19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 12 KASIM 2012 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Kılıçdaroğlu’nun Merkez Sağa Çağrısı Cin BÜYÜK gazete birinci sayfadan haber veriyor: “Cin şişeden çıktı. İktidar partisi başkanlık sistemi için Meclis’e önerge verince.. halkın seçeceği başkanın ‘Meclis’i feshetme… erken seçime gitme yetkisine sahip olmasını isteyince… cin şişeden çıktı demektir” deniyor haberde. Peki, ne bekleniyordu? Yani cin şişenin dibine yan gelip uzanarak oradan ülkenin halini seyretmekle mi yetinecekti? Cin bu; o yetkileri de sizden aldıktan sonra şişenin mantarını da fırlatıp çıkar ve önce ülkenin, sonra bölgenin, en sonunda da dünyanın canına okuyacak elbet. Hiç tarih okumayınca hep böyle olur işte. Siz son iki dünya savaşını yaşamamış ve özel yetkili Duce’ler, Führer’leri uzaktan da olsa seyretmemiş olsanız bile, hiç değilse size akıl veren sözde ulema da mı anlatmadı bunları? on haftaların olağanüstü olayı, başkanlık sisteminin yalnız genel anlamda ya da bilinen örnekleriyle birdenbire ve olanca heybetiyle gündeme oturmasından ibaret değil. Eşi emsali dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan medyamız “havalı” seyahatlerde demeç için Sayın Başbakan’ı sıkıştırdıkça devlet sistemleri kataloğuna yeni örnekler ekleniyor ister istemez. Son müjde, “başkanlık sistemleri için Türk modeli” önerisidir. Güya, Sayın Başbakan geçen gün Uzakdoğu göklerinde uçarken sistem konusunda mevcut örneklerden birinin taklit edilmesi yerine başka bir yöntemden söz etmiş: Bütün sistemler gözden geçirilecek ve her birinden bizim için yararlı olabilecek yanlar alınıp hepsi bir araya getirilerek bize özgü bir Türk modeli oluşturulacakmış. Tabii, siyasal bilim ve anayasa hukuku açısından pek “ilkel” ve “çocuksu” bir yaklaşım bu. Üstelik, birileri çıkıp “bunun neresi özgün, “oh ne âlâ ne âlâ, aferin kızım mualla” diye böyle bir yaklaşımı hafife almak isteyeceklerdir. Sayın Başbakan ne yapsın? Aslında doğru, etkin ve verimli yönetim için uğraşmak varken, sorunları yasa ve anayasa değişiklikleriyle çözmeye kalkmak hem politikacılarımızın hem de danışmanlığa soyunan bazı akademisyenlerimizin ezeli hastalıklarından biridir. Oysa bu tür cinliklerle vakit yitirmektense, doğru çalışmalara daha az ama daha ciddi biçimde vakit ayırmak çok daha akıllıca bir yönetim tarzı olmaz mı? Denenmiş ve başarılı olmamış bir yaklaşımla merkez sağı CHP şemsiyesi altında siyasete davet etmek yerine, öteki yüzde elliye stratejik uzlaşma için liderlik yapması, her şeyden önce demokrasinin varlığı ve devamı için tarihsel bir sorumluluğun yerine getirilmesi olacaktır. Prof. Dr. Meral ÖZTOPRAK 2 S 0 Ağustos 2012 tarihli medya haberleri Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’ye katılım için merkez sağ seçmene çağrı yaptığına geniş yer verdi. Konunun ayrıntılı değerlendirilerek hatta parti meclisinde tartışılarak çerçe vesinin açıkça ortaya konulup karara bağlanmasında ve CHP’nin kararlılıkla bunun arkasında durmasında yarar olabilir. Çünkü, siyasal yelpazede “merkez sol” seçmenin kendini yakın bulduğu CHP’nin “merkez sağ”a çağrısı, partinin oy desteğini artırma arayışından daha fazla anlam taşıyacak; (farklı) bir siyasi duruşun meşruiyetini ima edecektir. Bu nedenle burada, öncelikle bu çağrının çerçevesinin ne olabileceği konusu değerlendirildikten sonra, seçim kazanmak/iktidar olmak hedefine dönük alternatif bir öneri olarak “stratejik uzlaşma” konusu ele alınacaktır. Siyasette, siyasal partilerin kendilerini ‘iktidar olma hedefi’ ne, ulaştıracağı düşünülen yollardan biri olarak “doğal tabanlarının” dışında kalan seçmenden destek arayışlarının örneklerini bulmak zor değildir. Koşullarındaki özellikleri dışarda bırakarak Özal’ın dört eğilimi bir araya getirme projesi, eski CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın özellikle 2006’da merkez sağ seçmene yaptığı “CHP’ye destek olun” çağrısı hemen akla gelenlerdir. Kuramsal olarak da örneğin, daha 1960’larda siyaset bilimci Lipset, doğal tabanın dışına açılım olmadan iktidar olmanın zorluğuna işaret etmekte idi. İktidar hedefi, daha pratik olarak da tabanın genişletilerek seçimlerde oy oranının yükseltilmesi, “doğal” kabul edilen seçmen tabanı ile “kazanılmak istenen yeni seçmen”in asgari müşterekte buluşmasını gerektirir. Unutmamak gerekir ki, bir seçmenin kendi siyasal eğiliminden/ partisinden vazgeçerek ya da ödün vererek başka bir partiyi desteklemesinin bir rasyoneli olacaktır. Bu rasyonel, siyasal değerler ve anlayışlarla ilgili olabileceği gibi, hatta böyle olmasının beklenirliği yanında, etik olarak tartışmalı olsa bile kişisel de olabilir. Çoğu zaman da, destek verdiği partiyi değiştirmeyi de kapsamak üzere, bireylerin tüm siyasal davranışlarında kişisel etkenlerle toplumsal etkenler arasında net bir ayırım yapılması zordur ve böyle bir ayrım yapılsa bile, siyasetin kolektif doğasından dolayı kişisel nedenler toplumsal söylemlerin arkasında tutulur. Bu da bize siyasette “meşruiyet” algısının işin doğasına uygun olarak “toplumsal amaçlar etrafında yapılmakla” olan ilişkisini gösterir. Kılıçdaroğlu, konumu gereği tabanın genişlemesinde politik değerler, anlayışlar ve tercihler üzerinden bir “asgari müşterek”i esas almakta; Türkiye’de demokratik, laik, sosyal, hukuk devletini destekleyen ve Türkiye’nin çağdaşlaşmasına katkı yapmak isteyen bütün yurttaşları partisine davet ederek “Eski Doğru Yol Partililer, eski Anavatan Partililer yani bu ülkede demokratik, laik, sosyal hukuk devletini destekleyen, destek veren, Türkiye’nin çağdaşlaşmasına katkı yapmak isteyen bütün yurttaşlarımı partimizin şemsiyesi altına bekliyorum” demektedir. İlk olarak, Sayın Genel Başkan’ın bu ifadelerini tersinden okursak, “doğal” seçmen tabanı ile “kazanılmak istenen yeni seçmen” arasındaki ortak payda ya da asgari müşterek: “Türkiye’de demokratik, laik, sosyal hukuk devletinin işlemediği düşüncesinde olma ve bunun işlemesi için Türkiye’nin çağdaşlaşmasına katkı yapma isteği”dir. Oysa, “kamu yararı” kavramını bir kenara bırakmış, neopopülist politikalarla seçmenin yarısının desteğini, üstelik demokrasi adına (“yetmez ama evet” kavramını da siyaset diline kazandırarak) ve girdiği her seçimde oyunu artırarak elde etmiş bir iktidar partisi karşısında, CHP gibi merkez sola yakıştırılan bir parti genel başkanı tarafından doğrudan “merkez sağ” seçmene yapılan çağrının kitlesel/toplumsal destek getirisinin zayıf olacağı partinin geçmişindeki örneklerle de sabit olduğu üzere kuvvetli bir olasılıktır. Hatta, CHP kurmayları son on yılın seçim sonuçlarını bu açıdan analiz ettiklerinde genel bir çağrıyla AKP’ye sırtlarını dönüp CHP’ye oy vermesi umut edilen ve siyasete ilgisi siyasetçiler kadar yüksek olmayan merkez sağ seçmenin potansiyel oy oranının kritik öneme sahip olmadığını zaten göreceklerdir. Bunun dışında, ikinci önemli konu olarak, Kılıçdaroğlu’nun merkez sağa yaptığı çağrıda “Türkiye’nin çağdaşlaşmasına katkı yapmak isteyen bütün yurttaşlarımı partimizin şemsiyesi altına bekliyorum” derken, merkez sağ seçmene bir de dolaylı yoldan ulaşmak için merkez sağda tanınırlığı yüksek siyasetçileri CHP’ye davet etmek ve tabanlarını partiye kazandırmak düşüncesinde olup olmadığıdır. Eğer öyleyse, yalnızca, oy oranının anlamlı bir artışını buradan da elde etmek olanağı görünmemekle kalmayıp, ayrıca ve daha esaslı bir mesele olarak; partiye gelenlerin siyasal bakış açılarının partiyle bütünleşmesinde sıkıntı yaşanabileceği, CHP tabanında bölünme ve rahatsızlıkların başgösterebileceği de dikkate alınmalıdır. CHP sağa açılacaksa da sola açılacaksa da bunu tanınmış siyasetçilerin simgesel varlığıyla değil, önce örgütte tartışarak yapmalıdır. Örgütün eğilimi ortaya çıktıktan sonra bu eğilime uygun bir ekip kurmak zor olmayacaktır. Siyasetin matematiğinin farklı olduğunu, kolaycı çözümlerin, kâğıt üzerindeki toplama ve çıkarmaların siyasette işlemeyeceğini unutmamak gerekir. Üçüncü ve belki ana muhalefet partisinin şemsiyesi altına davet edilen seçmen ve siyasetçilerin katılımı bakımından en zorluk içeren nokta, siyasal kimliklerinden vazgeçmeleri konusu olabilir. Günümüzde farklı ideolojik/siyasal çizgiler arasındaki sertliğin azaldığı ve “kimlik”ler üzerinden siyasetin yükseldiği gerçek olsa da... Kılıçdaroğlu’nun çağrı mesajının düşündürdükleri bunlardır. Eğer CHP’nin oylarını artırmak ve güçlü bir iktidar alternatifi olmak konusunda yapabileceklerinden birisi, temel bir çelişki içinde olmadığı başka siyasal partilerin ve sivil toplumun tabanını ana muhalefet partisi ya da başka bir deyişle en örgütlü ve güçlü siyasal muhalefet yapısı olarak kendine çekmekse, bunun başka yöntemleri de aranabilir.Nitekim burada bir alternatif olarak geliştirilip geliştirilemeyeceğinin tartışılması önerilen bir yöntem “stratejik uzlaşma” kavramıyla ifade edilecektir. Ne “stratejik” kavramının ne de (siyaset esasen iki ana eksene oturduğu; uzlaşma ve çatışma üzerine kurulu bir eylem olduğu için) “uzlaşma”nın siyaset literatüründe yepyeni sözcükler ya da olgular olmadıkları açıktır. Türkiye’de ve dünyada; seçim işbirliği, güç birliği, burjuva devrimlerinde olduğu gibi işçi sınıfı ile burjuvazinin ayrıcalıklı sınıflara karşı tarihsel birlikteliği, bir siyasal parti içinde ya da Meclis’te birlikte hareket etme iradesi koyan hizipler, gruplar, hükümet olma noktasında kurulan koalisyonlar... siyasal uzlaşmanın değişik düzey ve biçimlerinin örnekleridir. Dahası, “zıtların birliği” yasası burada da geçerlidir ve uzlaşı aynı zamanda başkalarıyla çatışma, karşısına alma ve kendini uzlaşmak istemediklerinden ayırmadır. Öncelikle, bu noktada Türkiye’nin gündeminde stratejik uzlaşma, tek parti egemenliğine hatta neredeyse bir sivil vesayet rejimine dönüşmüş bir yapının demokratik değerler adına kırılmasının önemini yansıtabilecek bir olanak olarak görünmektedir. En basit biçimiyle “stratejik uzlaşma”dan, 2013 yerel seçimlerinde, AKP’nin tek parti egemenliğine karşı, CHP önderliğinde AKP dışındaki tüm siyasal partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının Cumhuriyetin çağdaş demokrasinin kurumlarıyla güçlendiği bir hukuk devletinde yaşama iradesiyle ve “kendi kimlikleriyle” var olarak bir araya gelmelerini anlayabiliriz. Bu esasen, pratikte elbette ki bir seçim işbirliğinden çok farklı değildir. Bilindik bir olguyu stratejik kılan, siyasal partiler arasındaki oy dağılımında AKP’nin önceki beş seçimde giderek artırdığı oylarını yüzde 50 bandına yerleştirmiş olmasıdır. Oy verme etkeni olarak “hizmet” anlayışının, adaylara yönelik tercih olanağının genel seçimlerden daha fazla öne çıktığı yerel seçimler, AKP’nin oylarını alamadığı “öteki” yüzde ellinin heterojenliğinin dezavantaj olmaktan çıkıp, avantaj haline gelebileceği özellikte seçimlerdir. Yörenin özelliğine göre, AKP’ye karşı, CHP’li olsun olmasın, belli bir aday üzerinde uzlaşmış olan siyasal partiler ya da sivil toplum örgütlerinin vereceği destekle girilecek seçimin sonuçları, yalnızca CHP’nin ve “öteki” yüzde ellinin değil, demokrasinin başarı güvencesini inşa etmiş olacaktır.Sonuç olarak, Sayın Kılıçdaroğlu’nun, bir yandan merkez sağdan yüksek bir destekle karşılık alacağı dahi kuşkulu olan, öbür yandan CHP tabanında topyekun kabul göreceği epeyce tartışmalı ideolojik açılımları gündeme taşıyacak daha önce denenmiş ve başarılı olmamış bir yaklaşımla merkez sağı CHP şemsiyesi altında siyasete davet etmek yerine, öteki yüzde elliye stratejik uzlaşma için liderlik yapması, her şeyden önce demokrasinin varlığı ve devamı için tarihsel bir sorumluluğun yerine getirilmesi olacaktır. Ölüm Cezası Yeniden Tartışılmamalıdır Prof. Dr. Köksal BAYRAKTAR Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Usul Hukuku Öğretim Üyesi Şayet insanı seviyorsak onu geliştirmek ve ona uygun bir düzeni gerçekleştirmek zorundayız. Artık eski ve aşılmış ölüm cezasının hatırlandığı bir cezalar sistemi bu amaçtan çok uzaktır. S on günlerde ölüm cezası yeniden konuşulmaya başlandı. Önce Sayın Başbakan, “toplumun ölüm cezasını maalesef kaldırdığı” yönünde bir söylemde bulundu. Bunu bazı televizyonlarda yapılan açıklamalar izledi. Neden bu konunun gündeme geldiği pek anlaşılmıyor doğrusu. Acaba birtakım ayrılıkçı eylemlere bir gözdağı mı? Yoksa giderek cezaların artırıldığı ortamda yargıyı etkileyebilecek bir davranışın sergilenmesi mi? Üç ayrı ağır ceza mahkemesi çeşidinin yer aldığı adli sistem içinde yargıyı ve cezaları yeniden biçimlendirmenin bir işareti mi? Bu soruların yanıtı henüz bilinmiyor. Ancak şu bir gerçektir ki, ölüm cezası Türk toplumunda artık tarihin tozlu raflarındaki yerini almıştır. 1960’lı yıllardan yakın tarihe kadar uzanan süreçte çekilen nice acılardan sonra ölüm cezası yoğun biçimde eleştirilmiştir. Hiç “Menderes’in Dramı”, “Darağacında Üç Fidan” unutulur mu? Türkiye’de ölüm cezası önce 03.08.2002 tarihli ve 4771 sayılı kanunla savaş, çok yakın savaş tehdidi halleri dışındaki suçlar ve 14.07.2004 tarihli ve 5218 sayılı kanunla tüm suçlar için tamamen kaldırılmıştır. Yeni Ceza Kanunu hazırlıklarında toplumun çağdaş bir hukuk düzeyinde yaşamaya hakkı olduğu inancı ile ölüm cezası karşısındaki görüşler ileri sürülmüş ve bazı siyasal olayların da etkisi ile bu ceza yürürlükten kaldırılmıştır. Bu gelişimin karşısında durulamaz ve ölüm cezası yeniden diriltilemez. Çünkü ölüm cezası en yüksek değer olan insanın yaşama hakkına aykırıdır. Toplumun ve toplumsal yaşayışın amacı olan insanı, toplumun ve yargı erkinin yok etme hakkı yoktur. Hak ve özgürlüklerle donatılmış olan bireyi ortadan kaldırmak, hukukun ve toplumsal yaşayışın inkârı ve çelişkisi anlamını taşıyacaktır. Bu nedenle ölüm cezası XX. yüzyılda pek çok Batı ülkesinde kaldırılmış ve Türkiye de bunlara katılmıştır. Bugünün ceza hukuku anlayışı, insanın hayatına son verilmesine değil, tam tersine insanın kazanılmasına yönelmiştir. Suç işleyen kişinin cezalandırılması yerine eğitilmesi, ıslah edilmesi, topluma kazandırılması, toplumsal yaşayışa uyarlı bir bireye dönüştürülmesi amaçlanmaktadır. Ölüm cezasının niteliği bu amaca tamamen karşıdır. Bugün hukukun önemli bir niteliği, insancıl olmasıdır. Bu nedenledir ki, yeni hak ve özgürlükler ortaya çıkmaktadır. Savunma hakkı, adil yargılanma hakkı, susma hakkı, yargılamanın makul sürede bitirilmesini isteme hakkı uygulamaya geçmiştir. Ayrıca kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar yerine hafta sonu infaz, geceleyin infaz gibi seçenek cezalar getirilmiş, adli kontrol gibi yeni tedbirler kabul edilmiş, para cezası ile hafif hapis cezası yerine idari para cezaları benimsenmiş, sürgün ortadan kaldırılmıştır. Yıllar boyunca gerçekleşebilmiş bu değişimler, hep insanın önemi nedeniyle hukuk dünyasına yerleşmektedir. Ölüm cezasının bulunduğu ve uygulandığı bir hukuk düzeninde hak ve özgürlüklerden söz edilmesi mümkün değildir. Ölüm cezasının, etkili ve caydırıcı olduğu iddiası da ispat edilmemiştir. XIX. ve XX. yüzyılın ilk başlarında yazılmış önemli ceza hukuku çalışmalarında, ölüm cezasının insanlar üzerinde tam olarak suç işlemekten caydırıcı etki yaratmadığı, cezanın infazını seyreden kişiler üzerinde karşıt duygular yarattığı ve hatta suç işleme eğilimini artırdığı da ileri sürülmüştür. Şunu da eklemek gerekir ki, ölüm cezalarının infaz edilmesinde, yargılamada yapılmış hataların, eksikliklerin giderilmesi artık mümkün olamamaktadır. Her sistemde olduğu gibi yargılamada da ortaya çıkan adli hataların giderilmesi diğer cezalarda mümkün iken, bu durum ölüm cezalarında yoktur. İnfazdan on yıllarca sonra dahi tartışmalar devam etmektedir. Bu nedenledir ki ülkemizde, “bir gencin yaşının küçük olup olmadığı üzerindeki kuşkulara rağmen ölüm cezasının infaz edilmesi ile ilgili tartışmalar” hâlâ sürmektedir. Şayet insanı seviyorsak onu geliştirmek ve ona uygun bir düzeni gerçekleştirmek zorundayız. Artık eski ve aşılmış ölüm cezasının hatırlandığı bir cezalar sistemi bu amaçtan çok uzaktır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle