Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
8 OCAK 2013 SALI CUMHURİYET SAYFA HABERLER Benim kuşağım “halkların kardeşliği” sloganıyla büyüdü. Bu sloganın bizde uyandırdığı coşkunun çok önemli bir nedeni vardı, “halkların kardeşliği” derken sınıfsal bir kardeşlikten de söz ediyorduk. “Ezilenlerin kardeşliği” gibi… Ne yazık ki bu sloganla birlikte, “ezilenlerin kardeşliği” de unutuldu ve bu güzel ülke TürkKürt gibi etnik bir ayrımcılığa sürüklendi. Kürt hareketini başlatanlar, buna Ahmet Türk, Leyla Zana ve Abdullah Öcalan da dahil, “ezilenlerin kardeşliği” sözcüğünü pek bir iyi bilirler ama gelişen koşullar onları da etnik bir ayrımcılığa sürükledi. Sosyalistlerin BDP’ye önemli bir ölçüde destek vermesinin ana nedeni, partinin etnik ayrımcılıktan kurtulup, Türkiye ezilenlerinin partisi olabilme umuduydu. Doğrusu TürkKürt fark etmez, BDP ezilenlerin, sömürülenlerin partisi olabilseydi, hayatımızda emin olun çok şey değişirdi. Şu anda PKK’nin büyük çoğunluğunu oluşturan genç insanların doğrusu “halkların kardeşliği”, dolayısıyla “ezilenlerin kardeşliği” ne demektir, pek düşündüklerini sanıyorum. Çünkü çocukluklarından beri, etnik bir ayrımcılık onları ele geçirdi. Büyük kentlerin bekâr odalarında aynı acılı kaderi paylaştıklarını onlara kimseler söylemedi. Tersanelerde, inşaatlarda, yol yapımında, işkence odalarında ölümün KürtTürk ayrımı yapmadığını görmeleri engellendi. Asıl düşmanın, işçileri, köylüleri, beyaz yakalıları giderek yoksullaştıran bu aşağılık vahşi düzen olduğunu bilmeden büyüdüler. Onların şu soruları sormasına “Bu devlet sadece yoksul Kürtlere mi karşı?” Evet bu düzen, bu devlet sadece yoksul Kürtlere karşı değil, yoksul Türklere de karşı. İşte mesele bu! Türklere gelince, yılların beyin yıkamasıyla, gerçekten “Kürt” kelimesinden nefret eden ama “Neden ben evsizim, neden ben işsizim, neden çocuğumun bir geleceği yok” sorularını sormayan pek çok Türk var. Büyük çoğunluk için görmedikleri, tanımadıkları bir coğrafyada bir iç savaş sürüyor ve hiç durmadan şehit cenazeleri geliyor. Türkler de sormuyor: “Neden hep yoksul çocukları şehit oluyor?” “Neden gaziler bu ülkede üvey evlat?” “Neden vatan sağolsun?” “Neden dolaylı vergiler bu kadar artarken asgari ücret böylesine düşük?” “İslamcısıİslamcı olmayanı büyük sermaye böylesine can ciğer olurken, benim kardeşlerim kim?” İşte mesele bu! Kim kimin kardeşi? Bu ülkedeki insanlarda garip bir sağduyu vardır, denilir, doğrudur, bugüne kadar eğer Türkiye bir iç savaşa sürüklenmemişse, KürtTürk yurttaşların aslında gizliden gizliye kendilerine bu soruları sordukları içindir. Şimdi bu soruları gün ışığına çıkarmanın vaktidir, bazen hayat öylesine bir fırsatlar zinciriyle bize doğru gelir ki, kaçırmak yazık olur. Önce dilimizi değiştirelim ve “ezilenlerin kardeşliğinin” bu ülkenin en güçlü sloganı olduğuna hepimiz inanmaya başlayalım. 7 Bir Zamanlar ‘Halkların Kardeşliği’… izin verilmedi: “Neden zengin Kürtler bizim davamızda yok?” “Neden bizim köylerimiz yakılırken, zengin Kürtler paralarına para katıp, dünyanın keyfini sürüyorlar?” “Neden bizim kızlarımız, oğullarımız PKK’ye katılıp ölüm korkusuyla yaşarken, zengin Kürtlerin çocukları en iyi yabancı üniversitelerde okuyorlar?” Anlayan Varsa Beri Gelsin İmralı ile devlet arasındaki görüşmelerin sonucu, Başbakan’ın kamuoyuna açıkladığı kadarı ile tam bir kafa karışıklığını anlatıyor: Bir tarafta, devlet adına Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı, öte yandan PKK adına Abdullah Öcalan, kamuoyundan gizli olarak sürdürdükleri görüşmeleri şimdilik sonuçlandırmışlardır. Devlet, akan kanın durmasını amaçlayan o görüşmenin içeriği hakkında, şehit aileleri dahil, hiçbir vatandaşa bilgi vermeyeceğini, bizzat Başbakan’ın ağzından ifade etmektedir. Erdoğan, hangi adımları, nasıl ve ne zaman atacağını kamuoyunun izlemesi gerektiğini söylemekle birlikte, kendisine destek olmadıkları için öncelikle yazılı ve görsel medyayı da suçlamaktadır. Başbakan’a göre, İmralı için ev hapsi ve hele hele bir af yoktur. Olmayacaktır da! Aynı Başbakan, kendisine böylesine hayati bir sorun için destek vereceğini söyleyen ana muhalefet partisi lideri Kılıçdaroğlu’na hem birlikte çalışma çağrısı yapmış hem de bu çağrı daha muhatabına ulaşmadan, “Sen nereye kredi vereceksin, sen krediye muhtaçsın. Hangi krediyi vereceksin?” diyebilmiş ve eklemiştir: “Kendisi muhtacı himmet bir dede, nerede kaldı gayrıya himmet ede?” Ama yine de o “muhtacı himmet dede”den, üç CHP’liyi görevlendirerek üç AKP’li ile masaya oturmalarını istemiştir! Dışarıdaki tipi mi gözümüzü alıyor? Soğuktan mı düşünme cimnastiğimizi tam anlamı ile yapamıyoruz? Sevgili dostlar. Bu işin içinden çıkmakta gerçekten zorluk çektiğimi itiraf edeceğim. Ve bizi yönetenlere akıl fikir vermesini yüce Allah’tan içtenlikle dileyeceğim. Mustafa YUVANÇ K. K. I. Sınıf As. Cezaevi Mamak/Ankara Ankara Adliyesi’nde ‘tanık’ olarak 1 saat dinlendi Bilirkişi raporu neden korkuttu Öncelikle selamlarımı ve saygılarımı sunuyorum. Bu mektubu, “Asrın İftirası Balyoz Davası” kapsamında verilen ve toplumun vicdanını acıtan hüküm sonrası, kendi isteğimle Hasdal’dan sevk edildiğim Mamak Askeri Cezaevi’nden yazıyorum. Bu dava kapsamında hukukun iflasına yol açan o kadar çok usul ve esas hatası yapıldı ki, on binlerce sayfayı bulan dosyayı her incelediğimizde, akıllara durgunluk veren başka bir hukuksuzluğa rastlamak artık kimseyi şaşırtmıyor. Birazdan okuyacağınız satırlarda şahit olacağınız husus, bizlerin nasıl bir yargılamaya maruz bırakıldığımızı ve göz göre göre yargılama başlamadan dahi hükme doğru gittiğimizi ortaya koyacaktır. 15. yüzyıl sonu ve 16. yüzyıl başında yaşamış İngiliz yazar ve hâkim Thomas More, “Epigrams” isimli eserinde şöyle der: “İyi bir kral nedir? Kurtların yaklaşmasına izin vermeyen bir çoban köpeği. Peki, kötü kral nedir? Kurdun ta kendisi.” More’un, kraldan kastettiği devlettir ve devletin amacının bireysel güvenlik olduğunu, temel haklar olmaksızın devletin olamayacağını açıkça ortaya koymaktadır. Bunu 400 yıl önce söylerken kendisi düşüncelerinden dolayı, inandığı değerlerden vazgeçmemiş ve ölümü göze almıştır. Bu örneği neden verdim? Çünkü: Bizler “Asrın İftirası Balyoz Davası”nda, her şeyi göze alarak her çeşit zorbalığa karşı vicdani özgürlüğünü korumuş, devletin asli amacını içselleştirmiş gerçek hâkimlerin de var olduğuna ve o hâkimlerden birinin, bizlerin yaşadığı bu hukuksuzluğu fark ederek bunu durdurma iradesine tanık olduk. O hâkim, Balyoz davasının görüleceği 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin o dönemde başkanı olan ve duruşmaların başladığı 16 Aralık 2010 tarihinden iki gün önce görevden alınan hâkim Zafer Başkurt’tur. Başkurt, Baransu’nun savcılığa teslim ettiği CD’lerin gerçekliğinin savcılıkça alınan bilirkişi raporları ile şüpheli olduğunu tespit etmiş olacak ki, mahkeme olarak 1 Ekim 2010 tarihinde duruşmaların başlamasından 2.5 ay önce bir bilirkişi incelemesi yaptırılması konusunda karar aldırmak istemiş, ancak üye hâkimlerin aksi görüşte olmaları nedeniyle bu karar alınamamıştır. Sayın Başkurt, başkanı olduğu mahkemeden bilirkişi incelemesi kararı çıkaramayınca, vicdanının sesini dinleyerek ve kanunen yetkisi olmadığı halde risk alarak, kendi imzası ile 11 Kasım 2010 tarihinde, İstanbul ili Adli Yargı Adalet Komisyonu’nun bilirkişi listesinde bulunan bilirkişi M.K’yi bilirkişi olarak atamış ve tartışmalı CD’lerin ilk kopyasını (imajını) kendisine teslim etmiştir. Tartışmalı CD’lerin daha önce alınmış ikinci imajları ile ilk imajları arasında tutarsızlık olduğunu bilen Sayın Başkurt, 12 Kasım 2010’de “Adli Emanet”e talimat yazarak bu imajın olduğu harddiskin bilirkişiye verilmek üzere kendisine gönderilmesini istemiştir. “Adli Emanet” ile aynı binada olmasına rağmen tam 9 gün sonra alabildiği bu imajı da 25 Kasım 2010 tarihinde bilirkişi M.K’ye teslim etmiştir. Ancak 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin diğer üye hâkimlerinin mahkeme başkanının bu girişiminden haberdar olmasıyla birlikte bilirkişi M.K’nin görevi durdurulmuş ve aldığı imajlar geri istenmiştir. Bilirkişi M.K, mahkemeye 29 Kasım 2010 tarihinde imajları geri verirken bir sayfalık bir bilirkişi raporunun dava dosyasına girmesini sağlamıştır. Bilirkişi M.K, bahse konu CD’lerde ciddi çelişkiler görmüş olmalı ki, raporda “bu imajların incelenmesinin mahkemenizce takdir edilecek uzman bilirkişiler kurulu tarafından değerlendirilmesinin sağlanmasının uygun olacağını” diyerek açıkça belirtmiştir. Peki, sonrasında ne oldu dersiniz? Bir hafta sonra 6 Aralık 2010’da, o dönemde 13. Ağır Ceza Mahkemesi üye hâkimi olan Ömer Diken, isimsiz bir ihbar epostasına dayanarak Donanma Komutanlığı’nda arama yapılmasına karar verdi. Belki de davanın seyrini değiştirecek bir inisiyatif kullanan, vicdanının sesini dinleyen sayın Başkurt, duruşmaların başlayacağı 16 Aralık 2010’da 2 gün önce mahkeme başkanlığı görevinden alındı ve 6 Aralık 2010 tarihli arama kararı yanında soruşturma aşamasında şüpheliler hakkında hukuka aykırı tutuklama kararı veren Diken, mahkeme başkanı olarak görevlendirildi. Şimdi tam bu noktada, gerçeklerin peşinde olan herkesin şu soruları sorması gerektiğini düşünüyorum. 1. O dönemde mahkeme başkanı olan Başkurt’u, bir bilirkişi incelemesi yapılması gerektiği sonucuna götüren ve başkanı olduğu mahkemeden bu yönde karar almaya sevk eden nedir? 2. Sayın Başkurt, başkanı olduğu mahkemenin üye hâkimlerini bu konuda ikna edemeyince, risk alarak kendi başına bir bilirkişi arama yoluna neden gitmiştir? 3. Başkurt, aynı binada olan “adli emanet”ten istediği harddiski “ivedi” olarak neden talep etmiştir? 4. Bu harddisk “ivedi” olarak istenmesine rağmen, neden 9 gün sonra kendisine gönderilmiştir? 5. 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin üye hâkimleri, mahkeme başkanı olan Başkurt’un bu girişimini neden engellemişlerdir? 6. Bu CD’lerin İstanbul ili Adli Adalet Komisyonu listesinde kayıtlı bir bilirkişi tarafından incelenmesini, üye hâkimler neden sakıncalı görmüştür? 7. Bilirkişi M.K’nin bir sayfalıkraporundaki çarpıcı ifadelere itibar edilmeyip neden göz ardı edilmiştir? 8. M.K’nin raporundan bir hafta sonra, isimsiz bir epostaya dayanarak Donanma Komutanlığı’nda arama yapılmasına karar veren hâkimin, duruşmaların başlamasından 2 gün önce sayın Başkurt’un yerine 10. AĞIR Ceza Mahkemesi Başkanı olması tesadüf müdür? 9. Usul kurallarına aykırı olduğu gerekçesiyle M.K’nin bilirkişi raporunu dikkate almayan Diken ve heyeti, CMK’nin bilirkişilik ile ilgili tüm amir hükümleri çiğnenerek alınan TÜBİTAK raporunda imzası bulunan kişilere, raporun verilmesinden 15 ay sonra duruşma dışında (yetkisi olmadığı halde) yemin ettirmesi hukuken nasıl izah edilebilir? 10. Sayın Başkurt’un vicdanının sesini dinleyerek yaptığı bu girişimden 2 hafta sonra görevden alınması nasıl açıklanabilir? Bu soruların cevabının ne olduğunu, hukukun üstünlüğüne inanan herkes zaten biliyor. Başkurt da daha duruşmalar başlamadan önce, bu davanın dayandırıldığı CD’lerdeki şüpheleri tespit etmişti ve mesleğinin gereğini yapmayı, yani her şeyi göz alarak vicdani özgürlüğünü koruma yoluna gitmiştir. Bir’den Bitlis ifadesi ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) 28 Şubat soruşturması kapsamında tutuklu bulunan emekli Orgeneral Çevik Bir, eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis’in şüpheli ölümüne ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında “tanık” sıfatıyla ifade verdi. Bir, gazetecilerin 28 Şubat soruşturmasında serbest bırakılan eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın ifadesine ilişkin sorularına yanıt vermedi. Sincan Cezaevi’nden jandarma eşliğinde Ankara Adliyesi’ne getirilen Bir, soruşturmayı yürüten TMK’nin 10. maddesi ile görevli cumhuriyet savcısı Hüseyin Şahin’e ifade verdi. İfade işlemi sırasında Bir’e avukatı Abdullah Atila Bingöl de eşlik etti. Bir, yaklaşık 1 saat süren ifade işleminin ardından Sincan Cezaevi’ne götürüldü. Çevik Bir, adliye çıkışında, basın mensuplarının sorularını yanıtlamadı. Bir, “Karadayı, BÇG belgelerinden haberinin olmadığını söyledi, bu konuda ne diyorsunuz” sorusuna ise “İyi günler” demekle yetindi. Bir, adliyeye getirilişi sırasında kendisini bekleyen adliye muhabirlerine gülümseyerek, “Sizi istihbaratçı yapmalı, nereden bilgi aldınız benim buraya geleceğimi?” dedi. Çevik Bir’in, ifadede “Bitlis’in ölümüne ilişkin hiçbir bilgisinin olmadığını” söylediği öğrenildi. Bir’in avukatı Bingöl, yaptığı açıklamada, müvekkilinin, Bitlis’in öldüğü dönem Genelkurmay karargâhında görevli olduğu için savcılıkça bilgisine başvurulduğunu belirtti. Bingöl, müvekkilinin, soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı Hüseyin Şahin’e, “Bitlis’in ölümüne ilişkin hiçbir bilgim yok. Ben, o dönemde Genelkurmay karargâhında değildim, geçici olarak Somali’de görevlendirilmiştim” dediğini ifade etti. Eşref Bitlis’in 1993’te uçağının düşmesi sonucu ölümüne ilişkin soruşturmada zamanaşımı yaklaşık 1.5 ay sonra doluyor. ‘Bir an önce karar verilsin’ LIBREVILLE (AA) Balyoz davasında gerekçeli kararın yayımlanmasını değerlendiren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Temenni ediyorum ki bir an önce nihai kararı versinler” dedi. Erdoğan, Gabon’daki temasları kapsamında Başbakan Raimond Ndong Sima ile görüşen Erdoğan gazetecilerin gündeme ilişkin sorularını yanıtlaydı. Erdoğan, şunları söyledi: “Ben gerekçeli kararın bütününü görmeden bir değerlendirme yapmam yanlış olur. Kaldı ki konuyla ilgili olarak yargı kendi kararını verecektir, henüz ne kadar verdiğini de bilmiyorum. Daha önce bu konularla ilgili bazı açıklamalarım da var. Temenni ediyorum ki bir an önce nihai kararı versinler.” Genelkurmay teyidi yok Sanık avukatları, “İmzasız dijital dokümanlara dayanarak hazırlanan gerekçe hâkimlerin tarafsızlığına gölge düşürdü. Karar kamu vicdanını tatmin etmedi” dedi İstanbul Haber Servisi Balyoz davası sanık avukatlarından Hüseyin Ersöz, mahkemenin görevinin “maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasını” sağlamak olduğunu belirterek “İmzasız dijital dokümanlara dayanarak gerekçeli karar kaleme almak hâkimlerin tarafsızlığına gölge düşüren bir durumdur” dedi. Avukat Celal Ülgen, kararın basında bulunduğunu ancak kendilerine verilmediğini ifade ederek “Bir psikolojik savaş yapılıyor” değerlendirmesinde bulundu. Mahkemenin açıkladığı gerekçeli kararın, kamu vicdanını tatmin etmekten çok uzak olduğu vurgulandı. “Gerekçeli kararı”a yönelik ilk değerlendirmelerini yapan sanık avukakları Ersöz ve Ülgen, Balyoz Harekât Planı’nda askeri yazım kurallarına uyulmamasının şüphe doğurucu bir etken olarak kabul edilmesi ve sanıklar lehine yorumlanması gerektiğini vurguladılar. Avukatların değerlendirmeleri şöyle: Yasadışı bir oluşumda ‘Askeri yazım kurallarına uyulması beklenemez’ şeklindeki yaklaşım tamamıyla hatalı. Eğer iddia bir darbe planının hazırlanması ise o takdirde diğer örneklerine de bakmak gerekecektir. 12 Eylül 1980 darbesine dayanak kabul edilen Bayrak Harekât Planı askeri yazım kurallarına göre kaleme alınmıştır. Bu noktada Balyoz Harekât Planı’nda askeri yazım kurallarına uyulmaması, şüphe doğurucu bir etken olarak kabul edilmeli ve sanıklar lehine yorumlanmalıdır. Tarih çelişkileri ve diğer teknik çelişkiler birlikte ele alındığında, iddialara dayanak dijital dokümanların asker kişiler tarafından hazırlanmadığı sonucuna ulaşılmaktadır ki bu savunma makamının tezlerini güçlendiren bir husustur. Mahkemenin görevi ‘maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasını’ sağlamaktır. Bu çerçevede dijital dokümanların sahteliği iddiaları karşısında, eğer dosyada çelişkili bilirkişi raporları bulunmakta ise yeni bir bilirkişi incelemesinin yapılması Yargıtay kararları çerçevesinde zorunludur. du Komutanlığı Bilirkişi Raporu’nda iddialara dayanak plan ve eklerinin TSK’ye ait bilgisayarlarda oluşturulmadığı ve ‘gerçek dışı’ olduğu şeklinde değerlendirmeler bulunmaktadır. Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’ın bir soru önergesine verdiği yanıtta da söz konusu dokümanların TSK bilgisayarlarında oluşturulmadığına ilişkin bilgiler verilmiştir. Gerekçeli kararda, darbenin Çetin Doğan’ın sağlık durumu ve sağlık sorunudur. Ancak mahkeme bu konuyla ilgili olarak da hiçbir araştırma yapmamış, o dönemdeki sağlık problemlerinin ciddiyetini araştırmaksızın gerekçeli kararına yazmıştır. Bu durum, mahkemenin darbenin neden teşebbüs aşamasında kaldığını açıklamak noktasında Doğan’ın sağlık sorunlarına atıf yapmak durumunda kaldığını göstermektedir. Gerekçeli kararda bugüne kadar konuşulmamış, tartışılmamış, gündeme gelmemiş bir nedeni bir gerekçeyi Çetin Doğan kalp ameliyatı oldu. Bu nedenle darbe gerçekleşmedi demek bu kararı gerekçeli karar olmaktan çıkarır. İsnatlara dayanak 11, 16 ve 17 No’lu CD’ler içinde yer alan bilgilerin ‘güncellendiği’ hususunda gerekçeli kararda yazan husus ise hiçbir ‘bilimsel gerçeğe’ dayanmamaktadır. Zira dosya içerisinde yer alan TÜBİTAK ve Emniyet bilirkişi raporlarında son kayıt tarihi 2003 yılı olarak tespit edilmiştir. CD’ler içinde kayıtlı dokümanların güncellenmesi ise teknik olarak mümkün değildir. Bunun yanında bazı dokümanlar içerisindeki bilgiler güncellenirken kişilerin rütbeleri ile görev yerlerinin 2003 yılı olarak bırakılması da mantıklı değildir. Mahkemenin bu hususu görmezden gelmesi hâkimlerin teknik hususlardaki bilgi eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Gerekçeli karara yazılan diğer hususların tamamı iddianameden yapılmış olan alıntılardan ibarettir. Bu gerekçelerin delillerin sahteliği iddiası karşısında yeterli ve doyurucu olmadığı açıktır. PSİKOLOJİK SAVAŞ Balyoz davasında gerekçeli karardan bazı başlıklar basına sızdırılırken, davanın gerekçeli kararını isteyen avukatlara ‘34 gün sonra verileceği’ belirtildi. Böyle bir şey olur mu? Bazı satırbaşları basında dönüyor. Bir psikolojik savaş yapılıyor. Celal Ülgen Hüseyin Ersöz ‘İmzasız’ dijital dokümanlara dayanarak gerekçeli karar kaleme almak hâkimlerin tarafsızlığına gölge düşüren bir durumdur. Gerekçeli kararda, Genelkurmay Başkanlığı’nın dokümanların gerçekliğini teyit ettiği şeklinde bir bilgi yer almaktadır. Bu tespitin hangi belgeye dayandığını anlaşılmamıştır. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı Bilirkişi Raporu’nda, Hava Kuvvetleri Askeri Savcılığı Bilirkişi Raporu’nda, Donanma Komutanlığı Askeri Savcılığı Bilirkişi Raporu’nda ve Birinci Or emekli olması nedeniyle hayata geçirilmediği tespiti yapılmıştır. Bu değerlendirme ‘çaresizlikle’ kaleme alınmış görünmektedir. İddianamede darbeyi Aytaç Yalman’ın önlediği iddia olnmuştur. Oysaki mahkeme bu kişiyi tanık olarak dinlemediğinden bu hususa gerekçesinde yer vermemiştir. Bunun yerine konuyu Doğan merkezli olarak ele almıştır. Ancak Doğan’ın emekli olacağı 2002 senesinden bellidir. Çünkü Çetin Doğan’ın önünde kendisinden daha kıdemli generaller bulunmaktadır. Diğer bir konu ise Doğan’ın Fotoğraf: NECATİ SAVAŞ