16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 24 ARALIK 2012 PAZARTESİ 2 Hoca’nın istifasını bardağı taşıran son Karabük yenilgisinin son damlasına bağlayanlar bardak o ölçüde dolarken ne yapmışlardı? Kulüp yönetimi, takım oyuncuları ve renk tutkunları olarak. Eleştiriler, uyarmalar zamanında yapılmış, gerekli önlemler alınmış mıdır? İstifanın sorumluları elbet son maçı iyi oynamayanlar kadar, hatta onlardan da daha çok her türlü görevlerde ve çeşitli biçimlerde aynı bardağı doldurmuş olanlar değil midir? olayısıyla, yalnız sportif oyunlarda değil, politika gibi ortaklaşa görev ve sorumluluk yüklenilen her türlü çalışma ya da çabada şimşekleri üzerine çeken ve son bedeli ödeyenin kusurları yanında başkalarının suçlanış payları da unutulmamalıdır. Bu olayda da yalnız Aykut Hoca değil, takım, yönetim ve hatta camia olarak bütün Fenerbahçe istifa etmiş sayılmalıdır. Öyle olunca, eğer bu yazı baskıya giderken son dakikada bildirildiği gibi Aykut Hoca dün sabah saat dörtte geri dönmeye ikna edilip geri dönmüş olsa veya dönmemiş olsa da bu istifa uyrısından sonra kulüp ve takımdakiler de mutlaka akıllarını başlarına toplamalıdırlar. Başka işlerde de istifaların asıl mesajı budur. OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Bardak, Damla ve Gündem BAZISI “Bir kitap okudum hayatım değişti” der. “Bir film seyrettim, bir şarkı dinledim” diye başlayanlar da vardır. Şu satırlar yazılırken, “çalıştırdığım takım bir maç kaybetti hayatım kaydı” diyen bir teknik direktör yok. Fenerbahçe kendi stadında Karabükspor’a yenilince Aykut Hoca istifa ettiyse de istifası hemen kabul edilmedi. Ardından uzun süre dün sabaha kadar öyle bir gündem fırtınası estirildi ki, sanki onun hayatı sahiden kaymış, hatta takımla kulüp ve ülkenin de hayatı bitmiş gibi. Bu, elbet bir takım ve bir kulüp rengi popülerliğinin, yani halk yığınlarınca benimsenişin belirtisiydi ama aynı zamanda toplumun maç tutkunlarıyla, medyacılarıyla ve izleyicileriyle ne kadar çabuk heyecanlanabildiğini ve dramatik sonuçlara varabildiğini göstermiyor muydu? “Senden başka neyim var benim” diye bağırmaz mı Beşiktaş tribünleri de? öyle durumlarda halk yığınlarındaki davranışlarındaki hataların ipuçlarını ve düzeltme çarelerini görmek de mümkün. Örneğin, Aykut ‘Bey Oğlu Bey’lerden Çemiş, Kıro, Maganda’ya... Saygıdeğer hocamız Doğan Kuban’ın bir saptayışında değindiği gibi “Ne köyündeki kazanılmış örf, âdet ve alışkanlıklarını taşıyabildiler ne de İstanbul’un kentsel/metropoliten yaşamına uyum sağlayabildiler.” Bu saptama 2012 itibarıyla geçerliliğini sürdürmektedir. Prof. Dr. Sümer GÜREL İ D B stanbul kentsoylusu olarak şu “çemiş” sözcüğü beni oldum olası rahatsız etmiştir. Zira bu, Dersaadet döneminden kalma bir züppelik, bir kendini beğenmişlik tavrı idi benim için. Kırdan göçmüş vatandaş, doğal olarak İstanbul’un örf ve âdetlerine, gelenek ve göreneklerine tümü ile yabancı idi. Bu yabancı kalışta Osmanlı’nın İstanbul dışındaki taşrayı (dışarı) küçümsemesi, horlaması, adeta bir İngilizin Hintli ya da Pakistanlıya davranışına benziyordu. Daha açık söylersem Anadolu, Dersaadet’in sömürgesi gibi idi; köylüden aşarı yolladığı “müsellah” tahsildarlar eliyle metazori alır, garibanın tarlasındaki dertleriyle hemdert olmak aklının ucundan geçmezdi. “Köylü milletin efendisidir” özdeyişi laf ola beri gele telaffuz edilmiş bir beyan (hatta bence özdeyiş) olmaktan öte, çok gayri insani bir buyurganlık davranışına da son vermiştir. Bu tutum 1948’de çok partili parlamenter sisteme geçişe dek, irili ufaklı arızlarla süregelmiştir. Payitaht olduğu dönemde İstanbullu gençlerin askere alınmamaları (nazik bedenleri incinmesin diye herhalde!?) bu bağlamda çok anlamlıdır. Açıkçası ciddi bir ayrımcılıktır otorite açısından. Oysa ülke yangın yerine döndüğünde (1. Dünya Savaşı ve sonrası) cepheye sürülen gençler de Anadolu’nun yiğit evlatları olmuştur. Tüm bunları Osmanlı dönemini lekelemek, yermek, kötülemek için dile getirmiyorum. Tarihsel bir gerçeği anımsatıyorum ki yöneticilerin son dönemlerdeki tavırları daha anlaşılır olsun. Anadolu köylüsü 2. Dünya Savaşı sonrası açlık sınırına yaklaşan güçlüklerle karşılaştığında Washington’ın kucağına kendini teslim eden iktidarın, okyanusun ötesinden gelen Marshall Yardımı’na “mal bulmuş mağribi” gibi atlayarak bugünkü “teslimiyetçi” dış politikayı nasıl başlattığını anımsatmak istiyorum. O yılları üniversite öğrencisi, yeterince bilinçli bir vatandaş olarak izlemiş bendeniz, o gün de bugün de o ayıbı (vebali!) hâlâ duyumsamaktayım. Kısacası öylesine basiretsiz ve beceriksiz bir dış politika sonuçta ABD’den gelen traktörlerin tarlalara girmesi sonucu bu ırgatlar tarlanın dışında kalıverdi. İşte, temelde bu olgu (ve miras yolu ile parçalanan tarlasının verimsizleşmesi vb. etmenler de eklenince), köylü vatandaşın şiltesini sırtlayarak başta İstanbul olmak üzere büyük kentlere göçmesini kaçınılmaz kıldı. Kırdan kente göç öyküsü, İstanbul özelinde Zeytinburnu (tekstil fabrikalarının varlığını da anımsatalım) ile Anadolu yakasında Beykoz sırtları gibi belediye zabıtasının yıkım amacı ile gelmesini zorlayacak yer seçimleri ile başlamış oldu. Sonrasını, benim kuşağım yaşayarak, sonraki kuşaklar öykülerle öğrenmiş ve gözlemlemiş olduk. Şimdi gelelim bu kırsal göçerlere takılan etiketlere. İlk göçenlerin Çemişgezek’ten geldikleri söylentisi bağlamı ile onlara yapıştırılan/yakıştırılan “çemiş” sıfatı, zaman içinde Güneydoğu’dan gelen (Kürt kökenli) vatandaşlar için “kıro” sıfatına dönüşmüştür. Giderek 2. hatta 3. kuşağı idrak eden bu sabık “gecekondu” (bugünkü varoşlular!) vatandaşları, evlatlarının eğitimine ciddi şekilde önem vererek onların geleceklerinin daha iyi olmasında katkılı olmuşlardır. İşte o kuşak bir yandan kentli (giyim kuşam, saç bakımı, hatta parfümlere dek, kızlı erkekli) bir görünüm kazandı. Ancak ve sadece konuşup, sohbet etmeye başlayınca kökenlerine ilişkin (yerel ağızlehçevurgu vb.) ipuçları ele veriyorlardı. O kısmen hâlâ geçerlidir. Dolayısıyla “züppe” İstanbul kent soylusu ona da bir sıfat buluverdi: Maganda. Kuşkusuz bu sıfat da diğerleri gibi bir küçümseme, giderek hakaret niteliğinde idi. Ama bir gerçeği de dile getirmekte yarar var; gördükleri (babalarına oranla daha üst düzeyde olan) eğitime karşın, evdeki töresel alışkanlıklar ve âdetler, günlük davranışlarından (yer yer bilinçaltının da taşması sonucu) kökenlerini ortaya çıkaran türden kaba saba edimlere dönüşebiliyordu. Kısacası saygıdeğer hocamız Doğan Kuban’ın bir saptayışında değindiği gibi “Ne köyündeki kazanılmış örf, âdet ve alışkanlıklarını taşıyabildiler ne de İstanbul’un kentsel/metropoliten yaşamına uyum sağlayabildiler.” Bu saptama 2012 itibarıyla geçerliliğini sürdürmektedir. Sevgisiz Bir Toplum Yaratıldı Bilgisizliğin hortlattığı töre cinayetleri, kadına şiddet, cinayet haberleri içimizi acıtıyor. Kadının ikinci sınıf vatandaş olarak görülmesi, ülkece dünya sıralamasındaki geri gidişimizi belirliyor. Fransızlar, “sevgi Ay’a benzer, büyümediği zaman küçülmeye başlar” özdeyişi ile sevginin büyümesini ya da küçülmesini irdeliyor. İ. Gürşen KAFKAS EğitimciYazar hoşgörüyle ülkeyi yönetmeye ne dersiniz? Sevgi bağlarını sıkı tutarak, sevmeyi, sevilmeyi bilmeliyiz. Mevlana, “Bir insanın dış görünüşü, içinin aynasıdır” özdeyişiyle yöneticilerimize çok şeyler anlatıyordur. Bireye ve topluma sevgi ile seslenmek ve yaklaşmak karlı kış günlerinin ortasında onlara baharı yaşatmaktır. Bahar gelmeyecek mi? Sevgi çiçekleri açmayacak mı? Huzur dolu günler gelmeyecek mi? Bilgisizliğin hortlattığı töre cinayetleri, kadına şiddet, cinayet haberleri içimizi acıtıyor. Kadının ikinci sınıf vatandaş olarak görülmesi, ülkece dünya sıralamasındaki geri gidişimizi belirliyor. Fransızlar, “sevgi Ay’a benzer, büyümediği zaman küçülmeye başlar” özdeyişi ile sevginin büyümesini ya da küçülmesini irdeliyor. İçimizi kemiren terör belasının, kınalı kuzuları genç yaşta toprağa vermesi, acıların en büyüğü. Çözülemeyen, kanla yunulan, içinden çıkılmayan bir sorun. “Dahili ve harici bedhahl arın” kışkırttığı bir iç yarası… Eflatun, “Konuşma, insanın aklını kullanma sanatıdır,, derken, Ludwig, “Dilin sınırları, dünyanın sınırlarıdır” sözüyle düşünülen her sözü dışavurarak toplumu germemek gerektiğini hatırlatıyordu. Kavgacı, baskıcı, korkutucu bir yönetim yerine sevgi dolu, hoşgörülü ve iyimser olmak, toplumu da sevgi toplumu haline getirecektir. Ancak, aldatıcı sevgi değil, sevgide doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik ve insanca yaklaşım önemlidir. Anadolu toprağı, Yunus’un sevgi temleri; Mevlana’nın hoşgörü ve anlayış imgeleri; Hacı Bektaş Veli’nin “Bir olalım pir olalım” deyişlerinin ılık esintileri insanlarımızı olgunlaştıran söylemlerdir. Bu nedenle sevgi varken nefret niye; barış varken savaş niye, diye soruyorum. Sevgi dolu güzel günlere yelken açalım. B ireysel ve toplumsal yaşamımızda huzur, güven, hoşgörü ve sevginin kalmadığı bir süreci yaşıyoruz. Yazılı ve görsel basında asi bir ruh hali, baskı, kuşku ve korku üreten salvolar, savaş çığırtkanlığı, günlük, sıradan olaylar gibi dile getiriliyor. Sevgimizin kuru bir dal gibi içimizi kemirdiği bir süreçteyiz. Hayatımızın zenginliği olan sevgiden içimizde iz kalmadı. Komşularımızla sıfır sorun, çok başlı çözümsüz sorunlar yumağına dönüştü. Günümüzde her şeyin kirlendiği bu süreçte sevgi, yerini sevgisizliğe bıraktı. Sevgisiz bir toplumda nasıl yaşanır ki? Gerçek sevgi, bilginin toplandığı kitap, umudun yeşerdiği toprak ve duygunun aktığı ırmak gibidir. Karl Marx, “sevgi emektir” diyor. “Sevgiler paylaşıldıkça büyür, acılar paylaşıldıkça azalır”, özdeyişinin anlam zenginliğini görelim. Gerilmiş yüz hatları, çatılmış kaşlar, gergin söylemlerle ne yapılmak isteniyor? TV haberlerini izlerken ıssız anlar içimize doluyor. Kuşku dolu uykusuz gecelerimiz, hüzün ve giz dolu yaşamımız kararıyor. Biz yetişkinler böyleyken çocuklar ve gençler ne durumda; durup düşünmeliyiz. Bizleri yönetenlerin yaşamımızın dayanılmaz ağırlığında, ayrışım ve farklılıklar yerine dürüstlüğü, doğruluğu, örnek insan olmayı deneseler ne olur ki! Ne gezer! İçinden çıkılmayan terör, gündemden düşmeyen Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarının bitmeyen tutukluluk halleri. Kısıtlı demokrasimizle endişe verici yürütme ve yargı ile nereye varılacağı belli değil. Bugün insanlarımıza tek tip, tepeden ve baskıcı yöntemlerin tohumları ekiliyor. Ülkemiz yangın yeri gibi, umursuz bir bekleyişte... Asırlardır bereketli Anadolu toprağı yeterince ekilmedi. İnsanlarımız eğitilmedi ve bu talihsiz ülkemiz istenilen boyutta gelişemedi. Bugün yine eğitimimiz sorunlarla dolu. 4+4+4 içinden çıkılamayan, çelişki ve karmaşalarla dolu bir eğitim uygulaması. Eğitim bilimsellikten soyutlandırılıp dinselliğe kucak açıyor. Adım başı açılan imam hatip liseleriyle varılmak istenen hedef belirleniyor. Yeni kılık kıyafet yönetmeliği ile de başörtüsü sorununun tüm eğitim kurumlarında yaygınlaşmasına zemin hazırlanıyor. Eğitimimizdeki yozlaşma, atanamayan öğretmenler, Atatürk ve ilkelerinin ders kitapları ve okullardan çıkarılması bir tür ayrımcılığın körüklenmesi değil mi? Doksan yıllık kazanımlar, değerler, çağdaşlıklar bir kalemde silinip atılıyor. Bütün bunlar sevgisiz bir yaşamın dışavurumu değil mi? Napolyon, “Gerçek dostlar yıldızlara benzerler, karanlık çökünce görünürler” demiş. Ülkemiz insanının gerçek dostlara gereksinimi var. Ülkemizin karanlıklarını bir yıldız gibi aydınlatacak dostlar! Unutulmamalıdır ki, “umut umutsuzluktan, var etmek yok etmekten, sevgi nefretten üstündür.” Yokluğun, yolsuzluğun, korkunun, baskının ve şiddetin insanımızı hayatından bıktırdığı bu süreçte, empati kültürünü geliştirerek sevgi ve
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle