24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET kultur@cumhuriyet.com.tr 14 NİSAN 2013 PAZAR 18 KÜLTÜR Sabahat Ormanlar ve Halim Spatar Yönetmen Lusin Dink, Saroyan’ın Bitlis’e yolculuğunu işleyen ‘Saroyan Ülkesi’ni anlattı Devrimci bir uTürk solunun saygın kişiliği Halim Spatar 85 yaşında yaşama veda etti kültür insanıydı Kültür Servisi Türk solunun önde gelen kişiliklerinden Halim Spatar önceki gün yaşamını yitirdi. Bir süredir akciğer yetmezliği nedeniyle tedavi görmekte olan Spatar, 85 yaşındaydı. Eski Türkiye Komünist Partisi ve Türkiye İşçi Köylü Partisi (TKİP) kurucusu üyesi olan Spatar’ın cenazesi bugün Zincirlikuyu Mezarlığı Camii’nde kılınacak öğle namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verilecek. Spatar, siyaset alanında genç yaşlardan başlayarak verdiği devrimci mücadelenin yanı sıra müzik ve bilim alanlarında yazdığı yazılar ve yaptığı çevirilerle bir kültür insanı olarak da tanınıyordu. Spatar, 1950’ler ve 1980’lerde siyasi nedenlerle tutuklanmış ve hapis yatmıştı. 1928’de Kütahya’nın Simav ilçesinde dünyaya gelen Halim Spatar, 1940’lı yılların önemli kültür, sanat ve edebiyat dergilerinden Fikirler’in yayın kurulunda çalıştı. Yükseköğrenimini İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde sürdürürken İstanbul Yüksek Tahsil Derneği’ne girdi. 1951 Berlin Dünya Barış Festivali’ne Türkiye’den katılan iki gençten biriydi. Dönüşünde Türkiye Komünist Partisi üyesi olarak tutuklandı. Bu nedenle Tıp Fakültesi ile ilişiği kesildi. Mahkeme sonunda 2 yıl hapse ve 8 ay sürgün cezasına mahkum edildi. Mahkumiyetini tamamladıktan sonra Erdoğan Berktay, Naci Ormanlar ve Rasih Nuri İleri ile birlikte Anadolu Yayınları’nı kurdu. 1957’de Naci Ormanlar’ın kız kardeşi Sabahat Ormanlar ile evlenen Spatar, 1980’de TİKP’nin kurucu üyesi oldu ve partinin İstanbul İl Başkanlığı’nı yürüttü. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden hemen sonra tutuklandı ve ağır hapse mahkum edildi. 1985 yılında tahliye oldu. 198591 yılları arasında AnaBritannica, Medicana, Comptons, Grolier gibi ansiklopedilerde çalışan Spatar, bu ansiklopedilerin ağırlıklı olarak müzik ve tıp maddelerini çevirdi. 1970’lerden bu yana aralarında V. İ. Lenin’in “Devlet ve Devrim”inin de (Aydınlık Yayınları, Celal Üster’le birlikte) bulunduğu pek çok Marksist yapıtı dilimize kazandıran Spatar, 1960’lardan bu yana Türk Solu, Aydınlık, CumhuriyetPazar, CumhuriyetKitap, Bilim ve Ütopya, Bilim ve Gelecek gibi gazete ve dergilerde siyaset, müzik ve bilim alanlarında yazı ve çeviriler yayımladı. “Kuzeye Esen Ilık Rüzgâr” (Pencere Yayınları), “Müzik Yazılarım” (Pan Yayıncılık) adlı kitapları bulunan Halim Spatar’ın Orhan Suda ile mektuplaşmaları Literatür Yayıncılık tarafından “Orhan SudaHalim Spatar, Mektuplar” adıyla kitaplaştırıldı. ‘İnsanlar sussa taşlar bağırır’ AYŞEGÜL ÖZBEK Dünyaca ünlü Ermeni asıllı Amerikalı yazar William Saroyan’ın 1964’te memleketi Bitlis’e yaptığı yolculuğunu konu alan film, “Saroyan Ülkesi” İstanbul Film Festivali’nde Ulusal Yarışma Bölümü’nde ilk gösterimini yaptı. Yönetmen Lusin Dink, Saroyan’ın gazeteci Fikret Otyam’la çıktığı yolculuğun hikâyesini, yazarın metinleri ve gölgesiyle anlatıyor. William Saroyan metinleriyle tanışmanız ne zaman oldu? Ermeni okulunda okudum. Ermeni edebiyatı dersinde tabii ki Saroyan da işlendi. Fakat asıl soru şu: “Biz Saroyan’ı ne kadar biliyoruz?” Ben kendisiyle kendi adıma çok geç tanıştım. Derinlemesine okumalarla beraber daha da hayıflandım, daha erken okumadığıma. Net olarak bir tarih veremem ama sanırım 2000’lerin ortalarıydı. Burada Aras Yayınevi’nin katkısı azımsanamaz. Özellikle 2000’lerle beraber Saroyan’ın kitapları dahil olmak üzere Ermeni edebiyatı için çok önemli eserleri okuyucuyla buluşturuyorlar. Kurmaca ya da belgesel türünde bir Saroyan filmi çekmek yerine farklı bir tarza yönelmenizdeki motivasyon neydi? Bir filmin her şeyden önce “duygu” olduğuna inanan birisiyim. Filmin içerik ve biçimi birbirini oluştururken en çok önemsediğim de bu oldu. Saroyan’ın bu yolculuğunun izleğinde filmi yapmaya karar verdiğimde bir oyuncu kullanmak istemedim. Son tahlilde kendi geçmişinin gerçekliği sürekli sorgulanan, varlığıyokluğu bir olan Ermeni halkının ve diğer halkların Saroyan’ın gölgesi ile temsiliyeti filme farklı bir kat man daha katmış oldu. Dolayısıyla bu katmanlar izleyiciye geçebildiği noktada beni memnun eder. Özellikle sinema başta olmak üzere sanatın her dalında türlerin, stillerin vb. bu kadar iç içe geçtiği yeni bir dönemde neden denemekten korkalım ki? Bu noktada hem Saroyan’ın ailesinin zorunlu göçü, metinleri, Otyam’ın anıları gibi gerçekler ile bazı kurmaca sahneler var filmde. Yönetmen olarak bu süreci nasıl dengelediniz?  Otyam ve S aroyan Bit lis’te ayrı bir yer tutuyor gibi. Bunun için özel çalıştınız mı? Ses çok önemliydi. Saroyan’ın kendi ses kayıtları vardı. Voiceover (anlatıcı) için kayıtları baz aldım. Teknik olarak referansım Saroyan’ın kendi sesiyken, sanatsal anlamda sesin kullanımı çok önemliydi. Yine burada Saroyan’ın öykü biçimleri üzerine düşündüm. Kuyumcuyan’ın da söylediği gibi öykülerini okurken sanki sizle konuşuyor gibidir. O yüzden sadece gölgesini takip ettiğimiz Saroyan’ın sesini izleyiciyle doğrudan konuşur gibi kullanmak istedim. Bir taraftan u İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma Bölümü’nde sunulan film, William Saroyan’ın 1964’te memleketi Bitlis’e Fikret Otyam’la yaptığı yolculuğu yazarın metinleri ve ‘gölgesiyle’ anlatıyor. da yolculuk boyunca hepimizin yolculuklarında olduğu gibi kendi kendine konuştuğunu düşündüm. Sanat yönetimi açısından hem Fikret Otyam gibi değerli bir fotoğrafçının fotoğrafları, hem farklı kaynaklardan ulaştığım dönem fotoğrafları, özellikle 1900’lerin başlarında Amerika’ya göç etmiş Ermeni ailelerin fotoğrafları sanat yönetiminde bizim için referanslardı. Ortak Ermeni kimliğiniz bir yana, Saroyan artık hayatta olmayan dünyaca ünlü bir yazar. Bu sizde bir sorumluluk duygusu oluşturdu mu? Ailesinden birilerine ula Öncelikle bu bir yol ve yolculuk filmi olacaktı. Bunu biliyordum. Senaryoyu oluştururken öncelikle bu yolculuğun katmanlarına odaklanmaya çalıştım. Eve dönüş (hangi ev?), babaoğul ilişkisi, yaratım sancıları, toplumsal ve kişisel bellek gibi temalar ana çerçevemi belirliyordu zaten. Tabii ki Saroyan’ın yazdıkları, Fikret Otyam’ın tanıklığı ve Dikran Kuyumcuyan gibi Saroyan üzerine uzmanlaşmış birinin görüşleri bütünü oluşturan parçalardı zaten. Filmde ses ve sanat yönetimi şabildiniz mi? Şunu baştan belirtmeliyim ki yaşamış bir insanla ölümünden sonra bağ kurmak biraz paranoyakça bir durum. Elbette sorumluluk hissettim. Fakat hep belirttiğim üzere Saroyan benim için bir tercüman oldu. Kendi duygularımla Saroyan’ınkileri buluşturmaya çalıştım. Her ne kadar bizler sanatçıları, yazarları, toplum önündeki insanları bir süre sonra içselleştirsek de, etik olarak Saroyan’ın ailesinin onayı benim için çok önemliydi. Dolayısıyla, ailesinden en yakını olarak oğluna ulaştım ve gerekli izinleri aldım. Saroyan, baba/ana memleketi Bitlis’e çıktığı yolculukta yurdunun, belki köklerinin peşine düşüyor. Ama Bitlis’e vardığında “Kalabalıklar arasında bir tek Ermeni yok” diyor. Bu söz belki de film boyunca en üzücü sözlerden biri. Sizin için ne ifade ediyor? Bu cümle her şeyi söylüyor. Filmde de hissedileceği üzere 1915 öncesi Bitlis mimarisi ile sonraki mimari karşılaştırıldığında bile her şey açıkça görülüyor. Ama esas üzücü olan tek bir Ermeni’nin kalmayışına bugün “geçmişin meseleleri” olarak bakan zihniyet. Çekimler sırasında sizin de Saroyan gibi bir yolculuğa çıktığınız anlaşılıyor. Siz kişisel olarak neler yakaladınız bu yolculukta? “İnsanlar sussa, taşlar bağıracaktır” cümlesinin karşılığını ben bu yolculukta yaşadım. Bugün hâlâ ne yazık ki çok büyük bir zenginlikten geriye kalan, hâlâ hayatta kalabilmek için din değiştirmek zorunda kalan, Ermeni olduğunu söyleyemeyen, ailesinin geçmişini konuşmaktan korkan insanlarla tanıştım. Festivale alternatif kapanış Kültür Servisi İki haftalık film maratonunun ardından, bu yıl 32. kez düzenlenen İstanbul Film Festivali bugün kapanış ve ödül töreniyle son buluyor. Altın Lale Ulusal En İyi Film Ödülü’nü alan filmin gösterimi bugün saat 21.30’da City’s’te gerçekleşecek. Öte yandan Emek Sineması’nın yıkım projesine karşı düzenlenen eylemler devam ediyor. Emek Bizim İstanbul Bizim inisiyatifi bugün saat 16.00’da İstanbul Film Festivali’ne alternatif bir kapanış töreni düzenleyecek. Atilla Onaran’ın heykeli Galatasaray Hanı önündeki yerinden kaldırıldı ‘Balerin’ vasiyetini bekliyor CEREN ÇIPLAK u Heykeltıraş Atilla Onaran’ın “Balerin” adlı heykeli, el değiştiren bir mağazanın tadilatı sırasında, yerinden kaldırıldı. Heykel, mağazanın sanat galerisinde geçici olarak sergileniyor. Onaran’ın kızı Elif Onaran babasının vasiyetinin heykellerinin sokakta sergilenmesi olduğunu söylüyor. içinde olduklarını söylediler. Atilla Onaran’ın kızı Elif Onaran ise heykelin kaldırılmasından dolayı kızgın ve kırgın olduğunu belirterek babasının vasiyetinin heykellerinin sokakta sergilenmesi olduğunu anımsattı. Elif Onaran, “Bir sanatçı heykelini sokağa hediye ediyor, ama kimse farkında değil. Vatandaş farkında değil, belediye ilgilenmiyor... Heykelin üzerinde eserin kime ait olduğuna dair bir bilgi plaketi bile yok” dedi. Sanat tarihi araştırmacısı, fotoğrafçı Ferda Çağlayan ise heykelin, vitrini genişletmek ve cepheden kapı açmak için yerinden kaldırıldığı bilgisini edindiğini belirtti. 1979’da yapımı tamamlanan Galatasaray Hanı’nın mimarı Kaya Tecimen’in girişimi sonucu hanın önüne yerleştirilen ve hana ait olan “Balerin” heykeli 33 yıldır açık alanda sergileniyordu. Atilla Onaran’ın İstiklal Caddesi’ndeki Odakule önünde bulunan “Göktaşı” heykelinin yanı sıra, Ceylan Intercontinental Oteli önünde “Uzay Hayvanı” adlı heykeli bulunuyor. Ayrıca, yaşamı boyunca açık alanlara konulmak üzere toplam 12 paslanmaz çelik heykel üreten sanatçının, “İki Gönül Arasındaki Pencere” ile “Heykelin İç Dünyası” adlı büyük boyutlu paslanmaz çelik heykeli eşi Dilek Onaran’ın Levent’teki evinin bahçesinden 2008’de çalınmıştı. Heykeltıraş Atilla Onaran’ın “Balerin” adlı paslanmaz çelikten heykeli, Beyoğlu Galatasaray Hanı’nda el değiştiren bir mağazanın tadilatı sırasında, mağaza önündeki yerinden kaldırıldı. D’S damat adlı mağazadan gazetemize yapılan açıklamada heykeli kime ait olduğunu belirleyemedikleri için kaldırdıkları, Okmeydanı merkez binanın alt katında korunduktan sonra Nişantaşı mağazası binasında bulunan Artgalerim Nişantaşı sanat galerisinde geçici olarak sergilemeye aldıkları belirtildi. Mağaza yetkilileri, hana ait olması nedeniyle heykeli kaldırırken Beyoğlu Belediyesi’nden izin almadıklarını, ancak heykelin sanatçının vasiyeti üzerine açık alanda sergilenmesine destek vermek için Beyoğlu Belediyesi’yle görüşme Kim Ki O ‘Grounds’ (Lentonia Records) Japon klasikçisini çağrıştıran isimleriyle bu iki minyon kız 2006’dan beri burada. Büyük iddialarla değil, içten ve basit duygularla kurulmuş butik bir topluluk Kim Ki O. Bas ve sintisayzır ikilisi Berna Göl ile Ekin Sanaç; internete dialup ile bağlanmış kuşağın mensupları. Albümler çıkaran bir topluluk olacaklarını hayal etmeden yan yana gelmiş; içeriden ziyade yurtdışında sahne tozu yutmuşlar. Çizgileri değişmese de dördüncü albüm “Grounds” ile akşam üzerinden geceye geçiyorlar. Daha sert ve karanlık bir çalışma bu. The Cure’a has kasvetli bir çizginin mecburi partneri melankoli. Seksenlerden kopup gelen melodiler, sekiz parçada 30 dakikaya yayılıyor. Cinsiyetçi olmayan bir müzik, indie, dream, synth pop karışımı minimal bir sound, makyajsız, organik ev işi duru bir kayıt; sözler Türkçe ve İngilizce. Şarkılar nispeten berrak olsa da sözlerin anlaşılamaması sorunu halen mevcut. Çalarak pişirilmiş şarkılar; bu açıdan uzun süreçlerden geçtiği anlaşılıyor. Olgunluk ürünü demek doğru değil “Grounds” için; çünkü bu yolda atılacak daha adım var. Batılı beğeniyle memleket gerçeklerinin sorunlu izdivacı... Yazın tatil yolunda dinlemeyin, özellikle direksiyondaysanız; kış gecelerini seçin. muratbeser@muratbeser.com Depeche Mode ‘Delta Machine’ (Columbia Records) 33 yıldır synthpop’un adeta sesle ansiklopedisini yazdı DM. Albümleri 8090’lardaki kadar gürültü koparmıyor ama performansları hâlâ çok iyi. Analog synthlerin başrolde olduğu Delta Machine, blues etkisinde bir albüm. Delta sözcüğü, hem Amerika’nın Mississipi Delta adlı bölgesinde 1920’lerde gelişen delta blues adlı ilk blues’a hem de matematikteki “değişim” anlamına atıf yapıyor. Delta Machine, DM’nin geçmişte yaptıklarını aynen izleyen bir devam albümü değil ama kariyerinde çok keskin bir dönüşü de temsil etmiyor. Şarkıların bir an vokalsiz olduğunu düşünelim, Dave Gahan’ın sesini duymasam da yine bu DM derdim. Eklektik bir sound var albümde. Elektroblues’a en yakın duran “Heaven”, “Angel”, “Goodbye”, tekno ritimlerini dans müziği ile buluşturan “Soothe My Soul”, Martin Gore’un dingin vokaliyle söylediği “The Child Inside” adlı balad, minimal elektronika tınılarıyla döşenen “My Little Universe”, “Soft Touch”ta Kraftwerk’i anımsatan elektronik sesler ve dinleyeni 80’lere götüren “Should Be Higher” gibi farklı şarkılar söz konusu. Gahan’ın Kurt Uenala ile birlik te üç şarkı yazdığı albüme yine grubun günah, kurtuluş, aşk gibi favori temaları hakim. “Violator” ve “Ultra” gibi bir başyapıt olmasa da grubun 2000’lerde yaptığı en iyi albüm. www.zulalkalkandelen.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle