13 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 3 MART 2013 PAZAR [email protected] 16 KÜLTÜR Eşi Sevda Elgiz’le birlikte ArcoMadrid’de “Koleksiyonerlik Ödülü”ne değer görülen Can Elgiz: ‘Paylaşabilmek önemli’ ÖZLEM ALTUNOK Nedim Göknil... Yeryüzünün en yetenekli, en yaratıcı insanlarından biri, kısa bir süre önce aramızdan ayrıldı. Daha doğrusu parmaklarımızın arasından kayıp gitti. Tutamadık, yakalayamadık. Geri gel diyemedik. Adı Nedim Göknil’di. Bebekli Nedim’di. Boğaz’ın afacan sokak çocuğuydu... Robert Kolejli Nedim’di... Okulun tüm güzel kızları ve tüm sahne etkinlikleri ondan sorulurdu... Avcı Nedim’di; Derin, Giray, Ömer ve Trakya’nın tüm avcıları tanığımdır... Ayşe’nin Nedim’iydi; bütün dünya, yeryüzü bir yana, Ayşe’si bir yanaydı... Tüm arkadaşlarının, hepimizin neşe kaynağıydı. Bilirim, bu “neşe kaynağı” sözcüğü, tehlikeli bir tanımdır... Yeterince açık değildir. Nedim’in neşe, sevinç ve yaşama tutkusu, üretme ustalığının gerisinde, yetenek ve yaratıcılık yatardı. Tiyatro, edebiyat, müzik, resim, tarih ilgi alanlarıydı. Piyano, gitar, kontrbas, bateri çalar, beste yapar, şarkı sözü yazar; usta dansçılara taş çıkaracak kadar güzel dans eder, koreografları kıskandıracak dans adımları icat ederdi. Elinde gitarı bir an Onno Tunç’la müziği, bir başka an Sezen Aksu’yla şarkı yarıştırır; Joan Baez’e eşlik eder, cazdan rock and rolla, oradan bluesa uzanıverirdi... Ben yine de en çok doğaçlama, içinde bulunduğu ortamı dile getiren, çevresindekileri anlatan, anında uyduruverdiği şarkılarını severdim... Nedim’e, Nedim olmak yetmezdi. Yeryüzündeki tüm dilleri, lehçeleri, herkesi taklit edebilir; bilmediği dillerde söylevler verebilir; ustası olduğu Türkçe ve İngilizceye taklalar attırabilirdi. Gözlerinizi kapatıp onu dinlediğinizde karşınızda Demirel ya da Erbakan’ın; Churchill ya da Sudi Arap Kralı’nın, Hitler ya da Brejnev’in, “Davet” filminde “Hintli Peter Sellers”ın konuştuğunu sanırdınız. Çok iyi bir kulağa sahip olması ve taklit yeteneğinden öte, zekâsını da konuştururdu bu işi yaparken... Büründüğü kişiliklere monologlar, diyaloglar döktürtürdü... Yaş günlerimizde Castro’dan, Saddam’dan, Bush’tan, Arafat’tan, Clinton’dan ya da Monica’dan mektup almak, Nedim yüzünden hiç de şaşırtıcı olmazdı bizler için. Bir zamanlar Robert Kolej’in en parlak tiyatrocusu Nedim, burs kazandığı halde tiyatro okumaya ABD’ye gitmedi. Türkiye’de başladığı profesyonel tiyatro yaşamı kısa sürdü, iş dünyasına atıldı. Yeteneklerini, yaratıcılığını, donanımını pek de gönüllü olmadığı alanlarda kullanmaya çalıştı. Bunca çok yönlü olması mı, bir alana odaklanmasını engelledi? Hayat koşulları mı? Pupa yelken rüzgârlarla, dalgalarla yarışan teknesinin ha bire kayalara çarpması mı? Kendi icat ettiği kayalar, fırtınalar mı? Düşlerle gerçekler arasındaki, beklentilerle eldekiler arasındaki uçurumlar mı onu sınırladı? Bilemeyiz... Altı yıl önce Ayşe’sini alıp Bodrum’a yerleşti. Giderek içine kapandı. Eposta adresini “solonedo”ya çevirecek denli kapandı. Doğanın tahribatı, insan ilişkilerinin zorluğu, onu hırpalar oldu. Kırgınlığını, küskünlüğünü ve üzüntülerini öfkeye dönüştürdü... 2010’da “Bodrum... Bodrum”, 2011’de “Mina: Bir Tutkunun Anatomisi” adlı kitapları yayımlandı. Sonra....Sonra, 11 Şubat günü, 72. yaşına beş gün kala aramızdan ayrıldı. Dedim ya: Parmaklarımızın arasından kayıverdi. Dünyamızdan bir gökkuşağı, yüreğimizden yeri doldurulmaz bir dost eksildi. Duchamp’dan referansla başlıyor söze, eşi Sevda Elgiz’le birlikte ArcoMadrid Sanat Fuarı’nda “Uluslararası Koleksiyonerlik Ödülü”ne değer görülen Can Elgiz: “We are painting a collection.” Özetle Sevda&Can Elgiz Koleksiyonu’yla yapmaya çalıştıkları da bu; bir araya getirdikleri sanat eserleriyle ortaya bir tablo koyuyorlar. 2001’den bu yana hem koleksiyonlarını sergiledikleri hem de bugün adını uluslararası arenada duyduğumuz Türkiye’den pek çok sanatçının işlerine ev sahipliği yapan Proje4L ve Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’yle çağdaş sanata yatırım yapan Türkiye’deki en önemli isimlerden onlar. Can Elgiz’le paradan önce araştırma, keşfetme keyfine karşılık gelen sanat yatırımcılığını, koleksiyonlarıyla ortaya koymaya çalıştıkları o “büyük tabloyu” konuştuk. Uzun yıllardır pek çok sanat fuarını takip ediyorsu nuz, ama biz yeni döndüğünüz ArcoMadrid’den başlayalım... Evet, 90’lardan beri gidiyorum Arco’ya. En eski fuarlardan… Frieze, Berlin, Miami Art Basel, Milano, Torino fuarları yoktu daha o zamanlar. Bir önemli özelliği de Latin dünyasıyla Avrupa’yı bir araya getirmesi. Anlamlı bir ödülle döndünüz Arco’dan… Ne ifade ediyor bu ödül size? Koleksiyonerlikte, herhangi bir sanat eserini yastığın altında saklamak ya da evinin duvarına asmak değil, herkesle paylaşabilmek önemli. Bu ödülü almamı u “Koleksiyonerlik ciddi bir eğitim sürecinden geçmek, büyük bir kitaplıktan faydalanmak demek. Paradan önce, zaman harcayacaksınız, fuar, galeri, atölye gezeceksiniz. O zaman herkesten önce, daha iyi olan şeyleri görme yeteneğiniz gelişiyor. ” ve Sevda iz lg E Can a Arco’d l ü d ö nde töreni Yeni proje: ‘Land art’ Proje4L 2001 yılında Vasıf Kortun danışmanlığında Levent’te kurulduğunda Elgiz Koleksiyonu’nun yanı sıra, genç sanatçıların da mekânı olmuştu. 2004’e kadar Melih Fereli, Fulya Erdemci gibi sanat dünyamızın önemli isimlerinin öncülüğünde de pek çok sergiye, projeye ev sahipliği yaptı. 2009’dan bu yana Maslak’ta koleksiyonun da daha iyi sergileneceği Giz Plaza’ya taşınan müze, genç sanatçılarla çalışma isteğinden vazgeçmedi. Proje odasında süren sergilerin yanı sıra, 2011’den beri binanın terası da açık hava heykel sergilerinin mekânı oldu. Açıkhava heykel terasında 18 Nisan’da açılacak Andrew Rogers’ın “land art” projesi de İstanbul’da bir ilk olacak. 7 kıtada, 13 ülkede, 6700 kişi ile 48 eser inşa eden Rogers’ın işleri uydu aracılığıyla uzaydan da görülebiliyor. zın bir sebebi Türk ve yabancı sanat eserlerini güzel bir biçimde bir araya getirmemiz olarak vurgulandı. Topluma açık bir koleksiyon olmasının da önemli olduğunu düşünüyorum. Duchamp’dan alıntıladığınız sözü temel alırsak, koleksiyonunuzla çizdiğiniz tablo, dünyaya bakışınızla, sanata nasıl yaklaştığınızla da ilişkili. 80’lerde başlayan koleksiyonerlik geçmişinizin bugüne evrilişini bu anlamda nasıl özetlersiniz? Koleksiyonerlik her şeyden önce ciddi bir eğitim sürecinden geçmek, büyük bir kitaplıktan faydalanmak demek. Paradan önce, zaman harcayacaksınız. Yanı sıra fuar, galeri, atölye gezeceksiniz. Çünkü o zaman herkesten önce, daha doğru, daha iyi olan şeyleri görme yeteneğiniz gelişiyor. Diğer türlüsü yatırımcılık olur. Bugün Türkiye’nin de dahil olduğu daha hızlı ve geniş bir ağ var bu alanda da. Yeni koleksiyonerlerin önceki kuşaklardan farkı ne sizce? Bugün Çin, Rusya gibi 1015 yıl önce bu piyasada olmayan ülkelerin de pazara dahil olduğunu görüyoruz. Bu koleksiyonerlerden bir kısmı statü arayışıyla alıcı haline gelmiş insanlar. Bu çizgi bizde de aşağı yukarı böyle. Bugün yüzlerce koleksiyonerin olması güzel tabii bir yandan, sanat sektöründe bir artı yaratıyorlar, ama katma değerinin koleksiyonerin kendisine olduğunu sanmıyorum. Koleksiyonun niteliğiyle niceliği arasındaki ayrımı anlayan henüz çok yok. Siz kendi koleksiyonunuzu bu anlamda nasıl tanımlarsınız? Statik değiliz, ileriye dönük, bilmediğimiz ama tanıma fırsatı bulduğumuz sanatçılar üzerinden ilerliyoruz, hiçbir zaman değerini aşmış, ulaşılmayacak sanat eserlerine gitmiyoruz. Bu hem bütçeyle ilgili hem de bugün herkesin bildiği bir sanatçının eserini almak bana kalırsa koleksiyonerlik değil. İki kişinin aynı koleksiyona emek vermesi avantaj mı, dezavantaj mı? Biz eski yıllardan beri paralel yürüttüğümüz için büyük bir ayrım yok ortada, seçimlerde çok aykırılık yaşamıyoruz, beraber yönetiyoruz. Ama birinden birinin daha aktif olduğu örnekler var elbette. Biz öyle değiliz. ORTAOYUNCULAR’DAN Bir ‘Masal Müfettişi’ Kültür Servisi Ferhan Şensoy’un yeni oyunu “Masal Müfettişi” Ortaoyuncular’da sahnelenmeye devam ediyor. “İleri demokratik bir güldürü” türündeki oyun “Artık masalların da denetlenmesi, teftiş edilmesi zamanı geldi! Sonu pek de güzel bitmeyen bir masallar dünyasında dolaşıyor müfettişimiz. Böyle korkunç masallarla kimse eremez muradına, biz çıkalım klozetine! İyi uykular Türkiye!” sözleriyle tanıtılan oyunda, Ferhan Şensoy, Serap Günaydın, Ali Çatalbaş, Pınar Alsan, Elif Durdu, M. Ferhan Şensoy ve Orkun Akyıldız rol alıyor. Dekor ve giysi tasarımı ise Derya Şensoy’a ait. Berlin Duvarı kalıntılarındaki sanat yapıtları için mücadele veriliyor ‘Özgürlük simgesi’ tehdit altında Kültür Servisi Yıllarca yıkılması için mücadele verilen Berlin Duvarı bugünlerde tam tersi yönde bir mücadeleye sahne oluyor. Yüzlerce eylemci, Berlin Duvarı’nın, 1989’da yıkıldıktan sonra ayakta kalan ve duvar resimleriyle kaplı bazı bölümlerinin de yıkılmaması için protesto gösterileri yapıyor. Berlin’den geçen Spree Irmağı kıyısı boyunca inşa edilmekte olan lüks apartmanlara yol açmak için Berlin Duvarı’nın anı olarak bırakılan “Doğu Yakası Galerisi”nin de yıkılmasına karar verilmişti. Ancak duvarın söz konusu kesiminde dünyanın birçok ülkesinden pek çok sanatçının rengârenk duvar resimleri ve graffitiler yer alıyor. Bunlar arasında en ünlüleri de eski Sovyet lideri Brejnev ile eski Doğu Almanya lideri Hoenecker’in “hararetle kucaklaştıkları” duvar resmi. Fransız sanatçı Thierry Noir, Berlin Duvarı’nın kalıntılarındaki resimlerin artık Berlin ve Avrupa’nın “özgürlük simgesi” haline geldiğini söylüyor. Bazıları da “Doğu Yaka sı Galerisi”nin her yıl 800 bin kişi tarafından ziyaret edildiğini ve bu kesimin yok edilmesinin bir zamanlar buradan Batı’ya geçmeye çalışırken öldürülenlerin anısına hakaret olacağını ileri sürüyor. Protestocuların taşıdığı pankartlardan birinde, “Kültürün artık hiçbir değeri kalmadı mı?” yazısı okunuyor. Bu arada, yıkımın gerçekleşmemesi için kaleme alınan bir dilekçeyi 30 binden fazla kişinin imzaladığı bildiriliyor. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın bölünmesinin ardından, 194961 arasında yaklaşık 2.5 milyon Doğu Almanyalı Batı Almanya’ya kaçmış; bunun üzerine 1961’de Doğu Almanya yönetimi Batı Berlin’e geçişi engelleyecek bir duvar inşa etmişti. Berlin Duvarı, Soğuk Savaş sonucu Doğu ile Batı Almanya ve Doğu ile Batı Avrupa arasındaki bölünmenin bir simgesi durumuna gelmişti. Yaklaşık 5 bin Doğu Almanyalı çeşitli yollardan duvarı geçmeyi başarırken 5 bin kadarı da yakalanmış, duvarın üstünden geçmeye kalkışan 191 kişi de öldürülmüştü. n Kültür Servisi İKSV tarafından 14 Eylül10 Kasım tarihlerinde gerçekleştirilecek 13. İstanbul Bienali kapsamındaki “Kamusal Simya” başlıklı kamusal programa paralel olarak yapılacak “sanat yazarlığı” atölyesi için son başvuru tarihi 8 Mart Cuma gününe kadar uzatıldı. Sanat yazarlığı atölyesi, sanatsal ve küratöryel projeler üzerine eleştirel metin geliştirme temeline odaklanacak. Bienal kapsamında sanat yazarlığı atölyesi Bilal Karaman ‘Patika’ (Baykuş Müzik) İlk albümü “Bahane” ile umut, macera ve heyecan dolu bir yolculuğa çıkmıştı gitarcı Bilal Karaman. O günden beri girişken karakteri, Marcus Miller performansı ve birbirinden ilginç projeleriyle üzerindeki ilgiyi katlayarak artırdı. Şimdi hepsinin üzerinde yeni albüm “Patika” var. İki albüm arasında benzerlikler olduğu gibi, ciddi farklılıklar da var. Benzerlik, yerel motiflerle caz armonilerinin gelişkin bir gitar tekniği refakatinde buluşmasında. Farklılık ise daha minimal ve eklektizmden uzaklaştırılarak damıtılmış bir iş “Patika.” Bilal’i sahnede sayısız kez çalarken duyduğumuz Çingene soundundan eser yok burada. Sahnedeki anlayış, yerini Philip Catherine’e has bir Avrupalılık ile İskandinav cazıyla ilintili dingin bir havaya bırakmış stüdyoda. Bilal dinleyicisinin akustik ve elektrik gitardan yayılan huşu dolu seslerde yoğunlaşmasının önüne geçme ihtimali taşıyan her unsuru bertaraf etmiş. Ayşe Akarsu, Murat Aziret ile Gevende üyeleri Ahmet K. Bilgiç, Gökçe Gürçay, Ömer Öztüyen’den oluşan eşlikçi tercihlerini, birer parçada vokallerden ve perküsyonlardan yana kullanmış; tek istisna İsveçli Lars Danielsson’un albüme adını veren parçada tınlayan kontrbası. Sonuç mu? Mükemmel… [email protected] Atoms For Peace ‘Amok’ (XL Recordings) 28 yıldır Radiohead’in vokalisti olarak hayatımızda yer alan Thom Yorke, 2006’da tek başına bir albüm yapıp herkesi şaşırtmıştı. Onun gibi elektronik müziğe yakınlık duyan bir müzisyenin, teknolojik olanakları kullanarak yeni bir sound peşine düşmemesi beklenemezdi. Yalnızlaşma duygusunu yansıtan sentetik seslerle dolu bireysel çalışması “The Eraser”, Yorke’un bugüne kadar yaptığı en iyi işler arasında. Ancak albümü yapmak yetmedi ona, şarkıları canlı çalmak istedi. Radiohead’in prodüktörü Nigel Goldrich’e ek olarak, Red Hot Chili Peppers basçısı Flea, Beck ve REM ile çalışmış davulcu Joey Waronker ve Brezilyalı perküsyonist Mauro Refosco’yu da yanına alıp bir ekip kurdu.The Eraser’daki gibi bu kez de harcındaki ana unsurlar, kargaşa ve izolasyon; ana mekânsa, yine dinley e n i içine çektiği yoğun ve garip bir atmosfer. The Eraser’dan farkı, Flea’nin funk esintileri içeren bas soundu. Ancak Flea, “Stuck Together Pieces” adlı şarkının aksine albümün tümünde fazla öne çıkmıyor. Belki de nedeni, insan ve makinenin nerede işe karışıp nerede devre dışı kaldığının belli olmaması. “Amok”, bu açıdan hedefi 12’den vuruyor, The Eraser ile açılan yolu derinleştirerek sıradışı ses evreninde güzel bir macera vaat ediyor. www.zulalkalkandelen.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle