14 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 12 EYLÜL 2012 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Sorumsuzluğun Sorumluluğu ÇOCUK dünyaya getirmekten ölüme sebebiyet vermeye kadar her şeyin bir sorumluluğu vardır. Şöyle ya da böyle, dolaylı dolaysız, taksirli taksirsiz, ortak ya da bireysel, sayabildiğiniz kadar sayın. Ülkeyi yönetenler, böyle bir olayın her türlü sorumluluğunu belirleyip sorumlularını derece derece meydana çıkarabilmelidirler. Bu açıdan bakıldığında, cephanelik patlaması derslerle dolu. “Kaza” yahut “sabotaj” demek, sorumluluk kavramına özde hiçbir başkalık getirmiş olmuyor. Her iki durumda da şehit asker sayısının yüksekliği, sadece olayın trajikliği açısından bir derece farkı taşıyabilir. Bu fark ne olursa olsun, sorumluluğun ve sorumluların belirlenmeyişi hep en büyük sorumsuzluk olarak kalır; tepkisi ve yaptırımı da aynı ölçüde büyük olmalıdır. aşka bir deyişle, “belirleme yapılamıyor” özürüyle işin içinden sıyrılmak affedilemez. Böyle bir başarısızlık, en azından görevin siyasal sorumluluğunu taşıyanların istifasını gerektirir. Unutmayalım ki, Güney Kıbrıs’ta yaşanan benzer bir cephanelik faciası, hiç beğenmeyip çeşitli açılardan eleştirdiğimiz Rum Yönetimi’nin bile istifasıyla sonuçlanmış ve içinden çok zor çıkılabilen ağır bir siyasal bunalıma yol açmıştır. Aynı sınav AKP iktidarının da önündedir. Soruşturmayı aşırı ölçüde uzatarak zamanla olayı unutturmak ve hele faciaya yol açan durumdaki belirsizliğin sorumluluğunu “yerin ve görevin sahibi” diye askerin üzerine yıkmak asla affedilemeyecek bir kaypaklık olacaktır. Öylesi, parlamenter bir demokraside anayasa gereği ortak sorumluluk taşıyan Bakanlar Kurulu istifa etmeden kapanmış sayılamaz. unun içindir ki, olayın sürecini aydınlatmak ve ortaya çıkan sonuçtaki sorumluluğu belirlemek, rejim sorunu niteliğiyle bütün toplumun ve son yılların en kritik sorunu olma ağırlığıyla da iktidar partisinin önünde durmaktadır. Bu sınavın ciddi sayılabilmesi için bütün kesimlerin üstünkörü yorum yapmaktan, rastgele tahminlere girişmekten ve yersiz suçlamalardan uzak durması gerekiyor. Olayı askere çullanmanın yeni bir fırsatı saymak kadar büyük yanlışlık olamaz. Facianın sorumluluğunu belirleyemeyişin ve daha kötüsü, sorumluluğu belirleyip de siyasal davranış bakımından istifa gereğini yerine getirmeyişin ortak bir ulusal ayıp olarak alnımıza yazılmış olacağı asla unutulmamalıdır. Ulusal Çıkarlarımıza Ters Düşen Dış Politika ABD’nin Ortadoğu politikasında hedef, İran dahil, petrol kaynaklarının tümünü kontrol edebilmektir. ABD’nin bölgedeki eyaleti durumundaki İsrail bu kontrolü sağlarken, Türkiye’nin PKK terörüyle didişmeyi sürdürmesi öteden beri öngörülen ABD politikasıdır. Prof. Dr. Hakkı KESKİN Siyasal Bilimci art 2001’de ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney tarafından hazırlanan ve “Cheney Raporu” adı verilen araştırma, Saddam Hüseyin’i devirmeye götüren savaşın gerçek gerekçesiydi. ABD’nin enerji gereksinimini araştıran bu raporda, ülke petrol ihtiyacının 2020 yılında büyük ölçüde artacağı, bu gereksinimin karşılanmaması durumunda ABD ekonomisinin ciddi bir sarsıntıya gireceği vurgulanıyordu. Raporda, dünya petrol kaynakları değerlendiriliyor ve özellikle de Ortadoğu’da Suudi Arabistan ve Irak petrol rezervlerine geniş yer veriliyordu. Irak’ta Saddam Hüsseyin’in yerine, Batı taraftarı bir hükümetin gelmesi önemle belirtiliyordu. Bu politika, dünya petrol kaynaklarını kontrol etmeye yönelik ABD’nin askeri doktrini haline geliyordu. 20 Mart 2003’te ABD Irak’a karşı üçüncü savaşını başlatıyordu. Irak’ta kimyasal, hatta atom silahları olduğu ve bunun Batı’yı tehdit ettiği gibi yalan olduğu kanıtlanmış bir iddia, savaşın gerekçesi olarak gösteriliyordu. ABD, Irak savaşına rağmen, Irak’ın kuzeyindeki Kürt federe bölgesi hariç, ülke petrolünün tamamını denetimi altına alamamıştır. Hatta görevdeki Irak merkezi hükümeti, ABD’nin başdüşmanı Şii İran’la da artan bir yakınlaşma içerisindedir. Şimdi hedefte İran’ı da kapsayacak yeni bir atılım, yeni bir serüven bulunuyor. ABD’nin bölgede gerçekte eyaleti konumundaki İsrail için en büyük sorun olan Suriye ve İran, artık kontrol edilebilir duruma getirilmek isteniyor. Suriye’de, hiçbir inandırıcı ve haklı gerekçesi olmaksızın başlatılan iç savaş, gerçekte orta ve uzun vadede bölgedeki tüm petrol kaynaklarının kontrolünü sağlamayı amaçlamaktadır. Bunun için ABD ve İsrail kontrolünde ve güdümünde bir Kürt devletinin kurulması, SünniŞii gibi mezhepsel ve etnik çatışmalarla da bölge ülkelerinin zayıflatılarak, tamamen M kontrol edilebilir duruma gelmelerinin sağlanması planlanmış bulunmaktadır. ürkiye’ye verilen ABD adına savaşma görevi ABD ekonomisi ve kamuoyu, gerçekte başarısızlıkla sonuçlanmış Irak ve başarısızlıkla sonuçlanacağı bilinen Afganistan savaşlarının büyük yükü altında, son derece ciddi bir sarsıntı yaşamaktadır. ABD’nin bu nedenle Suriye’ye veya İran’a karşı bir sıcak savaşa girmesi, özellikle de bu yıl kasım ayında yapılacak başkanlık seçimleri nedeniyle, beklenemez. Bundan ötürü ABD, ısrarla Suriye’ye karşı sürekli olarak Türkiye’nin sırtını sıvazlamakta ve hatta son aşamada savaşa sokmaya hazırlamaktadır. Yani Türkiye, ABD ve İsrail çıkarları için, komşusu Suriye’ye karşı savaşa sokulmaya çalışılmakta ve belki de İran’la artan gerginliğin daha da tırmanmasına büyük önem verilmektedir. Türkiye’de izlenmekte olan bu dış politikayı anlamak olası değildir. 30 yılı aşkın bir süredir, ABD’nin, PKK terörüne karşı Türkiye’ye destek olmadığı gibi, uzun yıllardan beri PKK’yi desteklediği, son yıllarda da en azından PKK terörüne göz yumduğu bilinmektedir. Bu konuda Türkiye’nin yanında olduğu söylemleri ise sadece boş sözlerden ibarettir. ABD Başkanı Obama ve Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile sık sık terör konusunu da görüştüğünü belirten Başbakan Sayın Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Sayın Davutoğlu, bu görüşmelerinde ABD’den PKK’ye karşı hangi desteği alabilmişlerdir? Kuzey Irak’ta gerçek yetki ABD ve onun güdümündeki Barzani yönetiminde değil midir? Peki Obama ve Clinton’dan, Kuzey Irak’tan Türkiye’ye yıllardır yapılan PKK saldırılarının önlenmesi neden ısrarla istenmiyor? Ama ABD, ülkemiz çıkarlarının tam aksine olduğu halde, Türkiye’nin ABD’nin yanında olmasını isteyebilmektedir? Bu durum gerçek müttefiklik T B B olarak görülebilir mi? Kandil’de ve Kuzey Irak’ın Türkiye sınırına yakın yerlerinde, Barzani yönetiminin desteği ve ABD’nin hoşgörüsüyle yerleşim birimleri bulunan PKK konusunda, Türkiye yönetimi, müttefikliğin önkoşulu olarak, terörün bu bölgede sona erdirilmesini neden istemiyor? Ya da en azından bunu uluslararası hukukun bir gereği olarak Türkiye’nin yapabileceğini vurgalanıyor ve hatta niçin yapmıyor? ABD Başkanı’na, niçin “Siz Usame bin Ladin’e defalarca saldırı girişimlerinde bulunduktan sonra, hem de Pakistan’da öldürme hakkını kendinizde görüyorsunuz da, on yıllardır komşu ülke sınırlarından gelen PKK terörüne karşı Türkiye’nin gerekli operasyonlarda bulunma hakkına neden karşı çıkıyorsunuz” denmiyor? Deniyorsa bu konuda neden gerekli sonuç alınamıyor? AKP iktidarı, ABD karşısında ne yazık ki artan ölçüde teslimiyetçi bir politika izlemektedir. “Biz hükümet olarak ABD ile sürtüşürsek bu sonumuz olur” fikri AKP’lilerde yaygın bir kanıdır. Hatta Ortadoğu’da kendi ulusal çıkarlarımızla çelişse bile, ABD’nin isteklerine karşı çıkılmaması, AKP’nin adeta mutat politikası olmuşa benziyor. Gerçek odur ki, Türkiye’nin ulusal çıkarları, tüm komşu ülkelerle, başta İran, Irak, Suriye ve Rusya olmak üzere, iyi komşuluk ilişkilerini zorunlu kılmaktadır. Yine gerçek odur ki, bölgede barışın korunabilmesi için, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’den koparılacak parçalardan oluşacak ABD ve İsrail güdümlü bir Kürt devleti, Türkiye’nin ve bölge ülkelerinin çıkarlarıyla tamamen çelişecektir. Oysa ABD ve İsrail, tam aksine bunu istemekte ve bu hedefe yönelik politikalar izlemektedirler. Tüm zor koşullara ve yokluklara karşın, dünyanın çok sayıda ülkesine örnek olan bir Ulusal Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşı kazanmış olan; yine ABD’nin ısrarla karşı çıkmasına rağmen, Kıbrıs Türklerinin yanında yer almış olan Türkiye’nin, özgüvenle, ABD’ye rağmen kendi ulusal çıkarlarına uygun politikalar izlemesi en doğal hakkıdır. Ve de Türkiye bunu yapacak güçtedir. Yeter ki ülkenin ulusal çıkarları, parti ve kişisel çıkarların üstünde görülsün ve buna uygun politikalar izlensin. İslami Bisiklete Atladığın Gibi... Sıra çocuklara geldi ki... “Dindar neslin” ilkleri okula başladılar... Vali de yetişti... Baktı; iyi oldu mu?.. ? İyi olacak... Böyle yetişmiş az sayıda da olsa badem bıyıklı bilim adamı, aynı günlerde toplanmış tartışıyorlar işte size: “İslami bisiklet...” Devamı da gelir: “Ezan okuyan palto...” “Kıbleyi gösteren kravat...” ? “Cami görünce o yana koşan pantolon” mesela... İçindesin... İstersen gitme... ? Mahallenin cahil üfürükçüsü değil... “İslami bisikleti” tam bir gün tartışanlar, Uluslararası Teknolojik Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı’nın (UTESAV) toplantısındaki profesörler... Bu fikir önce İran’da ortaya çıktı... Isfahan kenti vali yardımcısı Mehdi Esmailli, önünden geçen bisiklete binmiş, oval kalçaları ine kalka kızı görünce üç kez zıpladı... İman tazeledi... Faydası yok... Ve o an “İslami bisiklet” yapılmasını buyurdu... Bisikletin üzerinde, kadının alt tarafı içine girecek şekilde bir küçük kapalı kabin... Yanlardaki deliklerden ayakları çıkıyor... Düşünce kaldıran olmazsa, öyle kaldı yani... ? İşte... Okullar açıldı, iyi bakın... “İslami bisiklet”e akıl yoran dedeleri gibi “dindar neslin” ilk kuşağıdır bu çocuklar... Büyük kentlerde, bilinçli annelerin babaların gözetiminde hadi neyse... Ama koca Anadolu’da... 4+4+4’e göre okula başlayan milyonlarca çocuk “dindar neslin” ilk dalgasıdır... İmam kendi neslini yetiştiriyor ne de olsa... ? Ve bir millet ki... Ülkesi, devleti, cumhuriyeti, demokrasisi, yargısı, ordusu, üniversitesi, çağdaş yaşamı, özgürlüğü, umutları elinden alındıktan sonra... Minik çocuklarını da götürüp teslim edebildi... Bir avuç bilinçli anne dışında tepki yok... Ses yok... İtirazsız... ? Yetişsin o zaman çocuklar... Size, vurdukça “Ya sabır çeken külah” yaparlar... Çok vuracaksınız kafanıza... Demokrasi, İnsan Hakları ve 12 Eylül Temel hak ve hürriyetlerin ayaklar altına alındığı, faili meçhul cinayetlerin yoğunca yaşandığı ve adil bir yargılamanın asla yapılamadığı, yaşları büyütülerek verilen ölüm cezalarının onandığı, yıllarca sürecek ancak zamanaşımıyla son bulacak (30 yıl) çokça siyasal toplu davaların açıldığı 12 Eylül 1980 askeri darbesi, yakın tarihimizin kötü bir mirası olarak anılacaktır. Hüseyin ÖZKAHRAMAN Eski CHP Bahçelievler İlçe Başkanı emokrasi ve insan hakları kavramı iki ayrı konu başlığı olsa da birbirlerine çok yakın ve birbirleriyle doğrudan ilintilidir. Demokrasi bir siyasal rejimi temsil eder, insan hakları ise demokrasilerin düşünsel temelini oluşturur. Bu nedenle insan hakları mücadelesi diğer adıyla da demokrasi mücadelesidir. Her iki mücadelenin ortak amacı insanın refah ve huzurudur. İki savaşım da insanlığın geleceğine, onların oluşturduğu toplumlara hizmet eder. İnsanlığın kültürel değerlerinin bir birikimidir. Bu nedenle demokrasilerin gelişimi insan haklarının eksiksiz uygulamasıyla olanaklıdır. Özgürlükçü demokrasilerin, çağdaş Batılı demokrasilerin, en genel tanımlamayla ileri demokrasilerin gelişmişliği, o toplumsal yapının sosyal, kültürel ve ekonomik değerlerinin gelişmişliğiyle paralel seyreder ve insan hakları ve özgürlükler için sınırsız bir uygulama alanı oluşturur. Toplumlar için bu kadar önemli olan insan haklarının, herkes tarafından kabul edilebilir ve değişmez bir tanımı yoktur. İnsan hakları kavramı toplumsal yaşamın yaşayan bir gerçeği olarak karşımıza çıkar ve hayatın her alanında adından bahsettirir. En geniş anlamıyla insanın bir birey olmasından kaynaklanan hakların tamamıdır. İnsan ve hak kavramları üzerine kurulur. İnsan onurunu D korumayı temel alan insanın maddi ve manevi gelişimini sağlayan, bireyin insan olması nedeniyle kazandığı haklardır. İnsan olarak dünyaya gelmiş olması insan haklarının sahibi olmasının yeterli sebebidir. Din, dil, ırk ve cinsiyet ayrımı yapmaksızın; sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel statüyü gözetmeden insan olmanın gereği olarak sahip olduklarıdır. Kişilere, toplumlara ya da kültürlere göre farklılık gösteremez. Bugün için ayrım yapmaksızın bütün insanların hukuki açıdan yasalar karşısında, haklar ve özgürlükleri bakımından eşit sayılabilmesi yüzyıllarca süren mücadeleler sonucu gerçekleşmiştir. arihsel kökeni antikçağa kadar uzanır İnsan hakları savaşımının tarihsel kökeni antikçağa, Yunan ve Romalı düşünürlere kadar uzanır. Örneğin sofist düşüncenin en önemli kurucusu Yunan düşünür Pretogoras (MÖ 481420) insan hakları kavramını ilk ortaya atan filozoflardan biridir. “İnsan her şeyin, var olan şeylerin var olduklarını, var olmayan şeylerin var olmadıklarının ölçüsüdür” diye ifade etmiştir. Pretogoras’la başlayan bu süreç kesintisiz günümüze kadar devam etmiştir. Meşhur Hammurabi yasalarını da (MÖ 17951750) unutmamak gerekir. Yine 1915’in İngiltere’sinde Magna Carta, 1689’da yine T İngiltere’nin halklar bildirgesi, 1750 Avrupa aydınlanması (Montesquieu, Rousseau ve Locke), ayrıca 1775 Amerika Bağımsızlık Bildirgesi, 1789 Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları Evrensel Bildirgesi ve nihayet 1948 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi insan hak ve özgürlükleri mücadelelerinin bir kronolojisidir. Dünya ve insanlık var oldukça benzer tarihi süreçler kesintisiz devam edecektir. Bundan dolayı insan hakları evrenseldir, toplum öncesidir, mutlaktır, birey hakkı ve yaşayandır. Bugün birey haklarının tarihsel kökenlerini unutmadan bir yana bırakacak olursak, insanın insan olarak kişiliğine bakmaksızın dokunulmaz, devredilemez, vazgeçilemez hak ve özgürlüklerinin olduğu düşüncesi, aydınlanma çağının bir ürünü olarak uluslararası boyutlarda ve uluslararası hukukta devletlerin anayasalarına girmiş ve toplum sözleşmelerinin anafikirlerini oluşturmuştur. Bu da hiç şüphe yoktur ki demokrasi ve insan hakları tarihinin ve mücadelesinin bir kazanımıdır. Özgürlükler ve temel insan hakları birbirlerinden ayrılmaz derecede genel bir bütünü oluştururlar. Özgürlükler olmadan temel haklardan bahsedilemez ve dolayısıyla insan hakları var olmadıkça özgürlüklerin hiçbir anlamı yoktur. Bundan dolayıdır ki özgürlük de insanın doğuştan sahip olduğu bir temel haktır. Ve ancak gelişen demokrasilerde yaşar. Demokrasilerin bir kez kurulması özgürlükler ve insan hakları açısından yeterli değildir. İnsanın konumunu ve beklentilerini daha da ileriye taşıması gerekir. Bu da demokrasinin insanlık adına yapacağı bir görevdir. Aksi bir durum, demokrasilerin yozlaşmasına, insan haklarından kopmasına, en sonunda da ortadan kalkmasına neden olur. Her ülkenin tarihinde benzer tecrübeler yaşanmıştır. Bizim ülkemizde de 12 Eylül’ler gibi darbeler dönemini örnek gösterilebiliriz. nsanlık onuru işkenceyi yenecek Temel hak ve hürriyetlerin ayaklar altına alındığı, faili meçhul cinayetlerin yoğunca yaşandığı ve adil bir yargılamanın asla yapılamadığı, yaşları büyütülerek verilen ölüm cezalarının onandığı, yıllarca sürecek ancak zamanaşımıyla son bulacak (30 yıl) çokça siyasal toplu davaların açıldığı 12 Eylül 1980 askeri darbesi, yakın tarihimizin kötü bir mirası olarak anılacaktır. İnsanın insana zulmü sayılan işkence, o dönemin insanlık tarihine yazdığı vahşetidir. 12 Eylül 1980’in bir sanığı ve de tanığı olarak, işkence yapmak için üretilmiş suç aletleri, Filistin askıları, yüzlerce, binlerce mağdur yaratsa da başta Metris, Mamak, Diyarbakır cezaevleri olmak üzere onca insanın iniltileri bugün hâlâ tarihin tozlanan sayfalarında yaşamaya devam edecek ve hak ve özgürlükler uğruna insanlık onuru işkenceyi yenecektir. İ C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle