25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 5 NİSAN 2012 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER İnsan Hakları... İyi Günler Umuduyla... Bir süre hastane, bir süre ev, derken yine hastane... Son haftalarda böyle yaşıyorum işte... Buna yaşamak denirse... Muğla’nın Yücelen Hastanesi, dostum Hamdi Yücel Gürsoy’un yıllardır başarıyla yaşattığı bir sağlık yuvası. İnsanlık, dostluk orda; güven veren bir sağlık merkezi. Hekimleriyle, tüm çalışanlarıyla örnek bir sağlık yuvası. Emeği geçen değerli hekimlere, Sayın Kardiyolog Şahin Aydın, Sayın Ürolog H. İbrahim Kahraman ve Sayın Radyolog Önder Yeniçeri başta olmak üzere tüm hastane çalışanlarına teşekkür etmek istiyorum. Özellikle Hamdi Bey’in sevgiyle benimle yakından ilgilenmesine... Ben Cumhuriyet’te tam elli yıl yazdım. Bundan sonra ne olacak bilemiyorum. İyileşip yazılara dönecek miyim, bilemiyorum. Beni arayıp soran tüm dostlara, meslektaşlara içtenlikle teşekkür ediyorum. Özellikle Muğla Belediye Başkanı’na, Muğla Tabip Odası Başkanı Naki Bulut’a, Baro Başkanı’na, EğitimSen, CUMOK gibi kuruluşlara. Şimdilik gazetemde tüm çalışanlara, emekçilerden yazarlara içtenlikle teşekkür. Unutulmaz anıları capcanlı duruyor. Bir gün yazmak umuduyla. Şimdilik Allahaısmarladık. Bilmem eski günlere kavuşabilir miyim, yoksa... İlginize, sevginize, dostluğunuza bin teşekkür. Yeniden buluşabilmek, görüşebilmek umuduyla... Yeniden eski günlerime dönmek özlemiyle... Hepinize sevgi, dostluk. İyi günlere kavuşmak umuduyla... İnsan haklarının korunması, yürürlüğe konuluşlarındaki sorunlarla engelleniyor. Birleşik Krallık, son derece önemli bir zorluğun, Strazburg Mahkemesi’nde birikmiş devasa dava yığınının üstesinden gelmek için harcanan çabalara yeni bir ivme kazandırmak istiyor. Kenneth CLARKE İngiltere Adalet Bakanı nsan haklarının, Avrupa’da ve her yerde korunması gerekiyor. Bir ay gibi bir süre içerisinde, temel özgürlüklerin uluslararası temsilcisi olan Avrupa Konseyi üyesi 47 hükümetten, 800 milyon insana hizmet eden sığınağında uzun süredir devam etmekte olan zayıflıkların üzerine gidebilecek hayati bazı reformları kabul etmesi istenecek. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi mimarlarından birisi ve Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin dönem başkanı olarak Birleşik Krallık, Avrupa Konseyi’nin değerlerine gönülden inanmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi aracılığıyla Konsey’in Avrupa’da hukukun üstünlüğünü nasıl teşvik ettiğine ve birçok Avrupalının hayatını nasıl değiştirdiğine bizzat şahit olduk. Bu kurumun önemini sorgulayanların, vahşet ve baskının geçmişte kalmadığını ya da temel insan özgürlüklerinin hâlâ sürekli ve evrensel bir çağrı olmayı sürdürdüğünü görmeleri için bir süre önce Libya’da ve şimdi de Suriye’de gelişen olaylara bakmaları yeterli. Buna rağmen insan haklarının korunması, yürürlüğe konuluşlarındaki sorunlarla engelleniyor. Birleşik Krallık, son derece önemli bir zorluğun, Strazburg Mahkemesi’nde birikmiş devasa dava yığınının üstesinden gelmek için harcanan çabalara yeni bir ivme kazandırmak istiyor. Şu anda Mahkeme’de ortalama beş yıllık bir gecikmeyle 150 binin üzerinde dava dosyası bekliyor ve bu da şu anda, sorumluluklar dengesinin bozulduğu bir sistem olduğunu gösteriyor. Mahkeme’nin imkânlarını son raddeye dek zorlaması isteniyor İ ve üye devletler üzerlerine düşeni yapmıyorlar. Mahkeme’nin kendisi de dava dosyalarındaki yığılmanın farkında ve sorunun bir kısmında iyileştirme sağladı, fakat mevcut reformlar başarılı olsa bile, Mahkeme’nin değerlendirme kapasitesini aşan yılda takriben 1000 ilave dava dosyası hâlâ iyi düşünülmüş ve mantıklı bir karar bekliyor olacak. Sürdürülemez bir şekilde büyüyen bu liste, basit bir konu değildir. Bu, acil sonuç bekleyen önemli davaların, örneğin haksız yargı süreçlerine maruz kalan ya da ifade özgürlüğü tanınmayan kişilerin davalarının gecikmeye devam edeceği anlamına geliyor. Sorun, 800 milyonu aşkın kişiyi kapsayan yetki alanına sahip Sözleşme sistemi için neredeyse bir varoluş krizi haline gelmekte. Bu sorunu çözmenin en iyi yolu ise sistemin bileşenlerinin üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmeleridir. Eğer üye devletler, bu anlaşma hükümlerini kendi ülkelerinde samimi bir biçimde uygularlarsa Mahkeme üzerindeki baskı hafiflemeye başlayacaktır. Dolayısıyla, hükümetlere, ulusal insan hakları kurumları açarak, Sözleşme’yi yücelten yerel yasalar düzenleyerek ve memurlar ile hâkimler için daha iyi insan hakları eğitim programları hazırlayarak, Sözleşme hükümlerini bizzat kendilerinin uygulaması için daha fazla adım atmalarını öneriyoruz. Üye devletler bu alanda daha fazla şey yaptıkça, Mahkeme’nin de uluslararası düzeyde değerlendirmeye ihtiyacı olmadığını düşündüğü davaları kabul etmesi gerekmeyecek. Bu nedenle, Sözleşme’de, Mahkeme’nin ulusal mahkemelerde Sözleşme ile uyumlu olarak, adil biçimde yargılanmış olan davaları reddedebilme yetkisine sahip olmasının vurgulanmasını öneriyoruz. Bu, şahısların davalarının Strazburg’da dinlenmesi için başvuru haklarını azaltmayacaktır. Mahkeme, hangi davaların kabul edilebilir olduğunu değerlendirmeyi sürdürecek ve tüm üye devletlerin hesap verebilirliği devam edecek, fakat bu uygulama, Mahkeme’ye dava dosyası yükünü en ağır ihlaller üzerine yoğunlaştırabilmesi için hayati öneme sahip ekstra bir araç sağlamış olacaktır. Bu sağduyulu reformlar, 47 üye devletin tamamının İzmir’de ve Interlaken’de mutabık kaldığı programlara ve Mahkeme’nin bizzat başladığı çalışmaya dayandırıldı. Ayrıca, diğer üye devletlerin getirdiği önerileri de kapsıyor. Dönem başkanı olarak Birleşik Krallık, bir arada gerçekleştirildiklerinde Mahkeme’nin ağır insan hakları ihlallerine maruz kalmış mağdurlara hızlı bir adalet sunmasını sağlayacak, son derece büyük bir önem taşıyan bireysel başvuru hakkını koruyacak ve Mahkeme’nin tüm üye devletleri hesap vermekle yükümlü tutmasını garantileyecek bu reformlarda oybirliği sağlamaya kararlı. Hedefimiz, en ağır insan hakları ihlallerine hızla odaklanabilen, sonsuz bir dava dosyası yükü altında ezilmemiş bir Mahkeme oluşturmak. Bu önerilerde oybirliği sağlamak için 47 ülkenin karşı karşıya olduğu zorluğu küçümsüyor değiliz. Fakat reformlar, baskıcı hükümetlere ve insan hakları ihlallerine karşı koruma amacıyla kurduğumuz kurumların modern ve etkin olmasını ve en ağır davalara odaklanmasını sağlayacak. Tüm hükümetleri bu reformları desteklemeye davet ediyoruz. Bu reformların sonucunda daha kolay uygulanabilen ve daha geniş bir saygı gören çok daha güçlü haklar elde edeceğiz. Maskaralık... Kaçırmayın... Koşun... Koşarken sormalı: “Niye koşuyoruz?...” “Darbe yapmışlar...” ? 32 sene öncenin hesabını, 32 sene sonra sorduklarına göre; demek ki darbeye 32 sene sonra kızdılar... ? Dün 12 Eylül mahkemesinin önünde toplanıp da “adil yargı”, “hukuk”, “insan hakları” isteyenlerin görkemli sayısı, 12 Eylül’ü aratmayan Silivri’nin önünde hiçbir zaman görülmedi... Demek ki “adalet” duyguları da 32 sene sonra geliyor... O zaman bugünün hesabını da 32 sene sonra anca soracaklar... ? Bugün iktidarın Meclis’te orantısız güç sağladığı “yüzde 10 barajı” yerli yerinde duruyor... 12 Eylül darbesinin ürünü... İsmi değiştirilerek “özel mahkemeler” duruyor... 12 Eylül’ün ürünü... “Dokunulmazlıklar” duruyor... 12 Eylül’ün ürünü... Koşun: “Niye bu tarafa doğru koşuyoruz?..” “Kaçmasınlar...” İkisi de hasta ve yürüyemiyor... Yani uçak versen kaçmaya, binemezler... ? TBMM, 12 Eylül’de kapatıldı diye, müdahil... Hükümet, kapatıldı diye müdahil... Siyasi partiler, kapatıldılar diye müdahil... Sorsanız ya; şu anda neye göre açıklar?.. 12 Eylül Anayasası’na göre... İzan 32 sene sonra bile gelmiyor... ? Cumhuriyeti yıkıyorlar şu an... Laikliği savunan başta Genelkurmay Başkanı hapiste, şeyh imam okulda derse başladı önceki gün itibarıyla... Kimsenin sesi çıkmıyor... Herkes sindi... Korkudan... Ama televizyonlar, gazeteler 12 Eylül’e horozlananlarla, küfür edenlerle, hesap soranlarla dolu sabah akşam... Yiğitlikleri de tuttu... 32 yıl sonra... ? Bir gün bu günlerden utanacak olsalar bile... Demek 32 yıl ister... Avukatlar Günü’nü Kutlamak mı? Av.Prof.Dr. Erdener YURTCAN İstanbul Barosu Nisan, Avukatlar Günü’dür. Gelenekselleşmiş günleri kutlamak âdettendir. Fakat bu günü kutlamak inanın içimden gelmiyor. Bunun o kadar nedeni var ki. Sorarsanız, avukatlık mesleği hukukun ve yargılama uğraşının üç temel öğesinden biridir. Yargıçlık, cumhuriyet savcılığı ve avukatlık bir sacayak oluşturur. Bu üç kavramın aynı değerde olmaları gerekir. Fakat gerçekte öyle değildir. Yaşananları teraziye vurursanız, bunun böyle olmadığı kolayca ortaya çıkar. Acaba kusur kimde ya da nerede? Ülkemizde insanların gözünde avukatların yeri çok yüksekte değildir. Bu konuda Batı ülkeleriyle bir karşılaştırma yaparsanız, bu sonuç ortaya çıkar. Oralarda avukatlara gösterilen saygı, bu mesleğin mensuplarının göğsünü kabartır. Bizde neden böyle değil? İşte size bir otokritik. Ülkemizde bir avukat nasıl yetişmelidir? Bunun temel ilkeleri bellidir. Hukuk fakültesinde iyi bir hukuk eğitimi üzerine bina edilecek bir staj dönemi ve avukatlık sınavı. Bugünkü resimde ne 5 var? Sayıları çoktan elliyi geçmiş, ismen hukuk fakültesi, ama öğretici kadrolarıyla fakülte olmayan çok sayıda kurum. Bunlar da yetersiz kadrolar. Bir anlamda oradan oraya koşuşturan bir “avuç” hoca. Sonra, gelsin diploma. Arkasından staj. Birkaç büyük ili dışta tutarsanız, temeli mesleği öğretmeye dayanması gereken staj kavramından çok uzakta geçirilen bir dönem. Sınavsız avukatlık olur mu? Elbette olmaz. Ama bizde olur. 1967 yılından beri çıkarılan her Avukatlık Yasası’nda yerini alan fakat hiçbir zaman hayata geçirilemeyen bir hayaldir avukatlık sınavı. Bu düzende avukatlık hakkı kazanıldı. Cüppeli fotoğrafla baro levhasında yer alındı. Sonra, mesleki uğraş başlıyor. Ruhsatnamenin alındığı günün ertesinde, bu avukat bir ağır ceza mahkemesinin ya da bir Yargıtay dairesinin önünde davaya girebiliyor. Böyle bir sistem dünyanın neresinde var? Cevap: Hiçbir yerinde. Sonra gelsin eleştiriler. En önemlisi de yargıç ve savcılardan. Baş kabahatli kim, elbette onları yetiştiren hocalar. Bize ne söz düşer, bir kriterle cevap vermek: “Geçmişte öğrencimiz olanların meslekteki başarıları kendilerinindir; tüm kusurları ise hocalarının.” Bugün bunları bir yana koyarak dünya ölçeğinde ülkeleri nasıl sınıflandırırsınız diye bir soru sorsak, acaba ne cevaplar alırız? Sanayi ülkesi, tarım ülkesi, turizm ülkesi vb. Bu sınıflandırma içinde Türkiye’yi nereye koyarsınız? Siz ne dersiniz bilemem ama, ben ülkemizi öncelikle ceza davaları ülkesi olarak adlandırıyorum. Neden mi? Bir an durup düşünelim. Gazetelerde ve televizyonlarda baş köşede oturanlar, birer isim takılarak görülen ceza davaları değil de nedir?.. Bu böyle mi olmalı? Elbette hayır. Yanlış anlaşılmasın, her ülkede olduğu gibi, bizim ülkemizde de ceza davaları açılacak ve görülecek. Hatta bunlar arasında önemliönemsiz ayrımı da yapılacak. Fakat bunlar tüm kamuoyunu işgal ederse, bunda bir terslik olmadığını ileri sürmek mümkün değil dir. Ceza hukuku ve ceza yargılaması hukuku bir girdabın içinde dönüyor. ABD’de acımasız hortumlar bile birkaç günde etkisini kaybederken, bizim girdabımızın kısa sürede biteceğini söylemek hayal olur. Bu girdap içinde avukatlar ne yazık ki mesleklerini diledikleri gibi uygulayamıyorlar. Çok sanıklı davalarda kim, meramını nasıl anlatacak? Bu işte kusurlukusursuz herkes şikâyetçi. O kadar ki, şikâyete hakkı olmayanlar, şikâyetçilerin başında yer alıyor. Bu görüntüden avukatlar elbette kırgın ve küskün. Kendilerini haklı olarak adalet mekanizmasının bir temel öğesi olarak gören avukatlar, yaşanan girdap içinde istediklerini yapamamaktan, anlatamamaktan kırgınlar. Geleneksel hale gelmiş günlerin bir şölen coşkusu içinde kutlanması gerekmez mi? Elbette gerekir. Bundan daha doğal ne olabilir. Şölenler neşe kaynağı toplantılardır; kitapta böyle yazar. Ama bu ortamda Avukatlar Günü kutlanabilir mi? Kutlanamaz. Fazla söze gerek yoktur. Son söz: Güzel günlerde Avukatlar Günü kutlamayı tüm meslektaşlarım adına diliyorum. Devlet İhmali mi? Çocuk İstismarı mı? Umran Sölez TAN E. İstanbul Çocuk Mahkemeleri Yargıcı Ç ocuklar şikâyetçi olmuşlar. Biri: …Gardiyanlar bize bağırıp, plastik borularla “ilk giriş dayağı” attı, taciz ve tecavüz olayları sürekli oluyordu, duyduk. Diğeri: ...Siyasi suçtan geldiğimi öğrendiklerinde dört beş gardiyan, “Siz teröristsiniz” diyerek dövdü, müdür de copunu çıkardı. Bir diğeri: …Yargıç tarafından alaya alındık. Cezaevine dönüşte çoğu arkadaşımız askerler tarafından şiddet gördü. Ne olursa olsun, olan hep çocuklara oluyor… Pozantı Cezaevi’ndeki çocukların şikâyetleri, ne dün ne de bugün kabul edilebilir bir kıyım! Bu aşamada Adalet Bakanlığı’nın bir soruşturma başlattığını biliyoruz. Gerçek belirlenmeli, kıyımı gerçekleştirenler cezalandırılırken bir kez daha yaşanmaması için gerekli dersler çıkartılıp saptanan insancıl çareler yaşama geçirilmeli. 1990’lı yılların başlarına kadar çocuklar için özel tutukevleri yoktu; yetişkinlerle aynı çatı altında ayrı bir bölümde tutulurlardı. Çocuk mahkemelerinde görev yaptığım yıllarda aynı çatı altında başka bir bölümün de sakıncalı olabileceğini yazıp durdum; Çünkü, ceza infaz tarihimizdeki kara bir sayfayı, müfettişlikten yargıçlığa geçmiş bir meslektaşımın ağzından bizzat dinlemiştim: Bir tarihte yetişkin mahkumlar, aralarındaki duvarı yıkarak ayrı bölümde tutulan çocuklara tecavüz et mişlerdi. 1990’lı yıllardan bugüne Çocuk Ceza İnfaz Kurumları’ndaki anlayış olumlu yönde gelişmeler gösterdi. STK’nin baskısı ile Türkiye’de çocuk daha görünür kılındı; bugün, işbaşındaki görevliler çocukları görmezden gelmelerinin faturasının ağır olacağının kısmen de olsa idraki içindeler. Çocuk Yargılamalarında Çocuk Tutukevleri kavramı kabul gördü; hızla Çocuk Tutukevleri kuruldu. Islahevleri de olabildiğince iyileştirildi. Ama yeterli mi? Asla. İnşallah, yakın zamanda çocukların, kapalı yerlerde tutulmalarının da doğru olmadığı anlaşılacak ve başları yasayla derde girmiş çocuklarımız kapalı cezaevleri yerine yıllardır yazıp savunduğumuz; Yatılı Okul, İyileştirme Yurdu, Çıraklık Yurdu ve Atölyesi, İş Edindirme Yurdu, Terapi Yurdu gibi kurumlara gönderilecekledir. Şikâyetçi çocukların suçlarının, terör örgütü propagandası yapmak, memura karşı direnmek, örgüt üyesi olmak, terör örgütü propagandası amacıyla araç yakmak olmuş olması gerçeklerin ortaya çıkarılmasına engel olmayacaktır. Çocuğun Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi ile güvence altına alınan Yüksek Yararı ilkesi de bunu gerektirmektedir. Ancak, bu çocukların bu suçları neden işledikleri veya nasıl işledikleri sorusu da madalyonun diğer yüzünü görmemize engel ol mamalıdır; Uzun zamandır bölgede çocukların bu suçları işlemelerinin teşvik edildiği, böylece çocukların yetişkinler tarafından kullanıldığı yadsınmaz bir gerçektir. Türkiye ne zamandır “taş” ya da “molotofkokteyli atan çocuk” sendromu yaşamakta; uzun zamandır çocuklar bölgede kullanılmakta. Bu teşviklerin, onların çocuk yaşta gelin ve damat edilmelerinden, eğitimsiz bırakılmalarından, cinsel istismara uğramalarından, aşsız, susuz, barksız bırakılmalarından, cinayete kurban edilmelerinden hiçbir farkı yok. Öte taraftan bu teşviklerin Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne aykırı düştüğü yönünde hiçbir görüş ve beyan da yok! Bu ne kadar yanlışsa bu suçlardan mahkum edilen çocukların “başı yasayla derde girmiş çocuk”tan çok “korunmaya ihtiyacı olan çocuklar” olduklarını görmezden gelmek de bir o kadar yanlıştır. Sonuç olarak; bedensel, zihinsel, ahlaki, sosyal ve duygusal gelişimleri ile kişisel güvenlikleri tehlikede olan ihmal veya istismar edilen korunma ihtiyacı olan çocuklar, bizim çocuklarımız; haklarında ceza uygulaması yerine bilimsel ve faydacı niteliğe sahip, toplumsal savunma öğelerinden olan güvenlik önlemlerinin uygulanmasının daha doğru olacağı çocuklar, bizim çocuklarımız… Pozantı’da yaşananların devlet ihmali mi, çocuk istismarı mı olduğu, yapılan soruşturma sonucu açıkça anlaşılacaktır. Her ikisi de çok acı ve günahtır. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle