29 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 6 EKİM 2013 PAZAR 2 yanındadır. Ama bence ondan daha üstündür. Çok şey anlatılır uzun uzun roman sayfalarında. Yazarı bir türlü bitiremez.. Ben merak etmişimdir, sayın yazar nasıl bağlayacak romanını diye... Oysa küçük öykü başlı başına bir değerdir. Sen romanlar yazmaya kalktın, ama gerçek bir romancı olamadın, sayılamadın. Oysa daha gencecik bir arkadaş birkaç yıl içinde yüzlerce sayfa dolduruyor. Ama gerçek bir roman niteliği kazanıyor mu? Evet ben de yazdım, ama Dostoyevski’nin Budala’sı, Gide’in Dar Kapı’sı, Proust’un Geçmiş Zaman’ı, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı ile ölçmeyi yanlış bulurum. Bir başka insandır romancı, bizde bir iki örnek, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Hüseyin Rahmi, Halit Ziya... Kısa hikâye yazmak her zaman roman yazarlığından önde gelir. Sait Faik’in, Sabahattin Ali’nin, Orhan Kemal’in öyküleri nice ünlü Türk romanlarını aşar gider. Kalıcılık, etkinlik, süreklilik açılarından dün de yaşar, bugün de, yarın da. Susanna Tamaro daha çok kendi yaşantısını yazmış. Ama biyografik olsun diye, kendi hayatın işte bu diye değil. Herkesin okuduğunda kendini bulacağı bir dost seslenişi gibi. Kaç kere başladım yazmaya, önce yazdıklarımı okudum bir daha, yıllar sonra... Şimdi bir yenisini yazmak özlemi içindeyim. Bir tomar kâğıt önümde, ilk sayfasını makineye taktım. Bekliyorum, haydi roman bastır bastır, geçkin yaşta da roman yazılırmış desinler... OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Darülislam’da Savaş! Eğitimden sağlığa pek çok sorunu olan Türkiye’nin içinde olabileceğı bir savaş kargaşası ve komşusunda varolduğu söylenen kitle imha silahlarını (kimyasal silahları) yok etmeye gelen birilerinin kitleleri imha eden silahlarıyla yaratacağı can pazarı ve yok edeceği kültür mirası, ayrıca, derinden düşündürüyor beni. Romanlar Yazmak... Yaşlı adamların bir tutkusu vardır. Yaşam deneylerini gençlere anlatmak... O genç ister bir yakını olsun, ister bir yabancı. Sessizce dinlemesini bilen biri... Kimi zaman kendime soruyorum, sen de öyle biri mi oldun yoksa? Öyle biri olmak... Zordur, kendi dışında biri gibi olmak isteriz, ama olamayız. Bunu bile bile yine de yakınlarımızdaki gençlere, daha doğrusu çocuklara kendi yaşamöykümüzü anlatmak hoşa gider. Oysa dinleyenler o kadar ilgili de değildirler. Herkesin anlatacağı kendi serüvenleri vardır. Kişi kendi yaşantısını daha yeğler. Anlatmasını, dinletmesini, üzerinde tartışılmasını... Susanna Tamaro’nun romanını okurken acı acı düşündüm. Kendi romanımı yazmış gibi oldum. Oysa kahraman bir kadın çocukluktan genç kızlığa, daha küçük yaştan yazarlığa geçmiş bir insan. Sizden bizden biri. Güzel romanlar böyledir, bir insanın yaşamından birkaç parçadır. Bu yüzden herkes roman yazabilir derler. Kendi romanını çevresindekilere bir masal anlatır gibi sergiler. Ama roman olmaz ki, hatta bir öykü bile olmaz. Öykü sanatı romancılığın “İ Salih ÖZBARAN / Emekli Tarih Profesörü “Obama, by the grace of the most mighty God, most Imperial and most invincible President, most mighty defender of Christian faith, wants the Turkish Government to allow well furnished Turkish army to pass the frontiers of Syria.” Bunda da demek istiyorum ki, Yüce Tanrı’nın lütfuyla, imparatorluğun simgesi, hiç boyun eğmeyen kişisi, Hıristiyanlığın en yüce savunucusu olan Başkan Obama, Türk hükümetinden mükemmel donanımlı Türk ordusunun Suriye sınırını geçmesine izin vermesini ister. nşaallah Hükümeti Cumhuriye’nin asâkiri, ümerâi’lmilleti’lMesihiye tahtında ve eslihayi nariye ile Darülislam’da fitneden hali olmayan Esad nam bedfial kimesneyi bertaraf ve memâlikini işgal ve ol iklimde demokrasi tabir edilen idarei maslahatı inşa edeler.” Şunu demek istiyorum, bu ferman benzeri oluşturduğum satırlarımda: “Dileğimiz odur ki, (Türkiye) Cumhuriyeti hükümetinin askerleri, İsa peygamberin milletinden olan kumandanların emri altında ve ateşli silahlarla, İslam ülkesinde sürekli fitne çıkaran Esad adındaki kişiyi bertaraf ve ülkesini işgal edip oralarda demokrasi kurarlar.” Osmanlı İmparatorluğu’nun onaltıncı yüzyıldaki genişlemesi bağlamında Suriye, Mısır, Bağdat ve Basra Körfezi’ne doğru yayılması bir kez daha geldi aklıma; Darülislam’da (İslam ülkelerinde) Yavuz Sultan Selim ve oğlu Kanuni Sultan Süleyman’ın ordularının Müslüman ülkelerinde yaptığı fetihler üstüne çalıştığım yılları anımsarken yazıverdim böyle bir şey. Başka şeyler de çağrıştırdı bana şu Suriye sorunu, ondan da önce Irak istilası, su götürmez ve hava kaldırmaz gücü olan dost ABD ile ilgili olarak: eçmiş ateşlenmeden irdelenmeli! Tarih yüzyıllar boyu aynı şeyleri söylüyor sanki. Belki yüceltme tanımları değişti, yayılmacı amaçlarda nedenler farklılaştı, stratejide yöntemler inceldi. Ancak sahne aynı kaldı, kimi dekor değişiklikleriyle; oyun ve oyuncular çok tanıdık, silahları pek gelişmiş, dilleri diplomasinin tornasından geçmiş. Postmodernizm istediği kadar sözcükler türetsin, dil döksün; Fukuyama tarihin sonunu getirsin; sonra tövbe edip ulusdevletlere dönsün! “Sahne aynı, oyun ve oyuncular tanıdık” dedim. Hatta ve hatta dört yüzyılı aşkın bir zaman öncesinde günümüzdeki Mısır, Suriye, G Yemen, Habeşistan, Irak, Kuveyt, Bahreyn gibi bölgelerde egemenlik arayan “muhteşem” Osmanlı’nın o yörelerde “nizamı âlem”i kurmak için sultanın gerekli “yüce” egemenliğiyle günümüzün devi ABD’nin “görkemli” görüntüsü arasında niyet/ proje farkı kalmamış sanki. İran’daki Safeviler, Hıristiyan Portekizlilerle ya da İngilizlerle Osmanlı’ya karşı cephe oluşturmuşlardı gerektiğinde. Osmanlı da aynı siyaseti gütmüştü kimi zaman, İsa dinindekilerle anlaşmıştı gözlerini doğuya çevirip resmi ideolojisi dışında saydığı “Kızılbaş”ları cezalandırmak istediğinde ya da ulaştığı sınırlarda çıkarını korumak, İslamiyeti kollamak için giriştiği çekişmelerde. O “şanlı” dönemin ünlü şeyhülislamı Ebussuud, Osmanlı’nın başka bir Müslüman ülkeyi zaptetmesi için dinin meşru saydığı zemini hazırlamıştı. Diğer bir şeyhülislam ve tarihçi Kemalpaşazâde, “dış görünüşü Müslüman ama içten kâfir yapıya sahip” olarak nitelediği Safevilere (Osmanlı’dan daha “Türk” olduğu sanılan dindaşlarına) karşı seferin “çok büyük bir gaza” olacağını savunmuştu. Devleti Âli Osman’ın orduları “Allah ve Resulünün düşmanlarına karşı” Irak’taki bağımsız yönetimleri bağlayıvermişti kendisine. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti 1923’ten sonraki barış temeline dayalı siyasetini kenara itip ancak böyle bir mantıkla Irak’a karşı yürüyebilirdi!.. Ya da Suriye yolunda savaşa girebilir; bir İslam ülkesine saldırarak (başkasının saldırmasını bekleyerek) hep Batı’dan öğrendiği ve alageldiği silahlarla, hükmetme hakkını kendinde görerek ve bunu İslami kurallara oturtarak yapabilir! Yüzyıllardır birbirini kıran Müslümanların eriştiği/erişemediği yaşam tarzlarını unutarak. Amma ve lakin, varlığını demokratik, laik ve hukuk devletinde gören, sınırlarında Atatürk hassasiyeti duyan Türkiye için böyle korkunç bir senaryo nasıl yaratılabilir? Ne var ki, yaratıverdiler böyle senaryoları, gürültülere gark olmuş kimi medya temsilcileri (kalemini ve ses tellerini olası bir savaş tehlikesini körükleyenlere karşı çıkanlar için sözümüz meclisten dışarı). Sanki geçmişteki paralı askerleri anımsatıyorlar ellerindeki bilgisayar tuşları ve mikrofon silahlarıyla. Strateji uzmanı geçinip Irak’a nasıl girilebileceğinin yollarını gösteren bilgiçlere, uluslararası konuları ilerlemiş(!) İngilizceleriyle ve Batı patentiyle izleyip bizlere ikram eden gazetecilere ne buyurursunuz? Ve dahi iş dünyalarının ve ticaret erbabının televizyonlardan hiç düşmemiş görüntülerindeki (gizli ve İslam dünyasına göz dikmiş “Batı” yanlısı) savaş sözcülüğü; Adalet ve Kalkın ma Partisi iktidarının İslami kardeşlerini gücendirmeden, “imperial” ABD’nin ekonomik kıskacını hayati sayan zikzaklarla bezeli politikası. “Sorarsa Obama ben ne yanıt vereyim” kuşkusu içinde, Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin barış ilkesini yaralamanın suçluluğu ve “Derse Allah ben ne cevap vereyim” ahiret suali karşısında yükümleneceği acıların arasında kıvranarak. avaş kaçınılmaz mı? Hayır değil! Son 500 yıllık süreç içinde, hatta öncesinde, yaşanan kolonicilik ve emperyalist yönelimler, bugünlerde daha çok uyarıyor beni. “Conquistador”, “conqueror” ya da “fatih”lerin önünde direnen toplumların, yüzyıllar geçtikten sonra bile sömürü düzenine isyan ettiklerini biliyorum. “Savaş Tarihi” yazarı John Keegan’ın Batı kültüründe saptadığı üzere, hem yasal olarak silahlandırdıklarına hem de silahlanmayı yasadışı kabul edenlerin demokrasi/saygı(!) sicilleriyle artık çok iyi bilindiklerini sanıyorum. “Evrensel” diye tanımlanan kimi ilkeleri benimseseler bile, tek yanlılığın getirdiği zararların farkına vardıklarını veya varanların günden güne çoğaldığını düşünüyorum. Bu süreç sürmektedir. Ve dünyanın hiç de adil olmayan bir paylaşımı seyretmek yerine, paylaşımdan hakkını alma yolunda daha çok uğraş vereceğini sanıyorum. Eğitimden sağlığa pek çok sorunu olan Türkiye’nin içinde olabileceğı bir savaş kargaşası ve komşusunda varolduğu söylenen kitle imha silahlarını (kimyasal silahları) yok etmeye gelen birilerinin kitleleri imha eden silahlarıyla yaratacağı can pazarı ve yok edeceği kültür mirası, ayrıca, derinden düşündürüyor beni. Güya bir etkisizleştirmek için yapılması planlanan, ancak yaraları çok derin olabilecek bir savaşı durdurmak olanaksız değil. Dünya elinden geleni yapmalı, Türkiye de öyle. Tavşana kaç tazıya tut, demeden. Osmanlı şeyhülislamı Ebussuud’un “Kızılbaş” kestiren fetvalarından farklı olanı da var; Türkiye’yi yönetenler ve İslam dünyasını yönlendirenler belki onu anlarlar ve korkarlar. Cumhuriyet’in değerini unutanlara Osmanlı’dan bir “ıslah” çağrısı olabilir (!): MES’ELE: Zeydi müslim, Amrı zimmînin özengisine düşüp “bana mansıb veya bir hizmet alıver” (diye) önüne düşüp mülâzemet eylese ne lâzım olur? (Bir Müslüman, bir Hıristiyanın ayağına düşüp bana bir makam ver dese ne tür bir işlem gerekir?) ELCEVAP: La’net ve azâb lâzım olur. S Bir ‘ıslah’ çağrısı! Aydın Aymazlığı ve Sol B SÖNMEZ TARGAN ir söz vardır ve ilk kez Sadun Aren’den duymuştum. “Et kokmasın diye tuzlarsın, ya tuz kokmuşsa ne yaparsın?” Tam bizim aydınlarımızın AKP karşısındaki tutumlarını anlatan bir betimleme. Konuyu derinleştirmek için biraz gerilere gitmek gerekecek. 12 Eylül askersel devirmesinin toplumun en geniş kesimlerinde yarattığı korku ve yılgınlık ortamında pusulayı şaşıran kimi aydın ve solcularımız Özal’ın iktidara gelmesinde kendilerine roller biçmekle kalmadılar, Özal’ın iktidarı döneminde demokrasi alanında büyük beklentiler içine girdiler. Örneğin solun önünde en büyük yasal engellerden biri olan ünlü 141 ve 142. ceza maddelerinin Özal döneminde kaldırılmış olmasını demokrasi adına atılmış önemli bir adım olarak gösterme yarışına girdiler. Oysa aynı tarihsel süreçte başta Sovyetler Birliği olmak üzere Doğu Avrupa’da sosyalist ülkeler yıkılmış ve özellikle bizde sol potansiyel bir tehlike(!) olmaktan çıkmıştı. Yaşananlara sınıf merceğinden bakmayan ve bilimsel verilere dayanmayan böylesi yaklaşımlar şu gerçeği hiç anımsamadılar. 68 devrimci gençlik önderlerinden Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam kararı TBMM’de görüşülürken o sıralar ABD’de bulunan Turgut Özal’ın, Meclis’teki siyasal yakınlarına asılmalarına onay vermeleri için ileti gönderenin de aynı kişi olduğunu ne çabuk unuttular. Bu denli uzağa gitmeye de gerek yok. 12 Eylül darbesinin gerisinde yatan temel gerekçelerin başında ekonomik önlemler paketi olan 24 Ocak kararlarının uygulamaya konulması değil miydi? Bu kararların oluşmasında ve cunta döneminde uygulamaya konulmasında başsorumlu Özal değil miydi? Son 10 yılı aşkın bir süredir, ülkeyi demagojik bir şarlatanlıkla yöneten bugün ki siyasal erkin kurmayları da, unutulmamalıdır ki, birçok bakımdan Özal’ın öğrencileridir. Aynı aymazlık AKP konusunda da sürüyor. Adlarının önüne aydın, yazar, uzman, sanatçı, akademisyen gibi sıfatları da koyarak televizyon ekranlarında ve gazete köşelerinde boy göstererek AKP şakşakçılığı yapanlar içinde, ne yazık ki eski solcular ağırlıkta. Üniformalı faşizme geçmişten gelen öfkeleri nedeniyle bu konularda yanılgıya düşen sıradan yurttaşları bir ölçüde anlayışla karşılamak olası. Ama 10 yılı aşan iktidarları döneminde bulaşmadıkları kirli işler, yolsuzluklar, hukuk ve çağdışılıklar kalmamış ve hatta 12 Mart ve 12 Eylül faşist dönemlerini aratmayacak baskıcı uygulamalarına tanık olduğumuz bu iktidardan paketler halinde demokrasi bekleyen Türkiye entelijansiyesine ne demeli?.. Söz buraya gelmişken bir kıdemli siyasetçimizin geçmişte söylediği bir belirleme geldi usuma. “Bizdeki gibi haini bol bir ülke dünyada yoktur.” Ben de bu belirlemeye bir ekleme yaparak yazımı noktalamak istiyorum: Dünyanın hiçbir yerinde bizdeki gibi omurgasız aydın topluluğu, böylesine bir araya gelmemiştir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle