19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 8 OCAK 2013 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Türkiye Cumhuriyeti Devleti Niçin Alevileri ‘Yok Saymakta’ Israrlıdır? Alevilik demek sadece Ali’yi sevmek anlamına gelmemektedir. Kimileri tarafından hangi kategoriye sokulmaya çalışılırsa çalışılsın ya da mezhep olup olmadığı konusunda birtakım fetvalar verilsin, Alevilik ayrı bir inanç sistemidir. Bu inancın hiçbir makam, mevki ya da kişilerce “kesinlikle yorumlanamayacağı, tartışılamayacağı ya da kategorize edilemeyeceği” açıktır. Prof. Dr. Sebati ÖZDEMİR İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi T ürkiye Cumhuriyeti Devleti, bugünün ve dahi Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana hükümet eden tüm Cumhuriyet hükümetleri, Alevileri hâlâ yok saymakta; “Mesele Ali’yi sevmekse biz de Aleviyiz” ki ilgisi yoktur yalanını “servis” etmekte ve bunda da çok ısrarlı görünmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 412 Eylül 1919 tarihlerinde toplanan Sivas Kongresi’nin sonuç bildirgesiyle oluştu rulan Heyeti Temsiliye’yle çekirdeğini oluşturmuş; 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan Meclis’te, “en yaşlı üye ve başkan sıfatıyla” Sinop Milletvekili Şerif Bey’in açılış konuşmasındaki “Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum” ifadesiyle vücut bulmuş; yine bu Meclis’in Ankara Hükümeti sıfatıyla yürüttüğü Kurtuluş Savaşı’nı ve Anadolu Devrimi ’ni gerçekleştirmiş ve ardından 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in İlanı’yla da adını koymuş bir devlettir. Bugün 7 Kasım 1982 tarih ve 2709 sayılı kanunla yürürlükte olan Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın “kanun önünde eşitlik” başlığı altındaki 10. maddesi, “herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşün ce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” demekte; “din ve vicdan hürriyeti” başlıklı 24. maddesi ise “herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14’üncü madde (temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılamaması başlıklı madde kastediliyor) hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir. Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dina inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suç lanamaz” demektedir. Yani anayasa, vatandaşlarına dini kanaatleri ya da ibadetlerinin şekli konusunda herhangi bir “vaaz” vermemekte, vatandaşlarının ibadetlerini nasıl ve nerede yapacakları konusunda tamamen özgür bırakmaktadır. Diğer yandan kurulmuş bugün yürürlükteki anayasanın 136. maddesinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe Anayasaya aykırı dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir” amir hükmü ifade edilmiştir. Ancak kuruluşundan bu yana bu başkanlık, SünniHanefi mezhebinin temsilcisi ve aktif savunucusu konumunu sürdüregelmekte; Aleviliği yok saymakta ve Alevilerin kendi ibadet yerleri ve ibadetlerini nasıl yerine getirecekleri konusunda “anayasaya” aykırı hareket etmektedir. Çünkü belirttiğimiz üzere, bu kurum nezdinde Aleviler yok sayılmakta, bu inanca sahip olan ya da kendisini Alevi olarak tanımlayanlar, sadece Hz. Ali’yi sevenler olarak zikredilmektedir ki, bu da kocaman bir “yalan”dır. Ancak şu unutulmamalıdır: Gerekçesi ne olursa olsun, yıllardır bu topraklarda kendisini Alevi olarak tanımlayan insanlar vardır ve olmaya devam edeceklerdir ki, bunun reddi, Diyanet’in yetkisini aşması; yani anayasayı ihlal anlamını taşıyacaktır. Çünkü makam ya da mevkii ne olursa olsun kimse anayasaya aykırı hareket ya da telkinde bulunamaz. Bugünlerde Tunceli Milletvekili Sayın Hüseyin Aygün TBMM’ye cemevi istedi diye yine gündeme geldi. Ancak basında “Sayın Aygün acaba Alevi ritüellerini ne kadar icra ediyor” mealinde ifadelerin yer aldığını; yani “Aygün’ün cemevi derdinde olmadığı, bunu bölgesine Alevilere bir mesajı olduğu ya da politik bir davranış olduğu” şeklinde yorumlandığını gözlemliyoruz. Ancak biz, bu düşüncelere sahip olanların herhalde “makbul olan” Hanefi mezhebine mensup olduklarını düşünerek beş vakit namaz kıldığı ya da malının ne kadarını zekât olarak verdiği konusunda, yani kendi inanç sistemlerince İslamın şartlarını ne kadar yerine getirdiği konusunda bilgi sahibi olamıyoruz. (Zaten böyle bir arayışımız ya da derdimiz de yoktur.) tarzı hakkında fetva veremez. Keza bu konuda devletin resmi din kurumu konumundaki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da böyle bir yetkisi, hatta “haddi” bulunmamaktadır. Bademgiller... Hoca efendiye dayanarak “Oval cisimlere öyle durup uzun uzun bakmak iyi değildir” demiştik size... Nitekim “Şeker Portakalı” eserini “gayri ahlaki” buldular... Bence “portakal”dan dolayı... H Bu durumda yasaklanması gereken eserler: “Balonumu kim patlattı?..” “Karpuzun ortası...” “Kabak çiçeği...” “Şeftaliler...” “Tepelerin arası...” H Ki nü resim sergisinin açılışı biter bitmez tabloları indirip ters yüz kapatmalarında da “portakallar” etkili oldu... Çifter çifter... İyi ki sergi sırasında nü tablolara bakanları dövüp “Al sana meme” diye tabloları kafalarına geçirmediler... Adam Meclis kürsüsünden giyinik olanına “utanıp” da bakamıyor... H Sıra gelmişti Yunus Emre’nin yasaklanmasına... Yunus’un bu ilk yasaklanışı değil... Birincisi, Muhteşem Yüzyıl’da, Pargalı İbrahim Paşa “Yunus’un şiirlerini nasıl bulursunuz kadı efendi?” diye sorunca Ebussuud Efendi “Onun şiirleri küfürdür” dedi... Aradan altı asır geçti... Geçen hafta yeniden yasaklandı Yunus: “Cennet cennet dedikleri Birkaç köşkle, birkaç huri İsteyene ver sen onu Bana seni gerek seni...” H (Allah sevgisi bu kadar mı güzel anlatılır?..) H İşte tam bu sırada vali... Gaipten “ilahi işaret aldığını” açıkladı... Normalde valiler Ankara ile yazışıp görüş, emir, talimat, her neyse, başkentten almazlar mı?.. Buna yukarıdan geldi... Rüyasında “Nur sempozyumu yap” demiş yukarısı... O da yaptı... H Bademgiller her yerdeler... Milli eğitimde, vilayette, belediyede, hastanede, tapuda, nüfusta, karakolda, bakanlıklarda, üniversitede, bürokraside, tiyatroda, müracaatta, evrakta, masada, koltukta, kapıda, girişte, çıkışta... Sinsi sinsi görevlerini yapıyorlar... Usul usul değiştirmeye çalışıyorlar yaşamı... Toplum, kamu eliyle “dinci yapıya” dönüştürülüyor, sizler televizyonların karşısına oturmuş büyük meselelere dalmışken... H Milletin tercihidir, ne yapacaksınız?.. Bademgillerin peşinde Türkiye uçtu uçtu... Yok uçmadı... levilere ‘ayar’dan vazgeçilmeli Bu görüşlerimizden olmak üzere, gerek resmi kurumlarımızın gerekse kendisini “din” adına konuşmayı görev addeden kişi ya da kurumların “Aleviler ve Alevilik” üzerine “fetvayorumdin öğretme” tavırlarının sona ermesini ve Alevilere “ayar” verilmesi konusundaki “hırslarından” vazgeçmelerini diliyoruz. Unutulmasın ki bugünün Katolik dünyasının Papa ’sı, vizesiz Ortodoks Rusya’ya girememektedir. Keza yine unutulmasın ki, Hıristiyanlığın bir mezhebi olan Protestanlığın kurucusu Martin Luther, hâlâ Katolik kilisesinin aforozu altındadır. Bu düşüncelerle yine ifade etmek istiyoruz. Alevilik demek sadece Ali’yi sevmek anlamına gelmemektedir. Kimileri tarafından hangi kategoriye sokulmaya çalışılırsa çalışılsın ya da mezhep olup olmadığı konusunda birtakım fetvalar verilsin, Alevilik ayrı bir inanç sistemidir. Bu inancın hiçbir makam, mevki ya da kişilerce “kesinlikle yorumlanamayacağı, tartışılamayacağı ya da kategorize edilemeyeceği” açıktır. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti niçin Alevileri hâlâ büyük bir dirençle yok saymakta ısrarlıdır; merak ediyor ve bunun yanıtını bekliyoruz. A yok Diyanet’in yetkisi Şimdi bu söylediklerimizin ışığında, kendilerini Sünni Müslüman ya da hak mezhebi olarak kabul ettikleri Hanefi, Maliki, Hambeli ve Şafi mezhebinden olanların Alevilerden ne istedikleri pek anlaşılamamaktadır. Kendilerince, “mademki Müslüman olduklarını söylüyorlar o zaman İslamın tek ibadet yeri camidir; camiye gelsinler” söylemi tamamen safsatadır. Çünkü inanca sahip olan kişinin kendisi ya da mezhebi, ibadet edeceği yerin de belirleyicisidir; başka inançtan (mezhepten) olanların diğer bir mezhebin ibadet tarzını ve yerini belirleme hakkı yoktur ve bunu kendinde bir hak olarak göremez. “Ulemaya soralım” lafı da kocaman bir yalandır; çünkü başka bir mezhebin uleması, diğer bir mezhebin inanç ya da ibadet Ucubenin Yıkımının İkinci Yıldönümünde Kültürümüz Türkiye’nin mevcut gelişmişlik düzeyinde, kültürün kamu sorumluluğu dışına itilmesi kültür hakkının gaspından başka anlam taşımaz. Hükümet tüm icraatında bu hususu dikkate almalıdır, aksi halde kültürsüzleştirmeye itiraz ve itaatsizlik hakkımızın doğacağı tabiidir. Raziye KARABEY Araştırmacı rel, ekonomik ve politik hegomonyalara da direnemeyecektir. l Kültürün toplumdaki rolü nedir ve kültürde kamunun sorumluluğu nedir konusunda Türkiye şeffaf değildir. Bunun cevabını, kültür ürünlerinin diğer ürünlerle aynı muameleye tabi tutulup tutulmayacağı belirler. Kültürel üretim herhangi bir mal gibi değeri pazarda belirlenecek meta mıdır, yoksa kamu otoritesince korunup kollanacak ulusal ve evrensel değerler seti midir? Bu konu dünya çapında çok tartışılmış ve şu sonuca varılmıştır: Kültür kamu alanı ve sorumluluğudur. Zira kültür, din dahil birçok faktörden daha üst düzey bir sosyal dayanışma ve birliktelik unsurudur. Ücrete tabi ve sponsorluğu cazip faaliyetlerden olmadığı için büyük ölçüde kamu finansmanına bağlıdır. Ancak, şu noktanın anlaşılmasında yarar vardır; kültür finansmanının amacı kültüre fon sağlamak değil, kültürü pazar ekonomisinden korumaktır. Öyle ki birçok ülke kültürün otonom pozisyonunu koruyucu tedbirleri muhafaza etmekte, diğerleri de görece yakın zamanlarda bu tedbirleri almış bulunmaktadır. Zira piyasa kriteri kitlesel beğeninin ölçütüdür, ticari sanat içindir. Eğer estetik kriter tercih ediliyorsa piyasa güçlerinin kırbacından sanatı korumak gerekir. Kültür ve sanat fizibilite, kârzarar, sürdürülebilirlik kaygılarından azadedir. Sanat ürünlerinin piyasada sağladığı ticari gelirler ihmal edilebilir düzeydedir, sponsorluk ise en az tercih edilen finansman modelidir. Dolayısıyla hükümet insani gelişimin kültürel boyutunu görmezden gelmeyi bir an önce bırakmalı ve kültürün kamusal alandaki sağlam ve haklı rolünün altını oymaktan vazgeçmelidir. l Yaklaşık iki yüzyıldır Avrupa kültürünün büyük bir kısmı sıkı bir kurumsal matriks içinde gelişmiştir. Öyle ki bazı kültürel kuruluşlar artık bir tür kurumsal yorgunluktan ve hatta kıskaçtan mustariptir. Oysa Türkiye’de kültürün sorunu Öneriler B ugün Başbakan’ın Kars’taki İnsanlık Anıtı’nı estetik bulmadığı ve “gereken yapılsın” talimatını verdiği günün ikinci yıldönümü. 8 Ocak 2011, ülkedeki 43 güzel sanatlar fakültesinin ve sanatçıların oluşturduğu sanat kriterleri yerine, Başbakan’ın sanat ölçütlerinin ikame edildiği tarihtir. Ucube heykelle sarı öküz verilmiştir, sanatın mührü artık Başbakan’a geçmiştir. 8 Ocak 2011’den itibaren Türkiye’de sanatın varlığından bahsetmek abestir ve sanat adına yapılan her eylem, ortaya konan her yapıt, ağızdan çıkan her replik, Başbakan’ın bir sözüne kadar varlığı devam edebilecek, nereye gideceğini bilemeden gayesiz ortada dolaşan, titrek ve solgun ruhlardır artık. Bir fetvalık canları vardır sadece. “Yıkıla” emrinin ne zaman başlarına ineceğini bekleyen pusmuş, sinmiş, şaşkın ve korkak ruhlar korosundan ibarettir artık sanat ve sanatçı 8 Ocak 2011’den itibaren. Oysa sanat ve kültür emredilen ya da yönlendirilen değildir, huzursuzdur ve muhaliftir. Sanatsal üretim, insan ifadesinin, meramının en gelişmiş, en yetkin, en üst düzey formudur. Diğer bir deyişle, Başbakan’ın ne alanıdır, ne haddidir. Türkiye Başbakanı “yıkıla” emriyle haddini aşmıştır ve bu haksız emre ses çıkarmayan güzel sanatlar okulları varlık nedenlerini yitirmiştir, yetkililer ise görevlerini kötüye kullanmıştır. Evrensel tanımıyla sanat ve kültür hükümetin ajandasıyla uyuşmuyor, çünkü hükümet dindar, kindar ve itaatkâr nesil yetiştirmeyi amaçladığını belirtmektedir ve insani geliştirme aracı olarak dini kullanmayı tercih etmektedir. Doğal olarak da Türkiye bir kültür devleti değildir. AB27, EFTA ve AB aday ülkelerle Türkiye’nin bir karşılaştırması, bu alandaki hali pürmelalimizi ortaya koymaya yetiyor. Hane halkı harcamasında kültürün konumu: AB27 ülkelerinde ev halkının toplam yıllık harcamasında kültürün payı ortalama yüzde 4 civarı ve sinema, tiyatro ve konser payı binde 27 iken; Türk halkı harcamasının sadece yüzde 1.7’sini kültüre ve on binde 6’sını sinema, tiyatro ve konsere ayırabiliyor, 31 ülke arasında sonuncu sırada yer alıyor. Hane halkı kültür harcaması miktarı sıralamasında da Türkiye 180 SGS (satınalma gücü standardı) ile hem 31 ülke arasında hem de hane halkının 912.000 SGS arasında harcama yaptığı kendi gelir grubundaki dokuz ülke arasında en son sırada yer alıyor. Sinema, konser ve tiyatro harcaması açısından ise daha içler acısı durumda, sadece 6 SGS harcıyor ve yine sonuncu sırada. Kültürel istihdam: Harcama dışındaki diğer kriterlere bakıldığında da konumumuz değişmiyor. 2009 yılında kültürel istihdam toplam istihdamın AB27’de ortalama yüzde 1.7’sine tekabül ederken, en düşük pay 32 ülke arasında binde 4 ile Türkiye’ye ait. Örneğin 81 milyon nüfusa sahip Almanya’daki kültürel istihdam 847 bin iken 75 milyon nüfuslu Türkiye’de bu sayı 81 bin, sadece güzel sanatlar ve sahne sanatlarını bağlamında ise sadece 22 bindir. Kültür öğrencisi sayısı: AB27’de kültür alanında eğitim gören üniversite öğrencilerinin toplam üniversite öğrencilerine oranı yüzde 3.8 iken, Türkiye yüzde 1.4 ile 34 ülke arasında sondan üçüncüdür. Kültürün bütçedeki durumu: Uluslararası karşılaştırmalarda görüldüğü gibi nal toplayan Türk kültürü, yurtiçinde de aynı kaderi paylaşıyor. 20002010 döneminde, genel bütçede diğer bakanlık ve kuruluşların payları artarken kültürün payı binde 2 düzeyinde sabit kalmıştır. Hatta 2012 ödenek rakamları düşüşe işaret etmektedir. Örneğin 2000 yılında, İçişleri Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı yaklaşık benzer miktarlarda ödenek harcamışken, İçişleri’nin toplam bütçedeki payı 2012 yılında binde 5 ile yerinde saymış, Diyanet’in payı ise yüzde 1.13’e yükselmiştir. Bazı kuruluşlar için 2000 ve 2010 fiili harcamaları ile 2012 ödenekleri sırasıyla şöyledir: Kültür: Yüzde 0.29 – yüzde 0.29 – yüzde 0. 22. Diyanet: Yüzde 0.58 – yüzde 1.11 – yüzde 1.13. Sanayi: Yüzde 0.14 – yüzde 0.19 – yüzde 0.65. İçişleri: Yüzde 0.48 – yüzde 1.13 – yüzde 0.75. Çevre: Yüzde 0.05 – yüzde 0.50 – yüzde 0.27. Keza, Kültür’ün ve Diyanet’in bütçedeki payı 2000 yılında sırasıyla yüzde 0.29 ve yüzde 0.58 iken, 2012’de sırasıyla yüzde 0.22 ve yüzde 1.13 olmuştur. Görüldüğü gibi, Diyanet İşleri harcaması miktar olarak da pay olarak da önlenemez yükselişe geçmişken, insani gelişimin iki unsurundan kültür ise yerinde sayıyor. Türkiye’nin çağdaş medeniyetler dünyasında kabul görmesi ve AB üyeliği bir kültür meselesidir, bazılarınca iddia edildiği gibi din meselesi değil. Önce Maastricht Anlaşması 128. maddede, daha sonra Amsterdam Anlaşması 151. maddede Avrupa’nın nihai tahlilde bir kültür projesi olduğu belirtilmiştir. Türkiye ise iç ve dış politikalarında tam tersini yapıyor, ekonomik büyümeyi yeterli koşul görüyor, bunu dini kullanarak destekliyor, kültürü ise baskılıyor. Oysa ortak değerler ve kültürler arası diyalog becerisi yoksunu bir Türkiye, Avrupa kültür projesine herhangi bir katkı veremeyeceği gibi, kültü altyapı yokluğu ve kurumsal yetersizliktir. Diğer bir deyişle, Başbakan’ın “özelleştirile” emriyle aculca başlatılan taslak düzenlemelerin kapsadığı seçeneklerden proje başına finansman modeli tek başına Türkiye için yeterli değildir. Bu olsa olsa kurumsal fonlamaya ek nitelikte bir finansman kaynağı olabilir. Çünkü cari harcamalarla program ve proje harcamaları arasındaki oran sıkı sıkıya ülkenin gelir düzeyiyle bağlantılıdır. Kişi başı gelir düzeyi ne kadar düşükse cari harcamalar (maaş ve işletme sermayesi) o kadar ağırlıktadır. Ancak kişi başı gelir düzeyi yükseldikçe oran program ve proje finansmanı lehine değişebilir ve bu durum henüz Türkiye için geçerli değildir. Türkiye’nin mevcut ve kısaorta vadede beklenen kişi başı gelir ve kültürel harcama düzeyi, iktidarın amaçladığı kültürün özelleştirilmesi ve/veya proje finansmanı modeline uygun değildir. Yetkililer pireye kızıp yorgan yakmak yerine, halkın gelir ve harcama düzeyine uygun bir seçenek geliştirmeyi amaçlamalıdır. Bunun aksi kültür hakkının gaspıdır. Kültürün ve sanatın önemini seslendirmek ve savunmak, her dönemden daha fazla cesaret isteyen ve aynı zamanda da zorunluluk arz eden konuma gelmiştir. Kültür hakkımızın giderek artan şekilde ihlal edildiği bir dönemde, hükümete sanatın topluma ve bilimlere öncülük eden rolünün acilen hatırlatılması gerekmektedir. Devlet dini her şekilde empoze ederken, kültürü piyasanın insafına ve kurallarına terk etmek suretiyle kültüre erişim olanağını azaltıyor, hatta yok ediyor. Türkiye’nin mevcut gelişmişlik düzeyinde, kültürün kamu sorumluluğu dışına itilmesi kültür hakkının gaspından başka anlam taşımaz. Hükümet tüm icraatında bu hususu dikkate almalıdır, aksi halde kültürsüzleştirmeye itiraz ve itaatsizlik hakkımızın doğacağı tabiidir. Son söz 1 Ve doğurduğu risk Son söz 2
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle