25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 25 MART 2012 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER GÖRÜŞ FATMA ESİN Adalet, Yine Adalet Adalet ile kafiyeli ama düşmanlık/savaş anlamına gelen “adavet”, sözlüklerde kalsa da tek bir ses değişikliğinin gücünü yansıtan kavramdır. Güncel sorunlarımızın söylendiği gibi Cumhuriyet devriminden kaynaklanmadığını; kültür tarihimiz boyunca çözümü, çaresi bulunamamış, müzminleşmiş bir “havâzat” (dertler yumağı) olduğunu simgeler. Nâzım Hikmet ve Mustafa Balbay Her ikisinin ortak yanları var: Yaşamlarını kalemleri ile kazanmaları, çalışkan, cesur ve üretken olmaları, yurtsever ve insan sever yanlarının yüceliği!.. Kaderleri de benzer oldu: Her ikisi de siyasi nedenle suçlandılar; biri komünist diye, diğeri Ergenekoncu diye! Biri hükümlü olarak ömrünün büyük bölümünü cezaevlerinde geçirdi, diğeri tam üç yıldır tutuklu olarak şu anda cezaevinde. Ortak olmayan yanları: Cezaevlerinde onlara uygulanan cezaevi koşulları!.. Hiç kuşkusuz Nâzım Hikmet’in yıllarca özgürlüğünden mahrum edilip, cezaevlerinde yaşamaya mahkum edilmiş olması bugün herkesin yüreğini acıtmaktadır ve ülke için büyük bir utançtır. Fakat günümüzde Silivri Cezaevi’nde Mustafa Balbay, Tuncay Özkan ve diğerlerine uygulanan koşullar dikkate alınırsa, Nâzım Hikmet şanslıymış! Çünkü cezaevi günlerini insana insanca davranılan ortamda geçirmiş. Bunun somut kanıtları, Güney Özkılınç tarafından kaleme alınmış, “Nâzım’ın Bursa Yılları” isimli belgelere dayalı kitabında görülebilir. Bu koşullardan birkaçı aşağıdadır: 1) Jandarma eşliğinde olsa bile Nâzım Hikmet, Bursa’daki kaplıcalara, Kapalıçarşı’ya gidip gelebilirmiş. 2) Cezaevi içinde geniş bir çevre ile konuşma, tartışma olanağı bulmuş, öyle ki içlerinden birçoğunun yeteneğini keşfedip, onların o konuda yetişmelerine önderlik etmiş. Örneğin Orhan Kemal, İbrahim Balaban. 3) Bursa’nın aydın çevresinden bazı kişiler kendisini cezaevinde ziyaret edebilirmiş. Örneğin, 1944 yılı mayıs ayının bir pazar günü on kişilik bir öğretmen grubunun ziyareti. 4) Kendisini görmeye gelen yakınları ile cezaevi dışında görüşebilirmiş. Örneğin eşi Piraye Hanım’la otelde, otelin bahçesinde bütün bir günü beraber geçirirmiş. Oysa, bilindiği gibi Mustafa Balbay üç yıldır tutuklu ve bunun tam bir yılını tek kişilik bir odada geçirdi. Bir yılın sonunda büyük bir lütufmuş gibi yanına bir arkadaş verildi. Ortak yaşam alanlarından hâlâ mahrum! Her fırsatta geçmişte yaşanmış olayları gündeme getirip, kendisine muhalif olanları bu olaylarla suçlayan iktidar yarını hiç düşünmüyor. Gün gelecek bugün yaşananlar ve bugün zulüm görenler tarihte yerini alacak. Silivri’deki davaların hukuk yanı zaten tartışılmakta; ama Silivri Cezaevi’ndeki uygulamanın insani yanı da hiç kuşkusuz bir gün gündeme oturacak. O zaman, ileri demokrasiye geçildiği ve özgürlüklerin, insan haklarının geliştiği ileri sürülen 2010’lu yıllarda 1940’lı yıllara göre ne kadar geriye gidildiği görülecektir. Ne yazık ki bütün bunlar tutuklularda açılan yaraları yok edemeyecek ve ilerde ülkece bütün bunlardan utanç duyulmasını engelleyemeyecek. Bu ülke, bugün Nâzım Hikmet için duyulan utancı gelecekte Silivri tutukluları için duyacak! Bozkurt GÜVENÇ laylar ve Görüşler sayfasından uzakça kaldığım son haftalarda, “dindar kindar nesiller yetiştirme tartışması, 4+4+4 rumuzlu eğitim reformu, demokrasi–laiklik ilişkisi, cemaat–AKP ayrışması, Uludere olayının bulunamayan sorumlusu, Nevruz kutlaması, Sivas davasının ‘zamanaşımı’na uğraması ile katliamı önleyemeyen görevlilere yıllar sonra soruşturma açma önerisi, vb.” sorunlarla gündem ısınıyor, siyasi gerilim yükseliyordu. Hukukçu Rıza Türmen, “Yeni Bir Rejime Doğru” makalesinde (Cumhuriyet, 17 Mart), Meclis Eğitim Komisyonu’ndaki yasal engellemenin harpdarpla bir “Kara Pazar”a dönüşmesini demokratik dengenin bozulması gibi yorumladı. İki Dünya Savaşı arasında İtalya ve Almanya’da yaşanan benzer gelişmelere değinerek; Fransız yazar Martine Gozlan’ın başlığını ‘Türk Sahtekârlığı’ (*) olarak çevirdiği kitabında yer verdiği a) demokratik, b) laik, c) jeopolitik model olma sorunlarını sunuyordu okurların dikkatine. İnsan Hakları Kurumu Başkanı Muzaffer İ. Erdost ise “Dindar mı, Laik mi?” başlıklı makalesinde (Cumhuriyet,18 Mart), bir lider karizmasıyla robotlaşan kitlenin özgür iradesini sorguluyor; “Böyle bir toplumun gençleri özgür değil, olsa olsa köle olur” diyordu. Erdost, Necip Fazıl’ın yolundan gidecek gençliğin dindar değil, kindar olacağını, oysa kendisini ölüme mahkum eden yargıçlarına, “asıl suçlu sizlersiniz” diye haykıran Deniz Geçmiş kuşağının –dindar veya tinerci değil– halis milliyetçiler olduğunu; bugün izinden gidilen Sai O / Rical mal ile bulunur / Mal reaya’dan husule gelir / Reaya adl ile muntazam olur. “İslam Âlemi”ni inceleyen Ernst Gellner, bu tanımda göçerin eksikliğine değinir. Osmanlı Sadrazamları valilerine sık sık “halka adil davranmalarını” emredermiş. Katran... “Öyle karalardı ki... Katran akıyordu gözlerinden... Kurtaramadık, sen çığlıklar atarken... Yalvardın senelerce, duymadık... Gözlerimizin içine baktın, anlamadık... Yanı başımızdaydın, kör olduk göremedik... Ağladın... Kedimiz, köpeğimiz, kuşumuzdun sadece... Affet... ? Öyle karalardı ki... Katran akıyordu dillerinden... Günah, eve alınmaz dediler... Kapıların önünde bekledin... Demir gibi soğuktu kaldırım... Bir sabah baktık ki, gözlerin açık... Ama uyanmayacaksın bir daha... Affet... ? Elinden aldılar yavrunu... Yürümeyi henüz keşfediyordu... Sen endişeler ve korkular içinde izliyordun uzaktan... Bir ölüm rüzgârı geçti üzerinden... Kapattın gözlerini, kıpırdayamadın... Durmadı kimse... Bakmadılar bile... Orada olmalıydık... Affet... ? Öyle karalardı ki... Katran akıyordu ellerinden... Bu sefer bir camın arkasında, satılık plastik bebekler gibi... Satmak istediler seni... Beş kuruş kazandılar senden... Beşi de haram... Kafesler arkasından derdini anlattın bize.. Dinledik... Baktık baktık ve gittik... Affet...” ? Bizim ailenin en genç yazarı Çiğse Rastgeldi’nin yazısı böyle... Bizim kuşaklar gibi değil onlar... Annelerin “Elini sürme” sözlerine ya da “Onlar hayvan” tezine itirazları var... İnsan olmayan canlıları da tanımak, anlamak, sevmek, korumak istiyorlar... Bizim adımıza “Affet” diye ağlayışları ondan... Ama siz onların kuşlarını, kedilerini, köpeklerini, ağaçlarını, ormanlarını, derelerini ellerinden alırsanız... Ve bir gün onlara “affet” derseniz... Sizi affetmeyecekler... di Nursi’nin doğa ve beşeri bilimleri “ecnebi ilim” saydığını vurguluyordu. Bekir Çoşkun, kısaca “yönetime bayılan seçmenlerin ayılmasını” diliyor gibiydi. Adalet, din, iman ve kin(**) Hazreti Muhammed: “Din nasihattir / İyi huy dinin kalıbıdır / Acı da olsa doğruyu söyleyin / İman, haramlardan ve hırslardan arınmadır / Bir günlük adil davranış 60 yıllık ibadetten üstündür” buyuruyor. Hazreti Ömer: “Adalet mülkün temelidir” sözü hemen her ülkede duyuluyor.. Osmanlı Valisi Ziya Paşa bilgece sorguluyormuş: Kadı ola davâcı, muhzır / mübaşir de şâhit, / Ol mahkemenin hükmüne derler mi adâlet. Eflatun: Devletin adaleti, bireylerin mutluluğudur. Pascal: Adalete dayanmayan kuvvet zalimdir. Benjamin Franklin: Ne iyi savaş vardır, ne de kötü barış. Voltaire: Adalete hizmet insanların en yüce görevidir. Montaigne: İnsan, en az bildiğine en çok inanır. Tolstoy: Şiddete başvurmadan savunun doğruyu, adaleti. Beypazarlı Havai: Kindar olan olmaz dindar. Yunus Emre: Adımız miskindir, düşmanımız kindir bizim. İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir; sen kendün bilmez isen, bu nasıl okumaktır. Töre ve düşünce olarak adalet, zamanmekânların insanlığa barış yolunu gösteren ne güçlü simgesi ! * ‘Türk Sahtekârlığı’ yerine, “siyasal ikiyüzlülük/aldatmaca”, başlığın belki daha sadık çevirisi olabilir. ** Anılan kişiler ve düşünceler için bkz. M. Ertuğrul Saraçbaşı, Damıtılmış Sözler, (5. Basım) YKY, 1997. Adalet ve adavet Adalet ile kafiyeli ama düşmanlık/savaş anlamına gelen “adavet”, sözlüklerde kalsa da tek bir ses değişikliğinin gücünü yansıtan kavramdır. Güncel sorunlarımızın söylendiği gibi Cumhuriyet devriminden kaynaklanmadığını; kültür tarihimiz boyunca çözümü, çaresi bulunamamış, müzminleşmiş bir “havâzat” (dertler yumağı) olduğunu simgeler. Orhun Yazıtları’nda Hakan, “Türk halkı yoksuldu; açları doyurdum, çıplakları giydirdim, ama biribirine düşman etmedim” diyor. Göçerkonarların yerleşik hayata geçişini destanlaştıran Dede Korkut, Oğuzların başı Bayındır Han’ı savaşa değil, barışa özendirir. Babasına isyan eden Uruz, Abaza Eli’nde Hıristiyan bir kızla evleneceğini söyler. Selçuk boylarının İslamiyeti kabul ettiği yüzyılda yazılan ve ilk Türk mesnevisi sayılan Kutadgu Bilig’de Vezir Alytoldi, Hakan’a: “Adalet ve dilin erdemleri, sözün değeri, mutluluğun gelip geçiciliği, ikbalin vefasızlığı” üzerinde öğütler verir. İslamiyetin kuruluş ve yayılmasında devletin mezhebi yoktu. Biat ve şuraya Muaviye döneminde son verildi. Hz. Peygamber’in geleneğini sürdüren Hz. Ali, Devlet Yöneticilerine Öğütler’inde “Sivil toplum, seçimli iktidar, eşit bölüşüm ve adalet” önermiştir (Türkçesi Şule, 1980’ler). Ahlakı Alai eserinde, Kınalızade “adalet çemberi”ni şöyle tanımlamıştı: Mülk ve devlet asker ve rical iledir C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle