10 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 18 MART 2013 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Vinç ve Akıl ANKARA’NIN en yüksek tepesinde bir bina. Daha doğusu, içinde kimsenin yaşamadığı, yapılırken iç mimarlığı yarım bırakılmış, ama uzaktan bakınca etkileyici görünen, yaklaşık yirmi küsur katlı bir yapı. Pencere camları takılmış, “ha” dense hemen kullanılabilir gibi duruyor; ama dış girişler, kapılar kapalı. Otel diye düşünülmüşse de ne geleni var ne çıkanı. Galiba hak anlaşmazlığı yüzünden işletilmeden duruyor. “Durduğu yerde çürüyor” demek daha doğru. İnsan, hiç ilgisi olmasa da harcanan paraya, boşa giden emeğe üzülüyor ister istemez. ma, konu o değil. Konu, binanın tepesinde yirmi yıldır işletilmeden duran vinç. Yakınından her geçen, “ya düşerse” diye endişeleniyordur herhalde. Günün birinde düşebilir de. Çok uzak olmayan bir geçmişte New York’un bilmem kaç katlı gökdeleninden caddeye düşen bir inşaat vinci epey hayat söndürmemiş miydi? ek kollu, ama rıhtımlarda ve bazı gemilerde kullanılmış “konsollu” denen tipten bir vinç bu. Bunca yıldır çalıştırılmadan bekletildiği için bazı yerlerinde boya dökülmüş ve paslanma başlamıştır, Orta Anadolu’nun bozkır ikliminde doğa neler yapmıştır, bilemezsiniz ki. Ne sık yoklama var, ne onarma. Kışın karlarıyla yağmurları, o yüksekliğin çılgın rüzgârları ise hep var. Aşağıda da Çankaya civarının yoğun trafiği ve insan kalabalığı. Medyacı iseniz, böyle bir görüntünün aklınıza getirdiği olasılıkları düşünmeden edemezsiniz: Korkunç telefat rakamları, yıkıntılarla, cesetlerle dolu cadde ve sokak görüntüleri. Son Almanya yangınının hemen ardından elektrik kontağı bozukluğuyla gündeme gelen ihmal eleştirileri, suçlamalar ya da törenler gibi, giden canları geri getirmeyen bir yığın etkinlik. ep böyle mi olmalı? Kaza denen olayların çoğunu öngörmek ve öngörüye dayanarak önlemek mümkün değil midir? “O yükseklikte bir binanın tepesinde vinç söküp indirmek kolay mı? Bozulmuş bir maçuna mı ki bu, römorkör kıçına bağlayıp çekesin? Keşke güçlü bir helikopter olsa da alıp indirse?” falan. Falanlar olmayınca da filanca sonuçlar. Dördüncü Yargı Paketinden Çıka Çıka Ne Çıktı? Demokrasi ile yönetilmeyen, rejimin adının “seçilmiş otoriterlik” ya da “hibrid” yani melez olduğu, tüm gücün tek bir elde toplandığı, İnsan Hakları Kurumu’nun bile iktidara bağlı olduğu ifade özgürlüğünün, hukuk devleti ilkelerinin geçerli olmadığı bir ülkede, bireysel hak ve özgürlükler güvence altına alınabilir mi? Müzakereye Kim Müzaharet Ediyor? D Rıza TÜRMEN CHP İzmir Milletvekili önünde bulundurmak gerekir. Yasa bu haliyle tutukluluk sorununa çözüm getirmemekte, milletvekillerinin tutuksuz yargılanmasını sağlamak gibi, halkın iradesine saygı göstermek gibi bir kaygı taşımamakta, Terörle Mücadele Yasası’nın ifade özgürlüğü açısından doğurduğu sakıncaları gidermemekte, protesto nedeniyle cezaevinde bulunan öğrencilerin durumunda bir değişiklik getirmemekte. Tasarı, Terörle Mücadele Yasası’nın (TMY) 6 ve 7. maddelerinde yaptığı değişiklikle terör örgütlerinin bildiri ve açıklamalarını basmak ve terör örgütünün propagandasını yapmak suçlarına “cebir, şiddet veya tehdit” unsurlarını eklemiş. Ancak TMY’nin ifade özgürlüğü açısından doğurduğu en önemli sakınca, yasanın 1. maddesindeki terör tanımının çok geniş olmasından, neredeyse her türlü eylemi kapsamına almasından kaynaklanmakta. Örneğin devletin ekonomik düzenini değiştirmeye çalışmak, devlet otoritesini zaafa uğratmak, genel sağlığı bozmak gibi eylemler terör eylemleri olabilir. Bunlar için ille de şiddet kullanmak gerekmez. Baskı, korkutma, yıldırma, sindirme, tehdit yöntemlerinden birine başvurmak yeterli. Ayrıca TMY’de terör suçu devlete karşı işlenen bir suç. Oysa uluslararası literatürde terör suçu sivil insanlara karşı düzenlenen suç niteliğinde. Dolayısıyla maddedeki terör tanımı değiştirilmedikçe, TMY’de yapılan değişiklikler yetersiz kalmaya mahkum. Kaldı ki TMY 7. maddedeki değişiklikler maddenin kapsamını genişleterek iyileşme değil, kötüleşme getirmekte. Terör örgütünün propagandasını yapmak suçuna iki önemli ek yapılmış. Birincisi “toplantı ve gösteri yürüyüşü sırasında gerçekleşmese dahi” ibaresi eklenmiş. İkincisi, “örgüte ait amblem, resim veya işaretlerin taşınması”na ilişkin maddeye bir de “asılması” sözcüğü eklenmiş. Başka bir deyişle, bir kişi evinin balkonuna terör örgütüne ait bir resim ya da işaret asarsa bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılabilir. Ayrıca maddedeki değişiklik kendi içinde bir çelişki yaratıyor. Suçun oluşması için cebir, şiddet, tehdit yöntemlerine başvurulması gerekiyor. Ancak bu yöntemler olmasa bile, örgüte ait amblem, resim, işaretlerin asılması ya da slogan atılması suç oluşturan eylemler olarak kabul ediliyor. Buna karşılık, basın ve ifade özgürlüğü açısından büyük bir sorun yara A T ördüncü yargı paketi TBMM’ye geldi. Şimdiye dek birbiri ardına gelen üç yargı paketine karşın Türkiye’de insan hakları, demokrasi alanlarında bir ilerleme değil, hatta gerileme görülüyor. Uluslararası insan hakları örgütleri ve bağımsız araştırmacıların raporları, AİHM istatistikleri bunu gösteriyor. O zaman yargı paketlerinin amacı ne? Türkiye’deki mevcut sorunlara çözüm getirmek mi? Yoksa dış görünümü kurtarmak için usta bir elden çıkmayan kozmetik değişiklikler yapmak mı? Üç pakette olduğu gibi dördüncü paketle de ikinci amacın daha ağır bastığı görülüyor. Paketin olumlu ve olumsuz yönleri var. Ancak olumlu yönleri sorunları çözecek nitelikte değil. Zaten gerekçede de vurgulanan amaç sorunlara çözüm getirmekten çok “ülkemizin AİHM kararları açısından görünümünün daha iyi bir noktaya taşınabilmesi”(!). ktidarın demokrasi anlayışı Bir de paketlerin hazırlanma yöntemi var. Her şeye muktedir, her şeyi en iyi bilen, tüm doğruları kendinde toplayan “demokratik” bir hükümete sahip olduğumuzdan, bu tür yasalar meslek odalarına, üniversitelere, ilgili sivil toplum örgütlerine danışılmadan Adalet Bakanlığı bürokratları tarafından hazırlanarak Meclis’e getiriliyor. Muhalefete danışmak elbette söz konusu değil. Sivil toplum muhalefete danışmak gibi demokratik yöntemler “zayıflık” olarak görülüyor. Meclis’teki görüşmelerse bir formalitenin yerine getirilmesi için gerekli. Her türlü yasa ile de dayatmayla geçirilecek. Oysa, tasarıda olumlu diyebileceğimiz birçok unsur, ana muhalefet partisinin yeni yasama döneminde verdiği önerilerde de var. İşkence suçlarında zamanaşımının kaldırılması ya da tutukluluğun devamı ile ilgili karar verilirken duruşma yapılması gibi. Bu konularda iktidar ve muhalefetin ortak hareket edebilmesi olanağı vardı. Ama iktidarın demokrasiyi seçim sandığının ötesinde taşıyamayan demokrasi anlayışı, bu tür uzlaşılara olanak vermiyor. İ H tan TCK 220. maddenin 6 ve 7. fıkralarına 4. yargı paketinde dokunulmamakta, 6. fıkra örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyenleri, 7. fıkra ise örgüte dahil olmamakla birlikte örgüte yardım eden kişileri örgüt üyesi olarak iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırıyor. Nedim Şener, Ahmet Şık ve pek çok gazeteci bu suçlardan yargılandı ya da mahkum edildi. Protesto eden öğrencilere uygulanan maddeler de bunlar. Bu suçlarda kişilerin örgüt üyesi olduğunu kanıtlamak yükümlülüğü yok. Suçun işlenip işlenmediği yargıcın takdirine kalmış. Yargıca bu denli güçlü bir takdir yetkisi verilmesi Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Hammarberg’in raporunda da eleştiriliyor. Tutuklama konusu da aynı. CMK 105. maddeye getirilen değişiklikle tutuklamanın devamı kararının dosya üzerinden değil, duruşma yapılarak verilmesi öngörülüyor. Bu olumlu bir adım olmakla birlikte, AİHM’den çıkacak ihlal kararlarını etkilemeyecek. Dördüncü yargı paketini hazırlayanlar AİHM’nin Cahit Demirel/Türkiye ve benzer kararları okusalar bunun neden böyle olduğunu anlarlardı. İhlal kararlarına yol açan tutuklama sürelerinin uzunluğu, katalog suçlar nedeniyle kaçma ya da delilleri karartma tehlikesi incelenmeden tutuklamanın devamı kararı verilmesi, yasanın açık hükmüne karşın yargıçların büyük bir inatla klişe gerekçeler yazmaktan vazgeçmemeleri ve buna karşı HSYK’nin önlem almaması, kararlarda diğer adli koruma önlemlerine yer verilmemesi, kısıtlama kararlarının tutuklulukla ilgili adil bir yargılama yapılmasını önlemesi gibi nedenlerle dördüncü yargı paketinin tutukluluk konusunda bir iyileştirme getirmesi beklenmemeli. TCK 318. maddede yapılan değişiklikle maddeden “askerlik hizmetlerinden soğutma” çıkarılmış, yerine “bu hizmeti yapmaktan vazgeçir(me)” konulmuş. Bununla neyin değiştiğini anlamak güç. Ama herhalde maddenin yeni şekliyle vicdani reddi kabul ettiği söylenemez. İşkence suçlarında zamanaşımının kaldırılması elbette olumlu bir adım. Ancak kasıtlı adam öldürme ya da insanlığa karşı işlenen suçlar için de geçerli olmaması büyük bir eksiklik. Demokrasi ile yönetilmeyen, rejimin adının “seçilmiş otoriterlik” ya da “hibrid” yani melez olduğu, tüm gücün tek bir elde toplandığı, İnsan Hakları Kurumu’nun bile iktidara bağlı olduğu ifade özgürlüğünün, hukuk devleti ilkelerinin geçerli olmadığı bir ülkede, bireysel hak ve özgürlükler güvence altına alınabilir mi? Dördüncü yargı paketi, diğer 3 paket gibi bunun olanaksız olduğunu göstermekte. S Av. Hüseyin ÖZBEK Sonuç: utukluluk sorununa çözüm getirmiyor Dördüncü yargı paketini değerlendirirken yasanın içerdiği hususlar yanında dışarda bıraktığı hususları da göz T Zamanı Durduran Fotoğraflar... “F Ertuğrul KAZANCI Eğitimci/Hukukçu otoğraf, zamanı durduran belge” olarak tanımlanır. Üzerinde farklı yorumlar yapılabilir. Ama sonuç bakımından temel olgu karelerde yansır. İlginç bulduğumuz fotoğrafları karakteristik hatlarıyla değerlendirmek niyetindeyiz: İlki; halkıyla sarmaşdolaş olan Venezüella’nın saygın Devlet Başkanı Hugo Chavez’in mutlu bir fotoğrafıdır. Chavez gördüğümüz o fotoğrafta son derece keyiflidir. Çünkü halkına çok şey vermenin bir ürünü olarak fotoğraftaki insan seliyle sevgi içinde bütünleşmiştir. Chavez, öncelikle ulusal onuru emperyalizmin elinden alıp kopararak Venezüella halkına güven ve kendi varlığına inancı sağlamıştır. O, sömürgenleri sözde bağımsız ülkesinden atarak siyasal ve ekonomik zaferler kazanmış bir ulusdevlet öncüsüdür. Antiemperyalist lider Simon Bolivar’ın onurlu ardılı olduğunu kanıtlamıştır. Ayrıca, Güney Amerika’daki diğer ülkeleri de ilerici ve toplumcu bir çizgiye getirmekte başlıca etken olmuştur. Hugo Chavez: “Bolivar kadar etkilendiğim bir diğer devlet adamı Atatürk’tür” der. Caracas’taki büstünün yanı sıra “sosyal fabrikalar” olarak açılan kamu iktisadi teşekküllerine de “Kemal Atatürk” levhaları taktırmıştır. Üretim, ucuz tüketim ve çalışma sorunlarını çözümlemeye böylece büyük bir adım atmıştır. Ülkesi artık sosyal ve kültürel açıdan da parıldayan bir yıldızdır. Şimdilerde Chavez yaşamdan ayrılmıştır. Ama üst bir kamu hizmetinin kişilikli önderi olarak evrensel anlamda belleklerde sürekli kalacaktır. Chavez’in yitirilmesiyle sarsılan bir gündemde Ürdün Kralı Abdullah’ın bir fotoğrafı yer etti. Kral, Anıtkabir’de gözyaşları içindeydi. Özel deftere de şunları yazmıştı: “Türkiye’nin birliği, bağımsızlığı ve genç kuşaklara iyi bir gelecek bırakmak için çalışmış olan kurucu ve büyük devlet adamı Atatürk’ü kabrinin önünde yâd ediyorum.” Monarşiyi temsil eden bir hükümdarın, taç ve taht deviren bir liderin huzurundaki sevgi ve saygı dolu tavrı o fotoğrafta apaçıktı. Kral Abdullah, büyükbabasının Atatürk’ü ziyaretindeki içten davranışlarını da elbette bilmekteydi. Afgan Kralı Amanullah Han, Ürdün Emiri Abdullah, İran Şahı Muhammet Rıza, İngiltere Kralı Edward, Yugoslav Kralı Alexandr ve Romanya Kralı Karol, 600 yıllık saltanatı yerle bir eden cumhuriyetçi lideri ziyarete niçin koşmuşlardı? Bir bakıma demek ki hepsi çağcıl Diğer enstantaneler: ve insani bir devlet yönetimini temsil eden Atatürk’ün inandığı değerlere ve kurucusu olduğu kurumlara saygılıydılar. Bir başka fotoğraf daha var. Çin Halk Cumhuriyeti okullarındaki ders kitabından çekilmiş. Marks, Lenin, Mao ve Atatürk; “dört büyük devrimci” olarak tanımlanmış. “Ben Çin’in Atatürk’üyüm” diyen Mao’nun sözü ise çok dikkat çekici. Fotoğraf serimizin sonunda Fransa Devlet Başkanı De Gaulle görülüyor. Yükseköğrenim gençliği olarak Anıtkabir’i ziyaret ettiğimiz gün, De Gaulle de oradaydı. Çektiğimiz bir siyahbeyaz enstantanede saptamışız. Sonra da özel deftere neler yazdığını öğrenmişiz: “Atatürk, ülkelerimiz arasında asırları aşan dostluğun gelişmesindeki temel ögedir.” Halbuki Fransa, Kurtuluş Savaşı’nda Anadolu’yu istila etmeye çalışan devletlerden biriydi. General, tıpkı Yunan Başbakanı Venizelos gibi Ankara’ya saygılarını sunmaya gelmişti. Bu iki fotoğraftan çıkarılacak saptama odur ki; Chavez, Kral Hüseyin, Mao ve De Gaulle ayrı sıfat ve görüşlerin kişileridir. Ama tamamı, Atatürk’e tarihsel hakkını teslim edenlerdir. Kurtardığı bu ülkede ve kurduğu cumhuriyette Atatürk’ü yüceltmek kadar doğal bir konu yoktur. Ama kimi “ret ve inkârcılar” düşmandırlar. Bunlara yazıklar olsun... Sonuç: iyasi iktidar ile İmralı hükümlüsü arasındaki görüşmelerin masumiyet ambalajı için ‘müzakere’ kelimesi kullanılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti, ülke bütünlüğüne yönelik ayrılıkçı kalkışma içindeki terör örgütüne karşı yakın geçmişte kararlı bir mücadele yürüttü. 3 Kasım 2002 sonrası oluşan iktidarla birlikte, milli çıkarların gerektirdiği tehdit algılaması terk edilerek, ABD’nin bölge stratejisiyle tamamen örtüşen sonu belirsiz bir yola girilmiştir. ABD’nin sadık müttefikliği olarak özetlenebilecek bu politikayla Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin reddine karar verildiği anlaşılmaktadır. ABD, Türkiye’nin de dahil olduğu Ortadoğu’nun siyasi coğrafyasını enerji ve doğal kaynaklara göre yeniden çizmektedir. Bu emperyal parselasyonda bazı alt kültür ve etnisitelere büyük efendiye sadakat ödülü olarak devlet vaat edilmektedir. Hal böyle iken dünyanın gözü önünde tezgâhlanan eli kulağındaki etnik kalkışma ile siyasi coğrafyası küçültülecek Türkiye’nin stratejik körlüğü, aymazlığı, kasabın ardından güle oynaya mezbahaya giden koyundan farksızdır! Terör örgütünün başı ile İmralı’da başlatılan görüşmeler dış dinamiklerce kurgulandığı için Türkiye açısından nasıl bir sonucun öngörüldüğü devletin tepesindekilerce de bilinmemektedir. Sahne gerisinden kulaklarına iyi şeyler olacağı fısıldananlar, Türk halkına iyi şeyler olacağını meydan nutuklarıyla ilan etmekle meşguldürler! İyi şeylerin neler olduğunun ortaya çıkması için fazla bekleneceğini sanmıyoruz. Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Nimet Berker’in, 16 Şubat 2013 tarihli Milliyet gazetesinde yer alan söyleşisi, masumiyet makyajının ardına gizlenen tezgâhın gerçek yüzünü gösteriyor. Sabancı Üniversitesi’nde ‘Uyuşmazlık Çözümü’ yüksek lisans programının yanında, BM arabuluculuk biriminin akademik danışma kurulunda yer alan Berker’in; “Müzakereler büyük senaryonun parçası” başlıklı söyleşisine göz atmanın zamanıdır: “ Barış müzakerelerinin zamanlamasını, iç ve dış faktörleri nasıl değerlendirirsiniz? Bu aslında ‘Müzakere masasına ne zaman u Terör örgütünün oturulur’ sorubaşı ile İmralı’da su. İki etken var: İç siyasetteki ge başlatılan görüşmeler dış lişmeler ve böl dinamiklerce kurgulandığı gesel konjonk için Türkiye açısından nasıl türün dayattığı bir durum. Or bir sonucun öngörüldüğü tadoğu büyük devletin tepesindekilerce bir dönüşüm de bilinmemektedir. geçiriyor ve bunu ABD’nin dış siyasetine bakmadan değerlendirmek mümkün değil. AK Parti’nin Kürt hareketini değerlendirmesi değişken bir süreçti öyleyse. Türkiye’de AK Parti ve Kürt hareketi dışında statükoyu değiştirme istemi ile yola çıkmış başka kitlesel hareket yok. İkisi de eğitim, yerel yönetim ve yargıda yapısal değişim istiyor. Kürt hareketinin her siyasi adımı AK Parti için tanıdıktı ve tedirgin ediciydi. Çünkü o da iktidara böyle yürüdü. İmralı ile müzakere aslında çok daha büyük bir müzakerenin alt parçası. Bu müzakere aslında Erdoğan’ın başkanlık sistemine geçme isteğinin de müzakeresi. BDP ile AKP anlaşırsa anayasa için kritik sayılara ulaşılıyor. Habur öncesi süreçle şimdiki müzakerelerin ne farkı var? Bu müzakere sürecinin farkı şu: Oyun daha tanımlı, aktörler daha rasyonel. Hükümetten müzakereleri MİT’in yürüttüğüne sıklıkla vurgu yapılıyor. Aracıların varlığı müzakereyi kolaylaştırır mı? Çok uzun sürmüş bir çatışmanın tarafı olarak bir barış sürecinin içine girdiğinizde kamuoyunu idare ya da ikna etmek zorundasınız. Garip söz oyunlarının olması beni şaşırtmıyor. Örneğin ‘Abdullah Öcalan’ denmiyor, ‘İmralı’ deniyor… Kürt meselesi üçüncü tarafın yardımı olmadan iki tarafın oturup halledebileceği bir mesele değil. Üçüncü taraf tanımını açabilir misiniz? Arabuluculuk daha aktif bir üçüncü taraf rolüdür. Daha angaje arabulucular vizyon ve çözüm sunabilir. Barzani, ABD ve Avrupa’nın barıştan çıkarı var. Bu sefer üçüncü taraf yok deniyor. Görüşmeler Erbil’e taşındı, dolayısıyla üçüncü taraf bölgeden.” Müzakereyi olumlu bulan müzakere uzmanının beyanlarından ABD AB Barzani üçlüsünün yanında Türkiye için sacayaklığının bile çok görüldüğü anlaşılmaktadır. ABD’nin çıkarlarına göre bölge yeniden biçimlendirilirken içerde kaderi çizilen Türkiye’ye son arzusu bile sorulmayan idamlık muamelesi yapılmaktadır! Ulus devletin, ülke bütünlüğünün, millet varlığının mahvına yol açacak bir ihanet projesi masumiyet ambalajıyla halka Hacı Bekir lokumu gibi yutturulmaya çalışılmaktadır. İhanet pususunun sonuçsuz kalmaması için milletin kolektif sezgisini, derin bilinçaltını yok etmeyi amaçlayan yoğun bir kampanya yürütülmektedir. Bu süreçte vatansız sermaye ile Mütareke matbuatının mirasçıları, siyasi iktidarın lojistiği olarak kamuoyunu afyonlama görevini eksiksiz yerine getirmektedirler. Türk milleti, geçen yüzyıl yırtıp attığı Sevr pususunun güncellenmiş kopyasından başka bir şey olmayan masumiyet makyajlı ihaneti de ilkinin yanına, yani tarihin çöplüğüne gönderecektir!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle