18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 4 NİSAN 2013 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Dikkat! Referandum Gelebilir!.. Madımak’lı Sivas... Yaşam bir roman mıdır? Bunu yalnız yazarlar mıdır yazanlar. Sorsanız “Benim hayatım bir roman” dediklerini duyarsınız. Her hayat bir öyküdür, şiirdir... Her insanın bir romanı gerçekten vardır. Nedeni de romanın kahramanıdır da ondan. Böyle demek alışılmış. Her yaşamın bir anlam taşıdığını biliriz. Kimi yaşar bu insanlık duyarlığını, kimi aldırmaz. İnsan olmak kolay mıdır? Her doğup büyüyen, yaşlanan kişi gerçek bir “insan” mıdır? İnsan olmak, o kadar kolay değil. Doğmuşsun, büyümüşsün, okullar bitirmişsin, diplomalar almışsın... Ama insan olamamışsın. Öyküsü vardır, bir sadrazam çocukluğunda öğretmeni olan kişiyi huzuruna çağırmış. “Sen bana adam olamazsın demiştin. Bak nasıl paşa oldum, zengin oldum, saygın bir insan oldum.” Yaşlı hocası bakmış, “Her şey oldun ama, insan olamadın” demiş... Demek ayrı bir durum o, herkesin olmak istediği ama olamadığı bir rütbe, insan olmak... Nedense bugünlerde sevdiğim bir şairin, S. Aldanır’ın kaç kez sözünü ettim. Şiirlerini yeniden okudum, kimini ezberden. Şiirleri bir kitapta, bir araya getirilmiş. Uzaklardan geldi beni buldu, önce sevindim yaşamdan kopmamış diye. Yok olmak yaşamamak mı? Aldanır yaşıyor mu bilmem, ama şair olarak yaşıyor. Hiç değilse benim de içimde, ezberimde... “Olur şey değil Hayrettin / Hani olacak şey değil. / Ruhun nasıl sıkılmıyor anlamıyorum. / Sen günde seksen kahve değiştiren / O biraz yavaş oynayanların kafalarına / Tavlayı kaldırıp geçiren adam / Sen gel de şu hep santranç oynanan yerde / Pinekle dur akşamlardan sabahlara / Sabahlardan akşamlara kadar... Dayanamıyorum vesselam.” Zaman yalnız gülüp geçmekle, eğlenmekle mi geçer. Yoksa işin içine nasıl gizlensin acılı şeyler... Örnek mi, “İşte Madımak”... “Hangi Sıvaslıyla tokalaşsam kucaklaşsam / Hangi sevgili Sıvaslıyla / Ta Hamburg’da, ta Londra’da / Hâlâ yanık yanık kokuyor üstü başı / Ben nasıl Müslüman olabilirim hâlâ / Nasıl namaz kılabilirim beş vakit / Ben en beter mekruh kokuyla bunaldıkça.” Gülerek de ağlayarak da değişmez... Öyle acılar vardır zamanla eskimez, günden güne artar yıkıntısı... Elbette barıştan yanayız. Ancak “barış sürecinin” muhtemel anayasa referandumu süreci, “anayasa sürecinin” ise “barış süreci” tarafından rehin alınmasından yana değiliz! “Barış”ın anlamını gerçekten bilen ve barışı içtenlikle isteyen kimse, rehine değiş tokuşuna eşdeğer pazarlıkları içine sindiremez ve sindirmemeli. Erendiz ATASÜ sıklıkla sorulduğunu işitiyor muyuz? Peki, yanıtlandığını hiç işittik mi? Değişmeyi Etkilemek “Paradigmalar Değişirken Sen Ne Yapıyordun?” başlıklı salı günkü yazımı şöyle bitirmiştim: “Türkiye’deki değişmenin geleceğini kestirmek ise zordur… Ama bu değişmeyi bizim tavır ve davranışlarımızın da etkileyeceği kesindir!” HHH Bu satırlar üzerine bazı okurlarımdan “İnsaf artık, sen de Türkiye’deki değişmenin geleceğini kestiremiyorsan, biz ne yapalım!” anlamında sitemler geldi. Bunların bir bölümü, “Otoriter din devletine gidişi görmüyor musun?” gibi bir hava da taşıyordu. Aslında yazının “Ama bu değişmeyi bizim tavır ve davranışlarımızın da etkileyeceği kesindir!” biçimindeki son cümlesi, gelen bütün soru ve sitemlere yanıt niteliği taşıyordu ama anlaşılan sevgili okurlarım onu pek ciddiye almamış: Herhalde insanlar içinde yaşadıkları toplumu etkileyebileceklerine pek inanmıyorlar olsa gerek. Oysa durum hiç de öyle değil: Unutmayalım, her şeye karşın, Türkiye’de iktidarları hâlâ halk seçiyor; yani biz! İktidardan yakınanlar, onu değiştirmek için seçimlere ağırlıklarını koymalı, ellerinden gelen her şeyi yapmalıdır. Önümüzde üç seçim var: Yerel seçimler, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçim. Üstelik bir de anayasa referandumu olasılığı çıktı. Türkiye’nin geleceğini, bir anlamda kaderini, bu seçimlerin sonuçları belirleyecek. Sürekli olarak iktidardan yakınmak, muhalefeti yetersiz bulmak, hayatından bezmek, toplumsal ve siyasal olaylarla ilgiyi kesmek, gazete okumamak, televizyon haberlerini izlememek, içine kapanmak, “bu halkla bu iş olmaz” demek, her toplumda her zaman iktidarların işine yarar… Ülkeyi yönetenler, artan kötümserlik ve içine kapanma sonunda gittikçe düşen destek oranlarıyla da olsa, iktidarlarını sürdürür! İnsanları her yerde izleyerek, tehdit ederek, hapse atarak baskı altına alsa da, sermayeyi ve medyayı tümüyle denetlese de, eğitim yoluyla kendine bağlı kuşaklar yetiştirse de, her iktidar mutlaka bir gün gider… Bu, siyasetin değişmez yasasıdır. Demokrasiden soğuyan, içine kapanan, bezginleşen halk ise kötü iktidarların ömrünü uzatır! Demokrasiye sahip çıkalım: “İmralı zabıtlarını” ve “300 Aydının bildirisini” birlikte okuyalım; AKP’yi, CHP’yi, MHP’yi, BDP’yi, TKP’yi, İP’yi, ÖDP’yi, zıt görüşleri görerek izleyelim, öğrenelim… Tavır koyalım… Demokratik hak ve özgürlüklerimizi kullanalım… Yoksa köleliğe mahkum oluruz! Gizli diplomasi Denilebilir ki, hassas konularda gizli diplomasi diye bir şey vardır; üstelik taraflar, yani resmi makamlar ve BDP kendi doğal ve hukuki konumunu gönüllü olarak terör örgütü hükümlüsü baya devrettiğine göre örgütü hâlâ yönettiği varsayılan bay, ancak şimdi birbirleriyle konuşabilecek hale, yani siyasal, duygusal ve düşünsel iklime ulaştılar. O zaman gizlilik niye hâlâ sürmüyor, ortada kesin bir anlaşma yokken, düğün bayram havasına, “Yoksa sen barıştan yana değil misin, seni seni, seni kâfir seni!” mealinde tehditlere ne gerek var? Bu yarı şeffaflık nedir? Oyun mu oynuyoruz, bu kadar ciddi ve vahim bir meseleyle? Ortada açık seçik ne var, hükümet erbabı esrarengiz bir sükutu tercih ederken hükümlü bayın Osmanlılığı yâd etmesinden başka! Pardon, Osmanlı’nın soncul çöküşünde rol oynayanlardan biri de Kürt Teali Cemiyeti değil miydi? Kürt kardeşlerimizin o zamanki ileri gelenleri Osmanlı’dan bu denli memnun idilerse, Kürt Teali Cemiyeti niye kurulmuştu? İşlevi neydi? Aklıma 2010 yılı 12 Eylülü’ne rastlatılan referandum süreci geliyor. Anımsar mısınız, hani “12 Eylül” darbesi failleri yargılanacak diye bir düğün bayramdır gidiyordu ortalıkta. Bireyi iktidarlar karşısında korumasız koyan bir hukuk düzeninden kimseye hayır gelemeyeceği, varlığını “12 Eylül” altüst oluşuna borçlu siyasi oluşumların ise “12 Eylül”ü filan yargılamayacağı, bunun propagandadan ibaret olduğu sevinçli bayram çocuklarına anlatılamıyordu! Bilmem ki daha sonra vuku bulan müsamere benzeri acıklı gülünç bir iki duruşma, geçen referandumun bayram çocuklarını tatmin etti mi? Yeni bir muhtemel referandum süreci gündeme gelirken ortalığı saran “dereyi görmeden paçaları sıvama” havası ister istemez iki buçuk yıl önceyi düşündürüyor insana! Elbette barıştan yanayız! Ancak barış, mucizeyle gerçek leşecek tılsımlı bir bilmece değildir; en başta dürüstlük talep eden, emek ve özveri isteyen, gereksiz heyecanlardan, böbürlenmelerden ve putlaştırmalardan ya da aşağılamalar veya dışlamalardan arınmış bir ortak akıl sürecidir; karşılıklı kurnazlık yarışı değil. Elbette barıştan yanayız. Ancak “barış sürecinin” muhtemel anayasa referandumu süreci, “anayasa sürecinin” ise “barış süreci” tarafından rehin alınmasından yana değiliz! “Barış”ın anlamını gerçekten bilen ve barışı içtenlikle isteyen kimse, rehine değiş tokuşuna eşdeğer pazarlıkları içine sindiremez ve sindirmemeli. T ürkiye Cumhuriyeti ahalisinin soru sorabilme yetisi felç oldu. Peş peşe inen beklenmedik toplumsal darbeler, geniş kitlelerin boğazına çökmüş geçim derdi, güvensizlik, korku, 21. yüzyılda hâlâ sözlü kültürün etkisini kıramamış, belgeler, deliller, kanıtlardansa, kulaktan dolma söylentilere itibar eden, masallara, efsanelere ihtiyaç duyan ve mucizeler bekleyen bir halkı etnik köken ayrımı yapmaksızıngörünen köylere varabilmek için kılavuzluğu kendilerinden “menkul’’ yol göstericilerini izleme durumunda koydu. Türkiye otuz yıldır yaralı. Güneydoğu’daki silahlı kalkışmaya asker müdahale etmeseydi denilemez; şu acı gerçeği kabul etmek zorundayız: Asker dağda öldüğü ve öldürdüğü için bizler şehirde (tüm etnik kökenden yurttaşlar) sağ kalabildik; yoksa şimdi herkesin unuttuğu “Mavi Çarşı” yangını, yolcu otobüslerindeki ölümcül patlamalarla çoktan telef olmuştuk. Ancak askeri müdahalenin meseleyi çözmediği açık. Çözemez de, çünkü askeri önlemler doğaları gereği insani boyutu, yani bireyin acısını göz ardı etmek zorundadır; ve giderek yeni bireysel acılar yaratır. Böyle durumlarda acılar elbette yaşanacaktır, kurunun yanında yaş da yanar diye düşünmek, ülkenin vicdan yükünü hafifletmez. Vefasız ülkemizin “gazilik” sanı dışında maddi manevi hiçbir teşekkür sunmadığı, organlarını yitirmiş, bir anlamda hayatları ellerinden alınmış genç adamlara karşı vicdan yükünü de unutmayalım. O halde, elbette silahlar sussun ve insanlar konuşsun. Buna Türkiye’de karşı çıka Silahlar sussun cak pek az yurttaş vardır. Bilinen gerçektir ki, bugünkü yönetim işbaşına geldiğinde, yani on küsur yıl önce, silahlar susmuş, evlat acısına uğrayanların sayısı artmaz olmuştu. O zaman vasat zekâlı her kişinin zihninde şu üç soru belirmekte: 1) Maksat konuşarak anlaşmak idiyse bu on yıl neden heba edildi? Sebebi ve sorumlusu kim? On yılda kaybedilen canlara, sakatlanan gençlere yazık değil mi? 2) Bugün Kürt halkının önderi olduğu vurgulanan terör hükümlüsü Bay Öcalan’a yetkililer niçin yakın tarihe kadar ağır sözlerle hakaret ettiler? 3) Bu ağır sözlerde gerçeklik payı var idiyse, şimdi nasıl bu bayla müzakere zeminini paylaşabiliyorlar, Kürt halkının meşru temsilcileri TBMM’de dururken? Ve dördüncü soru: Bu üç sorunun açıklıkla ve
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle