28 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 16 NİSAN 2013 SALI 2 toplantısını yaparak, kararlar alıyor; sen de ben de onların istedikleri yolda ister istemez yürüyoruz. Çok direnmeye kalktın mı zehirli gazlar, coplar, dayaklar, tutuklamalarla karşılaşıyorsun. Yüzlerce yurttaş “içerde” yatıyor. Hem de beş altı yıldır. Kimi mahkeme kararıyla, kimi de güçlülerin davranışıyla. Hukuk diye bir şey mi dediniz? Hangi hukuk, hangi yasa var onları durduracak. Var olanları da yorumlamayla değiştiriyorlar. Ona ayrı, buna ayrı uygulamalar sürüp gidiyor. Üst makamlar görüyor, susuyor, belki de gizlice destekliyor. Biraz daha başkaldırsınlar da başlarına ne geleceğinin görsünler diye, sinsice bir bekleyiş ortamındayız. On binler yürüyor. Bir dev ayağa kalkmış sanki. Başı sonu bir insan kuyruğu ne arıyor; özgürlük, Atatürk devrimlerini mi? Karşı çıkanlarsa yeni değil cumhuriyetin öteden beri düşmanı olan bir kesim... Duvarlar yıkılıyor demek en doğru söz. Gerçekten bariyerler bir bir yerlerde. Kimi üstünden atlıyor, kimi ayaklarıyla eziyor, parçalıyor. Yok edilmek istenen zulümdür, acımasızlıktır. Yalnız kendi gücüne dayanarak insanlık onurunun, gerçek özgürlüğün yaşatılacağı bilincidir. On binlerce insanımız dağ, tepe, yol, meydan gösterilerinde gerçek kurtuluşun, kendi elinde olduğunu bir kez daha anlayana duyuruyor. Halktaki uyanış, bir ulusun zulme karşı savaşının müjdesini veriyor... OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Köy Enstitüleri ve Üretici Us!.. u Köy Enstitüleri: Kurtuluş/bağımsızlık savaşımını tamamlayacak olan aydınlanma ateşini en ücra köylerde yakmaya odaklanmış eğitim/ öğretim kurumlarıydı. Ali DÜNDAR EğitimciYazar On Binler Yürürken!.. Bu bir uyanış mı? Sessizliklere artık son veriliyor mu? Yüzlerce binlerce kişi eşduyarlıklarla başkaldırıyor... Kime, iktidardakilere mi? Evet onlara... Hak aramak, hakkını aramak, toplumun hak ettiği hakları kazandırmak, mutsuz bir ülkeyi giderek mutluluklara doğru yürüyen bir güç yapmak... Son günlerde karşılaştığımız, toplumsal direniş olayları umutlu bir başlangıç mı? Ezik, korkak, ürkek aydın gücü kendini gösteriyor mu? Ben de, biz de varız mı demek istiyor? Niye o kalabalıkların, ellerinde bayrak ve bazı sloganlarla sokaklarda, meydanlarda boy göstermesi... Karşı koymak isteniyor bu güce. Ne de olsa polis, jandarma gibi devlet güçleri ellerinde. Hele zehirli gazlarla yakıp yıkmak olanakları... Boğucu gazla dolu arabalar halkın önüne bir çıktı mı kaçan kurtuluyor, pek çoğu da önce sırılsıklam, daha sonra göz yaşartıcı bu gazlı tüfeklerin kurbanı oluyor. Direnmek gerek diyoruz, bu devrimci Cumhuriyet ülküsü daha güçleniyor. Önlemek olanaksız. Halkın doğruları arayan baskısına karşı durmak, yenilmemek iradesiyle coşkun yığınları durdurmak zor... Öte yandan hükümet bütün bunlara aldırmaz görünüyor. Kendi bildiğini okuyor; 17 Nisan 2013 günü 73. yaşını dolduran Köy Enstitüleri, dünyayı kana bulayan ikinci büyük savaşın içine doğmuştu. Henüz ülkemiz savaşa girmemiş olsa da gerekli önlemi almış, eli silah tutabilecek olan eril nüfus silah altına alınıp cephelere yollanmıştı. O yüzden üretim durmuş, ekmek karneye bağlanmıştı. Enstitüler henüz üretime giremediğinden, devletin verebildiğiyle yetinmek zorundaydı. Biz öğrenciler köylerimizden getirdiğimiz giysilerimizi değiştiremediğimiz gibi, çoğu zaman iki topak patates, iki topak şeker ve bir bardak ıhlamurla sabah kahvaltısı yapmak durumunda kalıyorduk. Öğle ve akşam yemekleri gününe göre tavuklu bulgur pilavı, tarhana çorbası, kuru fasulye ve nohutlu bulgur pilavıyla geçiştiriliyordu. Müdür ve yardımcıları başta olmak üzere, bütün öğretmenler de bizimle oturuyorlardı sofraya. Özellikle sofralarda yemekyiyecek lafı edilmiyor; yetersiz yatakhane, banyo ve tuvaletin nasıl temizlenip yeterli duruma getirilecekleri konuşuluyor, önlemler sayılıyor, planlar yapılıyordu. Eğitbilimsel yapılanmasıyla “öğrenmeyi öğrenme...” kurumu olan Köy Enstitüleri, kuruluş yasasının birinci maddesinde yazıldığı gibi “Öğretmen ve köye yarayışlı diğer meslek erbabını yetiştirmek...” görevi üstlenen çok izlenceli eğitimöğretim kuruluşlarıdır. Yasayla verilen işlevi ger çekleştirmek için, derslikleri, işlikleri, deneme ve ekim dikim alanlarıyla bir açık hava deneyimliğine (laboratuvara) dönüşen enstitüde yönetici ve öğretmenler başta olmak üzere usta ve usta öğreticiden öğrenciye kümeleşerek işe koyulmuştuk. Günün yirmi dört saati üçe bölünmüştü: 8 saat uyku, dinlenme ve sağlık bakımı, 8 saat derslik ve işlik etkinlikleri, 8 saat beden eğitimi, sanatsal üretim ve uygulama olarak tasar çizimlenmişti. Enstitü sözcüğünün üretimle ilgisini öğrenince kitaba, kâğıda, kazmaya, küreğe daha sıcak bakar olduk. Özellikle ilkokuldan sonra öğretmenlerimizle iş, ödev, sorun paylaşmak, dersin öğretmeni ya da işin ustası, usta öğreticisiyle ortaklaşa sorumluluk üstlenmek biz öğrencilere içten içe bir övünç ve insan, doğa saygısı, sevgisi taşıyan bir kimlik kazandırıyordu. Bununla da kalmıyor, toprağı, suyu, güneşi, rüzgârı iş içinde duyumlamak bilgiye yakınlaşma hazzı veriyordu. Köy Enstitülerinde: Taşı taş üstüne koyarak, toprağı kirizmalayıp ağaçlandırarak fideliyor; suyu akıtıp toprak ve ekilip dikilenlerle öpüştürüyor; kalan su gücünü elektrik üretimine dönüştürüp içimizi dışımızı aydınlatıyorduk. İşrakiye öngörüsüyle değil, Tanrı’nın insanlığa en kutsal armağanı olan yaratıcı/üretici usumuzu kullanıyor, olanları ve olacakları neden/sonuç imbiğinden geçirerek bilimsel bilgiye Ortaklaşa sorumluluk Öğrenmeyi öğrenme ulaşmaya çalışıyorduk. Pratikten anlaksal tasarçizimleri üreterek öğrenme yöntemi uygulanan Köy Enstitülerinde öğretmen, öğrenci ve usta öğreticilerine kimse dışarıdan yardımcı, ortakçı aramaz, doğasal bir algıyla herkes kendi kendinin yardımcısı ve rekabetçisi olur: Kök salmış cahillikler, gericilikler ve çağdışılıklarla savaş meslek ahlakı olarak işlenirdi. Bilindiği gibi Köy Enstitüleri: Kurtuluş/bağımsızlık savaşımını tamamlayacak olan aydınlanma ateşini en ücra köylerde yakmaya odaklanmış, eğitim/öğretim kurumlarıydı. Devlete ve topluma, çocuğunu kaydına aldığı öğrenci velilerine sıkıntı vermeden, kimseye asalak olmadan dersliğini, işliğini, yunağını, barınaklarını kendi yapan; suyunu kendi akıtan, ışığını kendi yakan; kuruluşunun ikinci yılından itibaren, devletin yetiştiremediği, tamamlayamadığı beslenme ürünlerini kendi üreten kurumlardı. Bilgi veremeyip öğüt veren, öğretemeyip ezberleten, kitap algısı oluşturamayıp tek kitapla gönül eğleyen değil: Kitap algısını genelleştirerek bilimsel bilgiyi eyleme/üretime dönüştüren; beyin gücünü bilek gücüyle bütünleştirerek üretime yönelten ve “üretmeden tüketmeyi en büyük ahlaksızlık” olarak imleyerek, insanlık ahlakını, B.K. Çağlar’ın yazdığı Ziraat Marşı’nın “insanı insan eden bu say bu toprak” dizesinde geçen iki sözcük “say ve toprak” sözcüklerinde temellendiren kurumlarda Köy Enstitüleri. Gerici, gidici değil, kalıcı, ısıtıcı ve ışıtıcı bir Cumhuriyetçi/toplumcu bir eğitim/öğretim ortamı planlanmıştı Köy Enstitüleri uygulamalarıyla. Dili ve düşüncesiyle ulusal/ toplumsal algıyı Anadolu birliği ve Anadolu insancıllığına odaklamak, bireycileşme, cemaatleşme ve mankurtlaşma vb. sapkınlıkların yolunu kapatmaktı üretici eğitim/öğretim işlemcesinden amaç. Onun için, Osmanlı’dan Cumhuriyet’in devir aldığı ışıksız köylere tutulmuştu ışık lambası; eğitim öğretim yoluyla örgenleşme ve toplumsallaşma süreci, Anadolu nüfusunun yüzde sekseninin yaşadığı köylerden başlatılmıştı. Ben ilkokuldan sonra ortaöğretimimi Kayseri Pazarören Köy Enstitüsü’nde yaptım. Enstitüye kaydolan 94 öğrenciydik. Yetecek yatakhanemiz, tuvaletimiz, banyoluğumuz, uygulama işliklerimiz; hatta yöneticilerimizin, öğretmenlerimizin bile doğru dürüst birer konutları bile yoktu. Beş yıl sonra ayrılırken: Yıkık dökük ana binamız temizlenip onarılmış, öğretmen ve yöneticiler için 5 konut, iki bin öğrencinin yatıp kalkacağı Gülcemal adlı, yüz kız öğrenci için ayrı yapı, uygulamalı etkinlikler için yeterli üç işlik, yeterlikli tuvalet ve banyoluk yapılıp hizmete konulmuş; yeterli su sağlanmış, elektrik üreteçleri işleme konulmuştu. Enstitüye tapu edilen saban girmemiş 752540 dekarlık üç parça toprak işlenerek, kirizmalanarak ekeneğe dönüştürülmüş, ekime uymayan bölümler ağaçlandırılmış; uygun yerler ekeneğe dönüştürülerek ıspanak, fasulye, kabak, salatalık, kavun, karpuz vb. sebzelerin ekimine açılmış, tonlarca ürün alınır aşamaya gelmişti. Diplomamı alıp atandığım Akkışla İlkokulu’na giderken içimden içime düşünüyor, üretici usun yaratıcı usa dönüşümünü kutsuyordum. Ne var ki bu mutluluk çok sürmedi, içerdeki büyük toprak sahipleriyle el ele veren dış liberal sömürgenlerinin ilk işleri, üretici usun kullandığı yaratıcı kaldıracı kırmak oldu! İşin ustaları, enstitü kapılarını sonuna dek kapatıp imam hatip kapılarını sonsuza dek açmakla övündüler!... Say: İş, emek. Mankurt: Kendinden, kendi toplumundan, toplumsal yaşamdan nefret eden. İşlemce: Tutum, tutum alma, davranış. İmlemek: Saymak, benimsemek. Örgenleşme: Ulusal teşkilatlanma. ‘Gibi’yi Anlamayanlara… Çok sevdiğim ve saydığım Hasan Pulur, pazar günü Milliyet’te şöyle yazıyordu: “Sayın Kongar ‘Kimlikle oynamak kimseye hayır getirmez!’ demiş. Sonra ne demiş? Emre Hoca şöyle diyor: ‘Bu ülke, bu toplum, Kürtlere uygulanan inkârcılıktan çok çekti... Şimdi tam bu sorunu çözüme kavuşturmanın yollarını ararken başımıza bir de Türk ve Türkiye Cumhuriyeti inkârcılığı sorunu çıkarıyorlar... Sonunda Halil İnalcık gibi, dünyanın yaşayan, belki de gelmiş geçmiş en büyük Osmanlı tarihçisini ve İlber Ortaylı gibi hiçbir zaman ideolojik saplantıları olmamış gerçek bir tarih profesörünü, Mümtaz Soysal gibi demokratlığının bedelini hapislerde ödemiş bir anayasa profesörünü bile isyan ettirerek ‘300 Aydının Bildirisi’ gibi bir metnin yayımlanmasına yol açtılar!’ Bu ne demek? (...) ‘300 Aydının Bildirisi gibi, bir metnin yayımlanmasına yol açtılar!’ ‘300 aydının imzaladığı bildiri gibi bir metnin, yayımlanmasına yol açmak!’ ne demek! Emre Hoca, bildiriyi beğenmemiş, sakıncalı bulmuş ya da imzalayanları garipsiyor. Biz bir şeyler anladık ama, belki de yanlış anladık... Onun için Emre Hoca açık söylemeli... Bildiriyi beğenmemişse bunu açıkça yazmalı... ‘Gibi’ye sığınmak olmuyor. ‘Gibi’ yetmiyor. ‘Ne gibi?’nin cevabı olmalıdır.” HHH Francis Fukuyama GİBİ, Sovyetler çöktükten sonra “Tarihin sonu geldi”, “Ulus Devlet bitti” diyenler bile bugün bu görüşlerinin yanlışlığını kabul edip, “Ulus devletin gerekliliğinden” söz etmeye başladığı sırada, (bakınız “Ulus Devlet İnşası”) 2013 Türkiyesi’nde, “Türk”, “Türkiye Cumhuriyeti” gibi isimlerin kaldırılmaya çalışılması, yani “300 Aydının bildirisi GİBİ” Türk milletinin varlığını savunan bir metnin yayımlanmasını gerektirecek girişimlerin yaşanması, ülkemiz için büyük bir yanlıştır! HHH Sevgili Hasan Pulur’un, yazımın alıntılamadığı giriş paragrafında: “İnanılmaz bir saçmalık ve aymazlıkla karşı karşıyayız: Türk olmak, ‘Türküm’ demek, Türkiye Cumhuriyeti adını kullanmak neredeyse suç haline getirildi… Bağımsız ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e saldırmak da moda oldu!” dediğimi de herhalde okumuştur… Mutlaka, yazının devamında işaret ettiğim “yanlış” için sıraladığım gerekçeleri de! Bu nedenle yazımda ne dediğimi anlamaması ya da yanlış anlaması pek olanaklı değil… Üstelik benim hiçbir sözcüğün arkasına sığınmaya tenezzül etmeyeceğimi de çok iyi bilir. Galiba köşesinde, sevgili İlber Ortaylı’dan sonra, bana da bir selam yollamak istemiş… Kendisine teşekkür ederim! Bir güney kasabasındaki evinde yaşayan bir adam ve duvarda bir örümcek... Güney Dinç yeni romanında, kahramanı Turgut’un kişisel tarihi içinden, Türkiye’nin 1950’lerden günümüze uzanan yakın tarihine de bakıyor... Okurken, kendinizden çok şey bulacaksınız...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle