16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA 16 KÜLTÜR CUMHURİYET 7 ARALIK 2012 CUMA [email protected] Ferzan Özpetek’ten sinema çağrışımlı, oryantal bezeli, zengin bir yorum: Sakin bir ‘Traviata’ N heyecanı buldum. Çünkü artık görsellik değil, ilişkiler daha ön plandaydı. Demir kapılı bir bahçede günbatımına ilerleyen saatlerde gölgeler uzarken, hüznün derinleşmesine, aşkla yanıp tutuşan kadının fedakârlığı seçmesine tanıklık ettim. Violetta’nın, Alfredo’ya aşkıyla baba Germont’un ondan istediği fedakârlık arasında çırpınışı… Alfredo’nun adeta şiddete varan aşağılaması… Baba ile Violetta ilişkisi… Baba oğul ilişkisi… Bunlar her zamankinden daha çok vurgulanmıştı. Son perde, final ise tek sözcükle çarpıcıydı. Kapkaranlık sahnede, sadece beyazlar içinde bir yatak. Ölümün ve sonsuzluğun beyazlığı… Violetta’nın geceliği kanlandıktan sonra da sürecek beyazlık… Karanlıkta spot ışığında bir beliren bir yok olan kâbuslar, düşler. (Film sahnesi gibi!) Violetta rolünde Carmen Giannattasio, sesi güzel, kendi güzel, söyleyişi güzel, başarılı bir soprano. Bence tek eksiği rolün gerektirdiği tutku… Tenor Saimir Pirgu için de aynı şeyi söyleyebilirim. Daha heyecanlı, tutkulu bir Alfredo beklerdim. Baba’da bariton Vladimir Stoyanov, hem sesi hem oyunculuğuyla bence bütün kadronun en iyisi… Ferzan Özpetek ve esere emeği geçenleri kutluyorum. Artık o operaya, opera ona iyice ısınıyor. Komegene Krallığı ve Hitit çağrışımlı ‘Aida’dan sonra; sinema esintili; oryantal süslemeli, zengin çağrışımlar getiren “La Traviata” yorumundan sonra, daha nicelerine diyorum… Görmezlikten Gelmenin Acınası Kültürü… Neredeyse 45 yıldır dostu olmakla mutluluk ve onur duyduğum Doğan Hızlan, 24 Kasım Cumartesi günü Hürriyet’teki köşe yazısını, bu yılın Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü kazanan deneme kitabım “Lanetlenmiş Ağustosböcekleri”ne ve bana ayırmış. Doğan Hızlan’ın ve yaklaşık onunki kadar uzun bir dostluğu paylaştığımız Sevgili Selim İleri’nin ortak bir özellikleri vardır: Gerçek emeği hiçbir zaman görmezlikten gelmezler. Kimi zaman bu emeğin sahibiyle yaşam koşulları gereği doğrudan görüşme olanağını bulamamaları, onların bu tutumunu asla etkilemez. Emeği kim tarafından ve nerede, ne zaman harcanmış olursa olsun, mutlaka bulurlar ve kalemleriyle onurlandırırlar; böylece o emekleri harcayanları da ilerisi için yüreklendirmiş olurlar. Doğan Hızlan, yukarıda andığım yazısında benim için: “Yalnızlık denilen o İç Kale’nin hem sakinlerinden hem fatihlerinden” dedikten sonra, ödül kazanan deneme kitabımdan bir alıntı yapmış: “Her şeyden önce bir insanlık durumudur yalnızlık. Çünkü doğada, insanın dışında hiçbir canlı, sırf beraberlik uğruna birlikteliği aramaz. O zaman soru, herhalde şu: İnsan, neden bunca kendine özgü bir durumu tarih boyunca hep bir yakınma nedenine dönüştürmüş ve şimdi de dönüştürmekte?” Bu soruyu, kendi “İç Kale”mi çoktandır inşa edebilmiş ve bütün apoli’de tarihi San Carlo Operası’nın önü hıncahınç dolu. Gençler, işçiler, uzun tuvaletli hanımlar, smokinli beyler ve polisler... (Polisler gündüzden çevreyi sarmıştı.) Temsil saati yaklaştıkça tiyatronun önündeki kalabalık dalgalanıyor, gerilim artıyor… Biletler çoktan tükenmiş, bu kalabalık ne, neden bunca polis? Ferzan Özpetek, İtalya’da milletin sevgilisi; San Carlo Operası da ulusun gururu, gözbebeği... Onun San Carlo’da sahnelediği “La Traviata” Operası’nın gala temsiline Roma’dan beş bakan, bir sürü parlamenter, belediye başkanları gelmiş… Şikâyeti olan, sesini duyurmak, protesto etmek isteyen herkes de San Carlo Meydanı’na akmış! Hayır telaşlanmayın. Ne biber gazı sıkıldı ne de yaka paça götürülen oldu. Kimi protestosunu yaptı, kimi operaya daldı. Yeryüzünün belki de en güzel, en görkemli opera yapısındayım. Verdi gibi bir dehanın eseri “La Traviata”yı, bu kez de bir sinema ustasının yorumuyla izleyeceğiz. San Carlo Opera ve Balesi Orkestrası’nı genç Maestro Michele Mariotti yönetiyor. Bu şefin olağanüstü bir içtenliği, olumlu enerjisi ve karizması var. Daha ilk andan tüm dinleyiciyi avucunun içine alıyor ve finalin son notasına dek, bir daha da bırakmıyor. Şefin dinleyicisiyle böylesine kenetlenmesinde ve müziği “uçurmasın da” Napolili olmasının etkisi var mı bilemeyeceğim… Uvertürün ilk notalarıyla birlikte sahnenin önündeki beyazperdede bir yüz, bir kadın yüzü beliriyor. Kahramanımız Violetta’nın yüzü… Tüm uvertür boyunca perdedeki o yakın plan yüz, sadece bakışlarını ve boynunu belli belirsiz çeviriyor. Ama o bakış ile baş hareketi bir kadının dört mevsimini özetliyor. Yani izleyeceğimiz trajedinin tüm atmosferini ve ipuçlarını veriyor! (Napolilerin deyişiyle, dakika bir; gol bir! ) Sonra perde! En baştan söyleyeyim: Ferzan Özpetek, sakin, klasik, incelikleri olan, ilişkileri ön plana çıkaran, muhafazakâr bir “Traviata” yorumu gerçekleştirmiş. Perde açıldığında Paris burjuvazisinin, yüksek sosyetesinin salonlarında Violetta Valery’nin davetindeyiz. Salonlara egemen olan 18. yüzyıldan başlayarak giyime kuşama, tüm sanatlara yansıyan “Turquerie” modasıdır. (“Türk Perdedeki yüz ‘Turquerie’ lere ait” yerine kullanılan sözcük aslında Osmanlı sarayının Doğu’ya özgü, oryantal şaşaasının taklit edildiği bir moda akımıdır.) Sahne tasarımını gerçekleştiren bol ödüllü Dante Ferretti’yle birlikte Ferzan, istediği atmosferi gerçekleştirmiş: Alessandra Lai’nin giysileri bu “havayı” pekiştiriyor. Kilimler, yastıklar, kadifeler, kaftanlar, kemerler, kuşaklar, divanlar, nargileler; hilal başlıklı siniler, bakır aksesuvarlar… Başarıyla kullanılan aynalar… Bakır renginin, koyu kırmızıların arasına, adeta fırça darbeleriyle serpiştirilmiş altın sarısı, turkuvazlar… Uzun çubuklarla içilen tütün; havaya savrulan duman… Bunlar çarpıcı görsel zenginlik oluşturuyor. Ancak “Doğu”nun rehaveti fazla mı sinmiş ne; birinci perdede bir türlü aradığım ve eserin gereksinimi olduğu coşkuyu bulamadım… İkinci bölümde, Paris yakınındaki kır evinde geçen bölümde o Hüznün gölgesinde üretkenliğini de o kalenin içersinde, seçilmiş yalnızlığı ile yaşayabilen bir insan olarak sormuştum. Şimdi dönüp geride bıraktığım yetmiş yıla baktığımda, bu seçimi epey erken yapabilmiş olduğumu anlıyorum. Ama yalnızlığın bir türü daha var ki, o da insanın gönüllü olarak seçmeye pek cesaret edemeyeceği kadar nahoş ve harcadığı emeklerin yine kimi zaman en yakın veya yakın sayılması gereken çevresinde bulunanlar tarafından görmezlikten gelinmesinden kaynaklanan bir yalnızlık durumu. Özellikle son birkaç yılda, bu durumu epey yoğun yaşadım. 2010 yılının ikinci yarısında, çeviri alanındaki emeklerim bir tanesi önemli bir nişan olmak üzere, iki uluslararası ödülle değerlendirildi. Ama bunlar, örneğin Cambridge Düşesi’nin gebelik haberi kadar bile habere değer bulunmadı. “Yakın çevremdekiler” ise iki üç kişinin dışında, üzerlerine ölü toprağı serpilmişçesine sessiz kaldılar. Geçen ekim ayında, üzerinde kırk yıldır çalıştığım ve 20. yüzyıl Batı roman sanatının anıt eserlerinden sayılan “Vergilius’un Ölümü” yayınlandı. Bu olay, hem yazılı hem de görsel basında beni bile şaşırtan bir yankı yaratmasına karşılık, “yakın çevre”min sessizliğini bozamadı. Şimdi ise Doğan Hızlan köşesinde Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü kazandığımı ilan etmiş olmasına rağmen, “yakın çevre”min sessizliği yine sürmekte. Ben, bu “görmezlikten gelme” durumuna karşı çoktandır bağışıklık kazandım. Ama hiç olmazsa genç sanatçılara ve edebiyatçılara karşı aynı görmezlikten gelme durumundan artık vazgeçsek ve hep “Ben! Ben!” diye tepinip durmayı bir yana bırakıp bakışlarımızı başka emeklere de çevirsek, nasıl olur?
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle