyük resmi görmekle başlayacak. “Oyun”unu izleyenlere soru işaretleri hediye eden Tekand, yıllardır yaptığı gibi “Sen aslında, görebildiğin kadarsın!” diyor. [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle