19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 11 OCAK 2013 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER 2013’ün Başında Dış Politika Rektörlerimiz Laf Enflasyonu BÖYLE ortamlarda radyo ve televizyon muhabirleriyle spikerlerin işi zorlaşır. “Birkaç söz” rica edilen “çok önemli kişiler” zaman darlığının önemini pek bilmedikleri için onların sözlerini kesip sadede gelmelerini sağlamak kolay değildir. Şu günlerin baş sorumlusu olarak, terörün ve dolayısıyla “Kürt sorunu”nun çözümünü “İmralı görüşmeleri”ne bağlamak izlenimi veren Sayın Başbakan görünmekte. Öyle bir konu ki bu, “ağzı olan herkes konuşuyor” ve konuşan susmak bilmiyor. Oysa, her konuşanın hep istediği de şu sıra kimsenin uluorta konuşmaması. Çok duyarlı bir süreç söz konusuymuş, ama konuşulmamalıymış. eki, tam tersine çok konuşulacağı tahmin edilemez miydi? Hele bir müebbet hükümlüsüyle bir milli istihbaratçının adları geçiyorsa. Böylesi, her zaman dünyanın her ülkesinde merak ve söylenti konusu değil midir? Bunu iyi bilmesi gereken bir politikacının bunu oraya atmış olması ilginçtir. on zamanlarda, her ülkede olduğu gibi bizde de dillerden düşmeyen “aktör” sözcüğü, durumları, olayları ve tutumları etkileyip birtakım roller oynayan kişileri ifade eden bir siyasal bilim terimi. Bunun bazı insanları, başlangıçta hiç öyle bir niyet beslemeseler de “artistik” sayılmamakla birlikte en azından etkili görünebilecek bazı tutumlara çekmediği söylenemez. Zaman zaman benzer belirtilere R. T. Erdoğan’da da rastlanabiliyor. O bakımdan, aslında bir süre daha gizli tutulabilecek bir sürecin erken açıklanması herhalde pek iyi hesaplanmamış bir adımdır. Böyle olunca, sürecin bundan sonra esrar perdesine büründürülmesi, yarar yerine zarar getirebilir ve Paris’teki “üç hanım cinayeti”nin devamı biçiminde olaylara yol açabilir. halde, İrlanda ve İspanya gibi ülkelerin deneyimlerinden medet umarak o örnekleri taklide yeltenmeden, düpedüz sağduyunun, aklın ve ulusal hukukun meşruluğuna başvurmak gerekmez mi? Kaldı ki, burası bir darbeden doğmakla birlikte sonradan hayli demokratikleştirilmiş bir anayasası ve güçlüklere karşın işleyen parlamentosu olan bir ülke. Böyle bir yerde gizemli Hollywood filmleri çevirmeye gerek var mı? Stratejik Derinlik kitabının yazarı Sayın Dışişleri Bakanı Davutoğlu, 2013 yılında sağduyulu (aklıselim) olarak Türkiye’nin Ortadoğu politikasını bir kez daha gözden geçirmelidir. Türkiye’nin ulusal çıkarlara dayalı, tahrik edici unsurlardan uzak yeni bir politikaya gereksinmesi var... Alev COŞKUN D P S O avutoğlu ile başlayan AKP’nin yeni Türk dış politikasının temeli “komşularla sıfır sorun” ilkesiydi. 2012 yılında bu politika delik deşik oldu. Türkiye, güney sınırımızdaki tüm komşularıyla; İran, merkezi Irak ve Suriye ile sorunlu duruma girdi. Bu çerçevede Ortadoğu konularını irdeleyelim. İran’ın elinde bulunan “Sahap3” füzelerinin menzili İsrail’e uzanabiliyor. İsrail bu durumdan rahatsız. İşte Ortadoğu’daki temel sorun burada düğümleniyor... MalatyaKürecik’te ABD tarafından kurulan füzekalkanı sistemi nedeniyle İran, Türkiye’ye karşı tepkili. Ortadoğu’da ikinci önemli konu, Suriye’dir. Bu sorun da İran’la ilişkilidir. Çünkü İran’ın Suriye ve Irak üzerinde, Şii ve Hizbullah faktörlerinden kaynaklanan bir etkisi vardır. Suriye’de Esad yönetiminin değişikliği ile aslında İran’ın bu bağı ve etkisi kırılmak isteniyor... Böylece İsrail üzerindeki tehdit unsurunun zayıflatılması hedefleniyor... Başbakan Erdoğan ve Davutoğlu, bir yandan Esad rejimine; öte yandan da Irak’ın Şii başbakanı El Maliki’ye karşı politika geliştirmesinin kökeninde İran’ın bu gücünün kırılması arzusu vardır. Konunun arka planında İran’a bağlı “Şii kuşağı”, onun Irak ve Suriye’de yarattığı siyasal ve mezhepsel etkiler vardır... Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sünni Haşimi’nin Türk hükümet tarafından korunup kollanmasının da nedeni budur. Başbakan Erdoğan, Suriye’de Libya’daki gibi kısa dönemde yönetimin devrileceğini umuyordu. Kısa sürede Esad, Suriye’den uzaklaştırılacak, onun yerine Mısır’daki gibi Müslüman Kardeşler’in öncülüğünde bir hükümet kurulacaktı. Böylece, Türkiye’nin bölgedeki etkinliği artacak, liderliği güçlenecekti... Ancak Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nde Rusya ve Çin ortak hareket ederek, Suriye’ye yapılacak müdahaleye karşı çıktılar, ta sarıyı veto ettiler. Daha sonra görüldü ki, Suriye’de oluşan muhalefet yalnızca Müslüman Kardeşler’den ibaret değildir. Muhalefet grubunun içinde “cihat yanlısı” gruplar, “El Kaide” örgütünün uzantıları, PKK yandaşı Kürt gruplar da yer alıyordu. Aslında Türk Dışişleri’nin bunu görmesi ve ona göre hareket etmesi gerekirken, Türkiye Suriye’ye karşı sert “şahin” politikasını sürdürdü. Hatta Sayın Başbakan, Birleşmiş Milletler’i bile yeniden “dizayn” etmeye, güvenlik konseyini yeniden yapılandırmaya soyunan konuşmalar yapmaya başladı. Bu konuşmalar ne yazık ki, dış yorumcuların bıyık altından gülümsemesine de neden oluyordu. Suriye, muhalefet grubu içerisinde El Kaide’nin aktif gücünün görülmesi ve Esad’dan sonra bu aşırı grupların Suriye’nin kaderine hâkim olabilecekleri ihtimali, dış güçleri temkinli hareket etmeye yönlendirdi. Ama Türk hükümeti bir kere şahinleşmişti, geriye dönüş yoktu. Başbakan’ın “Suriye bizim iç işimizdir” ve kimi bakanların “Sınırdan gireriz 3 saat sonra Şam’da oluruz” gibi söylemleri karşısında ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Patrick Ventrall, “Şu anda durumu daha fazla askerleştirmenin çıkar yol olduğunu düşünmüyoruz, Türkiye’nin militarist yaklaşımlarına karşıyız” demek zorunda kaldı. (Ağustos 2012) Başbakan bu durumu, Obama’nın seçimlerle başının dertte olmasına bağladı. Oysa Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun resmin büyük çerçevesini Başbakan’a anlatması gerekirdi... Zaten iç sıkıntılar içinde bulunan bir komşu ülkeye saldırıya geçer, oradaki iç çatışmalarda taraf olursanız, başkaları da Türkiye’nin başına “gaile açma” yoluna gider. Nitekim bu gelişmeler sürerken birdenbire Suriye kuzeyindeki Kürt grupların harekete geçtiği görüldü. Barzani de Suriye’deki bu oluşuma çağ rı yaparak onlara her türlü yardımı yapacağını söyledi. Böylece bir Kürt koridoru yaratılmak istenmesi, Türkiye’nin bu basiretsiz ve önünü görmeyen dış politikasının sonucudur. Ortadoğu’da bir satranç oynanıyor. Oyuncular bir yanda Çin ve Rusya, öte yanda ABD ve NATO... Çin ve Rusya’nın yanında İran ve Suriye; ABD’nin yanında Türkiye var... Ortadoğu olayları, işte bu çerçevede ve süper güçler ele alınarak analiz edilmelidir. Dünyanın ikinci büyük ekonomisine sahip olan Çin Ortadoğu’nun önemini biliyor ve özellikle, İran, Irak ve Suriye’de etkin... Öte yandan, Ortadoğu’daki etkinliğinin sürmesi açısından Suriye önemlidir ve Tartus limanı, Rusya’nın en önemli askeri üssüdür. Türkiye özellikle doğalgaz açısından bağımlı olduğu Rusya’nın sivil uçağını indirdi; arama yaptı, ama bu aramanın sonuçları kamuoyuna bildirildi mi? Putin en belirgin bir biçimde Suriye politikasını geçen hafta yineledi. Bakın ne diyor Putin: “Suriye politikasında değişiklik yapamayız. Tersi kariyerimin en büyük hatası olur.” (22 Aralık 2012) Putin şunları da söyledi: “Bizden farklı düşünen ülkeler Esad gitsin diyor. Ama ondan sonra ne olacak... Biz... Suriye’nin bir bütün ülke olarak korunmasından yanayız.” Bu sözlerin hemen ardından, Rusya Karadeniz ve Akdeniz’de son on yılda yapılan en büyük deniz tatbikatını başlattı. TO denetimli Patriotlar Türkiye’ye geldi. Suriye’den ürkerek, ona karşı NATO’dan yardım istemek ve Patriot füzelerinin NATO denetiminde Türkiye’ye gelip konuşlandırılması, siyasal iktidarın sınırları tam çizilememiş, kimi zaman çok ileriye, kimi zaman geriye giden Ortadoğu politikasının sonucudur... Son zamanlarda Tahran’dan Türkiye’ye karşı askeri ve sivil otoritelerden sıkça yükselen eleştiriler oluyor. Başbakan da bu türden sözlerin İran’ın politikaları değil, açıklama yapanların kişisel görüşleri olduğunu belirtiyor. Ancak İran gibi bir devlette genelkurmay başkanı ya da üst düzey bir bürokratın en üst siyasal güçlerden izin almadan böylesi çıkışlar yapması olanaksızdır. Başbakan’ın danışmanları bu hususu kendisine hatırlatmalıdırlar. Irak’ta merkezi yönetim ile Kürt özerk bölgesi arasında sürtüşmeler sürüyor. Irak merkezi hükümetine haber vermeden Erbil’e gitmek isteyen Davutoğlu’nun uçağına izin verilmedi. Türkiye bu durumlara düştü. Irak merkezi hükümeti ile sürtüşme yükseliyor. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland, bir açıklama yaptı. Nuland, “Merkezi Irak hükümetinin onayı olmadan Irak’ın herhangi bir bölgesinden petrol ihracatını desteklemiyoruz” dedi. (4 Aralık 2012) ABD kendisi yapıyor ama bize “fren” koyuyor. Kraldan fazla kralcılık yapmak hiç de iyi bir şey değil... Ancak, Irak Başbakanı Maliki, Washington Post’a aralık ayının ilk haftasında yaptığı açıklamada bu durumları tekrar ortaya koydu. Maliki, “Erdoğan tüm komşulara karşı provokatif. Bölgesel Kürt yönetimi ile gizli anlaşmaları var. Türkiye bizi bölmek istiyor” dedi. Stratejik Derinlik kitabının yazarı Sayın Dışişleri Bakanı Davutoğlu, 2013 yılında sağduyulu (aklıselim) olarak Türkiye’nin Ortadoğu politikasını bir kez daha gözden geçirmelidir. Türkiye’nin ulusal çıkarlara dayalı, tahrik edici unsurlardan uzak yeni bir politikaya gereksinmesi var... Prof. Dr. Osman İNCİ Ü İran’ın durumu Satranç oyunu BM’nin durumu ABD’nin frenleri ok kutuplu dünya Rusya ve Çin’in Ortadoğu’daki bu tutumları, Sovyetler’in yıkılışından beri 22 yıldır süregelen ABD’nin tek süper güç olma pozisyonunu sarsmış bulunuyor. Tek kutuplu dünya yerine artık çok kutuplu bir dünya söz konusudur. Aslında, böylesi bir dünya Türkiye’nin ulusal çıkarlarına daha uygundur. Erdoğan, Türkiye toprakları, NATO toprağıdır dedi ve sonunda NA Ç niversiteler inşa edilmiş akıl ve bilimdir. Rektör akıl ve bilimi temsil eder. Rektör, üniversiteyi bir süre için diğer öğretim üyeleri adına temsil eden ve onlardan bir adım önde duran profesör unvanlı bilim insanıdır. Demokratik kültürün gelişim ve yerleşimine katkı sağlamak zorundadır. Görev süresi dolunca öğretim üyeliğine döner. Esas olan bilim insanı olmaktır. Bilim insanı her şeyden önce sorumluluk sahibidir. Bizim sayın rektörlerimizden beklediğimiz öncelikle bilim insanı kimliğinin ve “Akademik kültürü” kavramının yerleşmesini sağlamalarıdır. Susan bilim, kamuoyu kimlik ve kişiliğini kaybeder. Bilim insanı gerçeklere ve bilimsel doğrulara sırtını dayayıp gerektiğinde dünyaya meydan okuyan kişi olarak tanımlanır. Rektör, temsil ettiği kurumun ağırlığını ve üstlendiği görevin bilim insanı için ne anlama geldiğini asla unutmamalıdır. Bilim kurumları kalıcı, siyasi iktidar ve partiler geçicidir. Üniversite rektörleri siyaseti yönlendirmek veya siyasetin istemlerini yerine getirmeyi önceleyemez. Ülkemiz yöneticilerinin ve siyasi erkin bilim kurumlarına nasıl baktıkları sır değil. Yarım asırdan fazladır veciz sözlerle bizlere iltifat eden çok yöneticimiz oldu. Sayın rektörler tarih bilincine sahip olmak durumundadır. Siyasi açıklamalardan kesinlikle kaçınmaları beklenir. Son ODTÜ olaylarında bazı rektörler “… Sayın Başbakanımız” hitaplı açıklama ile tamamen siyasi bir söylem kullandılar. ODTÜ olaylarında sayıları 50’ye yaklaşan rektör olayların başlangıcını ve gelişimini, sebepsonuç ilişkisini göz ardı ederek ODTÜ yönetim ve öğrencilerini suçladılar. Basın kurumlarında Başbakan’a destek olarak sunuldu, sanki bu güzide kurum kendi beyin gücü ile yapımına katkı sağladığı uyduya karşıymış anlamında yorumlar yapıldı. Bilimsel performansı ile dünyanın ilk 100 üniversitesi arasında yer alan Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ni kınadılar. Üniversite bilgi üretir, öğretir, sunar ve yayar. ODTÜ bu işlevi en iyi yapan kurumlarımızdandır. Ülkemiz de rektör olmak kolay ancak “rektörlük yapmak” zordur. Günümüz üniversitelerinde rektör olmak için siyasi iktidara yaslanmak yeterlidir. Bir üniversitede rektör adayı belirleme seçimlerinde yüzde 3 oy alan rektör olarak atandı. Rektörlük yapmak üniversite yönetmektir ve işte bu farklıdır. Bu kurumların yönetimi öncelikle “yönetim kültürü ve etiği” gerektirir. Bu kurumlar eğitim, deneyim ve birikimle, liyakatla, sonuç da “akademik kültür” ile yönetilir. Akademik kültür ise rektörün bir kişi olarak açıklama yapmasını asla öngörmez. Rektör önce bir üniversiteyi temsil ettiğini, üniversitenin ise öğretim üyesi, öğrenci ve idari personel bileşenlerinden oluştuğunu unutmamalı. Kurum adına yapılacak bu tür açıklamaların üniversite en üst organı olan “Senato” da tartışılması, bildirinin titizlikle söze adeta su verir şekilde hazırlanması esastır. Rektör üniversite kurul ve organları ile birlikte çalışmayı bilmek zorundadır. Rektör tüm tutum ve davranışlarında “rol model” işlevi üstlenir. Üniversite akademik ve idari kadrolarının, öğrencilerin ve toplumun izlediği, tutum ve davranışlarının hatta konuşmalarının dikkatle çözümlendiği bir makamı temsil ediyordur. Temsil ettiği makamın ağırlığını bilmek durumundadır. Bilim kurumları demokratik kültür içinde konuşmak durumundadır. Günün koşullarına ve rüzgârın yönüne göre savrulandan rektör olmaz. Üniversiteler tarihimizde güce tapanlar az görülmedi. Ancak bunların kalıcılıkları olmamıştır. Uçurtmanın yükselişi rüzgâra kapıldığından değil aksine rüzgâra karşı durduğundandır. Biz siyasetten arınmış olarak bilimsel gerçekleri esas almalıyız. Ancak son yıllarda “hoca çok mentör yok” durumuna gelindi. Üniversitelerimiz “akademik unvanlı memurlar” topluluğuna doğru hızla ilerliyor. Bilim insanı memur değildir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle