22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
24 MAYIS 2013 CUMA CUMHURİYET SAYFA HABERLER Türk’ü, Kürt’ü, Almanı, Rusu, Konyalısı, Sinoplusu Alanya’da buluşmuş 9 Herkes türküsünü söylüyor IŞIL ÖZGENTÜRK lanya’da bir kafede oturmuş, Sinop gelini, Alanya’yı mekân tutmuş adaşım Işıl’la kahvelerimizi içiyoruz, birden Işıl’a bir telefon geldi, “Reyhanlı’da patlama olmuş, ölü sayısı çokmuş ve savaşa giriyormuşuz.” Işıl telefonu kapattı, dehşetle birbirimize baktık. Kafenin televizyonunda bir futbol maçı vardı ve televizyonun sesi kısıktı, kafe sahibinden kanal değiştirmesini, sesi açmasını rica ettik. Kafe sahibi dediklerimizi yaptı ve o da televizyonu izlemeye başladı. Bir an bir sessizlik oldu, ardından kafe sahibi, “Şimdi yabancılar durumu bizden önce duyarlar, demek ki, bu yıl da işler kesat!” dedi ve önündeki masaya şiddetli bir yumruk indirdi. Kafe sahibi fena bozulmuştu, bu nedenle kanalı yeniden değiştirmesine hiç ses çıkarmadık ve futbol maçı devam etti. Benim hemen aklıma Reyhanlı’ya geçmek geldi. Bulunduğum yerden kuşbakışı Reyhanlı çok yakın görünüyordu ama karayoluyla en az sekizdokuz saat sürermiş, niyetimden vazgeçtim zaten gazetem başka arkadaşlarımı görevlendirmişti. Oysa gün ne güzel başlamıştı. Işıl’ın evinde, sit alanı ilan edilen Alanya Kalesi’ne yakın, Tophane Semtindeki Selçuklu konağında, en güzel çinilere dalıp gitmiş, en eski Alanyalı Ali Dayıyla, kalabalıktan uzak, Alanya’nın eski günlerini anmıştık. “Sen nerelisin?” dediğimde, Ali dayı bastonunu yere çalarak “Ben özbeöz köylüyüm” demişti. “Ben buralara dağdan indim. O zamanlar, Tophane ahalisi silme balıkçıydı, daha ‘turist’ diye bir şeyi öğrenmemişti. Evliyim, çocuk çocuğa para gerek. Ben de yeni yeni başlayan inşaatlarda işe başladım, aha otuz sene mi oldu, kırk sene mi çalışıyorum. Çocuklar büyüdü, kimi tekne gezdiriyor, kimi tezgâhtarlık yapıyor, onlara eski Alanya’yı anlatıyorum, muz bahçelerinden söz ediyorum, hiçbir şey anlamadan yüzüme bakıp duruyorlar. Ben inşaatçıyım ya, o güzelim muz ağaçlarının kesilirken nasıl ağladıklarını duydum. O sesi hayatım boyunca unutmadım. Unutamam.” Ali Bey anlatırken birden annemin kardeşlerimle bana, muz yedirmek için on saat otobüs yolculuğunu (maksat sadece muz yedirmek değil, hayran olduğu en güzel Selçuklu kentine seyahat) göze alıp GaziantepAlanya arası dört beş kez götürüp getirdiğini anımsıyorum. O zamanlar yol, tümden denize kadar uzanan muz bahçeleriyle doluydu, şimdi neredeyse yüzlerce büyük ama çok büyük otel, kıyıyı kaplıyor. Antalya havaalanından gelirken alacakaranlıktı, büyük ve kapıları ihtişamdan geçilmeyen oteller gördüm. Artık hangi modaya uyulmuşsa, hemen hepsi, bir gece kulübü gibi rengârenk ışıklandırılmıştı. Hatırlayınız Boğaz’daki köprüler. Bu Arap ülkeleri merakı bize nereden bulaştı bilmiyorum ama hiç çekici değil. Ya otel adları, sanki bu bölgede Türkçe ad koymak yasaklanmış gibi yolda art arda sıralanmış yabancı adlı oteller arasında Özkaymaklar Oteli adını görünce pek bir şaşırdım, vay canına Türkçe bir ad! A Tophane semtinde, çardakta oturmuş, Emine Hanım’ın demlediği çayları içerken, sarma saran Saltanat Hanım’la Emine Hanım’a soruyorum, “Siz Alanya’nın yerlisi sayılırsınız, yabancıları nasıl içinize aldınız?” Emine Hanım, “Hangi yabancılar” diyor, “Türk’ü mü soruyon, gâvuru mu?” “Gâvuru” diyorum, “en az yirmi bin gavur var memleketinizde, kiliseleri var, kent konseyine bile girmişler.” Emine Hanım sözü alıyor “Şimdi gâvurlar bizim misafirler, onlar hep misafir olur. Ev alsalar da, kiliselerini yapsalar da onlar misafirdir. Ayrıca onlar taa uzaklardan gelmiş, buranın güneşine, denizine, türküsüne, insanına âşık olmuşlardır. Âşık olan başımızın üstündedir. Bir de Türkler var, onların bazıları çok YABANCILAR ÂŞIK SAYILIR faydalıdır, işte şu Işıl, şu Tophane için yapmadığı kalmadı. Festival yaptı, çocuklara tuğla boyattı, o öncülük etti, çevredeki tüm plastikleri topladık, koskoca Tophane bölgesinde tek bir tane plastik bulamazsın. Ayrıca ipekböcekçiliğini yeniden başlattı. Yeniden dokuma tezgâhlarının başına geçtik pir geçtik. Avcumuz para görmeye başladı. Yani faydalıdır ve başımızın üstündedir. Böyle çok vardır, kimi teknelere yeniden hayat verir, kimi Tophane’ye çıkarken gördüğün Selçuklu duvarındaki bizim kıymetini bilemediğimiz çizikleri tek tek kopya eder. Kimi artist getirir, kimi şair, çok iyidirler. O Türkler buraya bir ad vermişlerdir, ‘masalın başladığı yer’ aha biz de masal anlatırız. Bize de bu iş düştü…” Fotoğraflar: IŞIL SEÇKİN İlahi Adalet! Serap Dursun Türk Dili ve Edebiyat Öğretmeni Şakran Kapalı Kadın Hapishanesi A8 Herkese merhaba! KESK EğitimSen’in İzmirŞakran şubesinden yazıyorum. KESK demek ki doğru yolda; Türkiye’nin dört bir yanına hapishanelerde bile şubeler “açtırdığına” göre, diye de düşünmeden edemiyorum. 18 Ocak’ta “büyük” DHKPC operasyonunu, hatırlarsanız ÇHD’nin devrimci avukatları da bu operasyonla tutuklanmışlardı. İzmir kararında alınan iki kadın öğretmenden biriyim. Ben Türk dili ve edebiyatı, Zeynep Yılmaz da anasınıfı öğretmeni. Medyayı takip edenlerin zihninde iki “terörist” öğretmen olarak kalan operasyon. Ki birileri öğrencilerimin de kulağına fısıldamış olmalı bu asıl egemenlere ait olan tanımı, çarpıtılan sözcüğü! Öğrencilerimden gelen mektuplarda “ne yapmış olursanız olun yanınızdayız” yazdıklarına göre... Üç ay oldu biz tutuklanalı ve hâlâ gizlilik kararı... Belki de bir bu kadar daha bekleyeceğiz, nemenem “vatan hainleri” olduğumuzu öğrenmek için. Gerçi polisin hazırladığı fezlekeye bakarsan klasik suçlamalar var: 1 Mayıs, 8 Mart... Tabii işlerini sağlama almak istemiş olmalılar, ne gerek varsa, dosyayı daha da kabartalım demişler. Hakkımdaki dosyayı 112 sayfa haline getirmek için nasıl zorlandıklarına birlikte bakabiliriz: “Bu öğretmenler EğitimSen’li, bu yeterli. Zaten biz son iki yıldır KCK dosyalarını da kabartmakta kullandığımız ve çıkışıyla birlikte terörize ettiğimiz 4+4+4 eylemleri var. Bunlar bu eylemlere katıldıkları yetmiyormuş gibi bir de başkalarını çağırmışlar. Bak hele, Zeynep, sendikanın toplantı ve eylem mesajlarını Serap’a göndermiş; bundan iyi delil mi olur? Oldu mu 7080 sayfa, âlâ! Aaa, bak bunlar pek fena, aktif üyeler, bir de işyeri temsilcileri. ‘İş güvencesi’ bile talep etmişler. Kendi aralarında toplanıp toplanıp basın açıklamaları yapmışlar. Ohooo, etti mi sana 100 sayfa! Hadi hadi dinle şu ortamı, telefonları, bulursun bir şeyler! Buldum (yıldızlar çakar parmak şıkırtısında) şu ‘keşif’ komplosuna dahil edelim bunları. Bu zekâya savcılar, hâkimler dayanamaz artık. Kes, kopyala, yapıştır; oldu mu sana 112 sayfa, bereket...” Tam bir ortaoyunu! Bir farkla, hiç gülmedik değil mi? AKP’nin polisi, yargısı yıllardır yazıyor bu senaryoları. Oynayan devletin polisleri; hâkim ve savcılarsa bilet kesiyorlar. Çiftçiye “ananı da al git” küfürlerini ya da Alevi vatandaşlara bilinçli bir politikanın ürünü olarak savrulan küfürleri, hakaretleri, unutmaz bu hafızalar. Bunlara ses yok, ceza yok! Ama bu ülkenin aydını, öğrencisi ağzını açtı mı aylarca, yıllarca ceza... Her gün ortalama 3 işçi ölür ve sorumluları hakkında takipsizlik verir “güvenilir” yargı. Fakat ben, benim gibi devrimcidemokrat sendikacılar “ücretli köle olmayacağız” dediğimiz için KESK’le beraber cezalandırılırız, aylarca gizlilik kararlarıyla tutuklu yargılanırız. Neden? Çocuklarımıza onurlu gelecek istediğimiz için. “İLAHİ ADALET!” CHP Cezaevi İzleme Komisyonu’ndan Sayın Hüseyin Aygün ziyaretimize geldi. Davamızı takip edeceğini söyledi. Ülkemizde hâlâ adaletsizliğin peşinde birileri, demokrat insanlar var. Sizin aracılığınızla kendisine teşekkür ediyor, tüm duyarlı, demokrat insanlarımızı dava sürecini takip etmeye çağırıyorum. Sözü çocuklarımla bitirmek istiyorum. Yedi yaşındaki oğlum Ulaş ilk açık görüşüme geldiğimde sarılırken “gözüme toz kaçtı” diyerek başını çevirmişti, ağladığını belli edip beni üzmemek için. Onurlu ve güçlü bir duruştu bu! Kızımsa, annesi yeni vefat eden bir arkadaşının durumunu kendininkinden vahim görmüş olmalı ki “benim annem eninde sonunda dönecek” demiş teyzesine. O da 12 yaşındaki Eylül. Son üç ayda hapishanelere doldurulan onlarca KESK’linin onlarca çocuklarından sadece ikisi. Şimdilik çocuklarım bensiz, tabii fiziken ama başları dik, onurlarıyla, eğilmeden okullarına devam ediyorlar. Peki KESK, bu onurlu yaşamları korunak için alanlara çıkmasın, KESK’li tutsakları sahiplenmesin, “iç güvencesi” istemesin de ne yapsın? Kendi çocuklarımız, öğrencilerimiz biz öğretmenlerini seviyor ve bize güveniyorlar. Gerisiyle sadece mücadele... Bütün çocuklarımızı kucaklıyorum. Tersane kardeşliği üzük kardeşliğini”, “kapı önü sigara kardeşliğini” bilirdim ama “tersane kardeşliğini” ilk kez Alanya’da duydum, meğerse ülkemizin güney ucuyla, kuzey ucu arasında böyle bir kardeşlik söz konusuymuş, çünkü Anadolu’nun ilk tersaneleri buralarda kurulmuş. Böylece Sinop ve Alanya tersane kardeşi olmuşlar. İyi de olmuş. Yavaştan yazımı bitirmem gerekiyor, beni buraya davet eden, 12 yıldır yapılan Alanya Belgesel Festivali’nin her şeyi Zeynep Banu Özbek’e yeniden teşekkür ediyorum ve anlattığı muhteşem bir anıyı da sizlerle paylaşmak istiyorum. O Alanya’ya yerleşmeye karar verdiğinde Alanya’da si “Y nema yokmuş. Dostları ve Zeynep “Hadi demişler bir açık hava sineması kuralım” diyorlar. Ve Grand Kaptan Oteli’nin geniş terasında tam on yıl, her hafta bir film göstermişler. Ankaralı Büyülü Fener Sineması’nın sahipleri İnci ve İrfan çifti onlara film yetiştiremez olmuşlar… Neyse sonra Alanya’da sinema salonları açılmış, açılmış ne demek epeyce çoğalmış ama Zeynep o günleri anarken çevredeki birkaç kişi “Hâlâ bir açık hava sinemamız yok” diyerek hayıflanıyorlar. Haklılar, Akdeniz’e en çok açık hava sinemaları yakışır, bu arada ben dostlara veda ediyorum, Alanya’da bir açıkhava sinemasında yeniden buluşmak dileğiyle. Siirt, Adana, Düzce... Her yerden gelir burada kalırsın! Alanya’da bir söz var, “Alanya’yı gören Alanya’da kalır.” Çevrem adeta bu sözü destekleyen göç hikâyeleriyle dolu. Fırat Onur Deniz’in dedesi yıllar önce Siirt’ten kalkıp Alanya’ya gelmiş ormancı. Hâlâ memleket hasreti çekermiş o yüzden torununun adını Fırat koymuş. Fırat yirmi üç yaşında, dil öğrenme yeteneğini babasından almış, babası altı dil biliyormuş ve tekne dolaştırıyormuş. Fırat da İngilizce yanında İsveççe biliyor, biraz da Rusça zaten iki yıllık sertifikalı konsertuvar eğitiminin yanı sıra rehberlik yapıyor. Babasının dil yeteneğinin hem Kürtçe hem Türkçeyi çok iyi bilmesine bağlıyor. Fırat’a göre, Avrupa’daki kriz burada işleri bitirmiş. Fırat, Güneydoğu ve Doğu’dan mevsimlik işçi olarak gelenlerin durumunun çok zor olduğunu söylüyor. Fırat’ın en büyük dileği tiyatrocu olmak… Murat Demir Tetik, Ankaralı ama Alanyalı olmaya kararlı. O da tiyatrocu olmak istiyor, polis babasını zor ikna etmiş. Ayşegül ise Antalya’da işletme fakültesini kazanmış, kalkmış Adana’dan gelmiş, önceleri Alanya’yı çok tutucu bulmuş. Tarikatlar onu içlerine almaya çalışmışlar, şaşırmış, Adana’da hiç görmediği şeylermiş bunlar. Bir çini atölyesinin iki ortağından biri olan Zübeyde Uzun’un hikâyesi de bir göç hikâyesi. Altı yıl önce, bir Alanyalıyla evlenip, Alanya’ya gelin gelmiş. Düzce nere Alanya nere? Yabancılar, serbestlik, bir süre ürkek, yabancı yabancı dolaşmış sonra bir çini atölyesinin adını okumuş bir yerlerde, gidip kapısını çalmış, çalış o çalış. Şimdi Zübeyde büyük otellere, belediyelere çini işi yapan bir atölyenin ortağı. 13 yıldır Karadeniz tatları sunan Mini Mutfak şıl beni Sinoplu Faruk’un I “Mini Mutfak” adlı lokantasına götürüyor. Sinoplu Faruk burada 13 yıldır Karadeniz tatları sunuyor. Gelip de yememek olmaz, ucundan başlıyorum. Mini Mutfak, kentin uğrak yerlerinden biri. Kimi fotoğraf makinesi elinde iş yorgunu yemek yemeğe geliyor, kimi derdini anlatmaya. Tiyatrocular, gazeteciler, şairler, fotoğraf sanatçıları için bir haber alma mekânı. Faruk, turizm okulunu bitirir bitirmez, Alanya’yı mekân tutmuş, Sinop’ta iş az, üstelik Alanya dört bir yanı deniz, Sinop’a benziyor… Turizm bilgilerini Faruk’tan alıyorum. Hep merak ederdim, yabancılar bu çok lüks otellerde neden üç paraya kalıyorlar da Türklere gelince paralar uçuyor. Faruk anlatıyor: “Türk turist için mevsim kısadır, çocuklarının okullarının kapanmasıyla başlar, okullar açılınca biter. Üniversite imtihanları, yerleştirme derken, Türk turist en fazla, iki buçuk ay otelleri doldurur. Yabancı turist için mevsim uzundur, nisanda başlar ekime kadar sürer. Tabii bu durumda, oteller odalarını yedi ay dolduran acentelere ciddi bir indirim uygularlar. Olay bundan ibarettir.” Faruk’u buldum ya, soru üstüne soru soruyorum, “Burada her iki dükkândan biri dövmeci dükkânı, bunun bir nedeni mi var? Faruk hemen yanıtlıyor. “Avrupa’da Alanya ucuz dövmeci dükkânlarıyla da şöhret olmuştur. Avrupa’da çok pahalı, burada ucuz, bu da bir tercih nedeni.” Bütün tatil yörelerinde olduğu gibi Alanya’da da esnafın canı sıkkın. Çünkü iş yok. Bunun pek çok nedeni var. Ama birinci neden, buraları turist kaynıyor, öyleyse bana da bir iş çıkar umuduyla hiçbir hesap kitap yapmadan, yurdun dört bir yanından iş kurmaya gelenler. Esnafın derdinin bir başka nedeni de, o büyük büyük otellerin “Her şey dahil olması”, ayrıca otellerin bünyesine hediyelik eşya, giyim kuşam da satıldığından, turist otelden çıkmıyor. Tek kuruş harcamamaya dikkat ediyor. Bu, bir turist psikolojisiymiş “Paramı verdim, başka vermem!” Öte yandan kültür turizmi açısından çok verimli olan bölgede, bu konu yeterince dikkate alınmamış, yaparsın büyük otelleri, sokarsın müşteriyi içeri, yer içer gider… Bu mantık, asıl parayı harcayan, kültür meraklısı turistti bölgeden uzaklaştırmış. Ve bir kısım esnaf, köylülükten gelip toprak satıp bu işe soyunduğu için, her şeyi ben bilirim havasında, yerlisi yabancısı turisti aptal bellemiş. İstanbul’da Bağdat Caddesi’nde elli liraya satılan elbise 150 olunca, eh kimse almıyor, üç kuruşluk yüzüğe tonla para verilmiyor. Bir de acayip yüksek dükkân kiraları var. Aile köyde oturuyor, hükümetler onlara kıyıda da yer vermiş. Ve aile büyükleri kıyıları kızlara, köydeki arazileri de erkeklere bağışlamışlar. Gel zaman git zaman, kıyı arazileri çok para etmiş, damatlar altlarına çekmişler en pahalı arabaları, paraları da kızlara dökmüşler, sonuçta ellerinde kala kala dükkânlar kalmış, ne yapsınlar talep fazla, dükkânları en yüksek fiyattan kiralamaya başlamışlar. Esnaf iflasları nedeniyle, Alanya’da en zengin kesimin avukatlar olduğu söyleniyor, emlak satıcılarından sonra… Esnafın canı sıkkın Pencerende bir tavuskuşu görürsen şaşırma kla hayale gelmeyecek film sahneleriyle insanı şaşırtan yönetmen Fellini’nin en sevdiğim filmi Amorcord’da bir sahne vardı; karlı bir günde ansızın bir tavuskuşu kilisenin tepesinde görülür, şehir halkı şaşkınlık içindedir. Kar altında tavuskuşu kuyruğunu açar ve bir masal kahramanı gibi şehrin üstünden uçup gider. Sizi uyarıyorum, bir gün Alanya’ya giderseniz ve kent içinde bir otelde kalırsanız, sabahleyin pencerenizi açtığınızda, bir tavuskuşuyla burun buruna gelebilirsiniz. Çünkü Alanya bir tavuskuşları ülkesi, ben onlara, Alanya Müzesi’nin bahçesinde rastladım, tarihi eserlerin arasında, haşmetli haşmetli dolanıyorlardı, sonra uçup gittiler, kim bilir nereye, kim bilir nerede birilerini şaşırtmaya…. Alanya Müzesi, bütün müzelerimiz gibi bak bak, seç seç ve heykellere âşık olup dön! Be Şemdinli davasında A nim müzede ilk âşık olduğum eser, bir kapı alınlığıydı. Fotoğrafında da gördüğünüz gibi pek çekici. Müzeye getirilme hikâyesi de gayet ilginç meğer bu güzelim alınlık bir evin basamaklarında kullanılmış, ev tadilat geçirilirken görülüyor, alınıp müzeye getiriliyor. Çimento içine gömüldüğünden eski güzelliğinden hiçbir şey yitirmemiş. Renkleri gözalıcı. İkinci âşık olduğum eser, bir yüzükte, bir kolyede görsem hemen alacağım bir başka güzellik; iki sevgili, başları birleşmiş, öylece duruyorlar, onları ölülerin küllerinin konduğu bir kabın üstünde bulmuşlar. Ve müzedekiler bu esinlenip onlara bir de ad koymuşlar. Daha sonra Alanya’nın simgesi olacak bir ad: “Sevgi Hep Vardı.” Gözlerim tavuskuşlarını arayarak müzeden çıktım. Müzenin hemen yanındaki konsertuvar binasına gittim, orada 12. Alanya Belgesel Festivali’nde film izlemeye gelen gençler binanın serin terasında çay kahve içiyorlardı. cezalar düştü YUSUF ZİYA CANSEVER VAN Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinde, 9 Kasım 2005’te Umut Kitabevi’nin bombalanmasıyla ilgili davada, Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin bozma kararına direnerek, sanık astsubaylar Özcan İldeniz ve Ali Kaya ile PKK itirafçısı Veysel Ateş’e “örgüt üyeliği” suçundan 1 yıl 10 ay 27 gün ceza verdi. Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi, Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinde, 9 Kasım 2005’te Umut Kitabevi’ndeki patlamayla ilgili tutuklu astsubaylar Özcan İldeniz ve Ali Kaya ile PKK itirafçısı Veysel Ateş’e “suç işlemek için örgüt kurmak” suçundan ceza vermişti. Ancak Yargıtay 9. Ceza Dairesi, örgüt kararını bozarak davayı yeniden yerel mahkemeye göndermişti. Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde davanın dün yapılan 2. duruşmasına sanıklar katılmadı. Duruşmada, Yargıtay’ın bozma kararı okundu. Ardından müşteki ailelerin avukatı Murat Timur, Yargıtay’ın görüşüne karşın mahkemenin kararında direnmesini istedi. Kısa bir ara veren mahkeme oybirliğiyle Yargıtay’ın bozma kararına direnerek, sanıklar Ali Kaya, Özcan İldeniz ve Veysel Ateş’e “suç işlemek için kurulmuş örgütün üyesi olmak” suçundan ayrı ayrı 1 yıl 10 ay 27 gün hapis cezası verdi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle