26 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 31 EKİM 2012 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Değerler ve Değerlendirmeler... Tartışma Türleri BAYRAMLAR ve kutlamalar bitti, tartışmalar bitmedi. Üstelik, taa İstiklal Harbi’ni kimin başlattığını tartışmaya kadar giderek. Sanki büyük sonucun hakkını vermek için o tartışma pek anlamlıymış gibi. ysa, yaşananlar tartışmaların sonucunu kendiliğinden belirliyor. Örneğin, yıllar yılı “milli bayramlar resmi törenlerle mi kutlansın, yoksa halk yığınlarının kendiliğinden ve bildiğince kutlamasına mı bırakılsın” diye bir tartışma vardı; önceki gün, neredeyse provasını yaparcasına bir gerçek yaşandı ve çözüm kendiliğinden ortaya çıktı. Anlaşıldı ki, bundan böyle milli bayramlarda bir yanda resmi erkânın ve kurumların katılımıyla törenlerde çelenk konup saygı duruşları yapılacak, öte yanda halk, genciyle yaşlısıyla, içinden nasıl geliyorsa öyle kutlayacak bayramı. İçinden hiçbir şey gelmiyorsa, kutlanacak bir durumun olmadığı yine kendiliğinden anlaşılmış olacak. Bu basit ders için ille insanların üstüne biber gazı püskürtülüp basınçlı su sıkılması mı gerekirdi? eki, doğru dürüst tartıştıktan sonra uygulamaya geçmek ve elde edilen sonuçları sürekli değerlendirmek diye bir başka yöntem de yok mudur? Osmanlı padişahlığında bile Meşrutiyet’ten önce “meşveret” diye bir usül vardı ve bilenlere sorup danışmadan bir işe girişilmezdi. Cumhuriyetin tarihi özellikle ulusal eğitim politikası bakımından bu yöntemin ilginç örnekleriyle doludur. İstiklal Harbi’nin en gergin günlerinde de olsa “muallim”leri toplamakla başlayıp sonrasında sık sık “milli şuralar” düzenleyerek eğitim sorunlarını çözmek fena mı olmuştur? Buna karşılık, zihinleri pek berrak olmayan üçbeş politikacının eğitim uzmanlarına sormak zahmetine bile katlanmadan oluşturup devlet zoruyla ailelere dayatılan “dört artı dört”lü ilk ve ortaöğretim “reform”uyla nereye varılacağı belli mi? artışarak bir karar üzerinde düşünce birliği sağlamak başkadır, tartışmış olmak için tartışmak başka. Devlet ve hükümet kararlarının ve kurmay çalışmalarının yapılandırılması ilk kategoriye girdiği için ciddi ön çalışma ister; televizyon kanallarının gece yarısına doğru başlayıp sabaha karşı biten bazı tartışmaları ise, dışarıda çok içip eve geç gelenlerin yarı açık zihinlerini bir süre daha meşgul etmeye yarar. Değerler Atlası’nı doğru okuyup yorumlamak için araştırma desenini ve sorularını tasarlayan, yanıtları yorumlayan Prof. Yılmaz Esmer’in “Ulusal / Kültürel Değerlerin Değerlendirilmesi: Sorunlar ve Sınırları” konulu yeni bir araştırma yapmasını beklememiz gerekiyor. Bozkurt GÜVENÇ ürkiye Değerler Atlası 2012” yayımlandı ve tartışmaya açıldı. Atlas, araştırmayı yöneten Yılmaz Esmer’in “Sosyolojik açıdan değer nedir?” sorusuyla başlıyor, değerlerin işlevini vurgulayıp “Toplumun kültürel (zihni) yapısını anlamak gerekir” önermesiyle sürüyor. Araştrmadan elde edilen veriler, cinsiyete, yaş gruplarına, eğitim düzeylerine ve yerleşmelere göre hesaplanmış, bölge ortalamaları renkli haritalarla gösterilmiştir. Değerler Atlası’nda ilk dikkati çeken özellik, TC coğrafyasının doğudan batıya üç, kuzeyden güneye üç, –bir iki konuda biraz abartılı renk ve ton farklarıyla– dokuz kültür bölgesine ayrışma eğilimidir. Bu genel tabloda, Türkiye’de muhafazakârlığın sürdüğü ve dindarlığın yaygınlaştığı bulguları dikkatleri çekti, hemen tartışmaya açıldı. Her şeyin hızlı değişmesinden yakındığımız ülkemizde, dindarlık son yirmi yılda yüzde 75’ten yüzde 85’e yükselirken muhafazakârlık değişmiyor; nasıl oluyor da toplumun üçteiki (yüzde 67) çoğunluğu “Müslüman kimliğine öncelik verirken”; dörtteüç (yüzde 75) çoğunluğu “Türk olmakla son derece gururlu” olabiliyor? Çelişik yüzdeler yalnız tartışmacıları değil, araştırmacıyı da hayrete düşürdü. İzleyebildiğim yayınlarda, uzman sosyologlar, sorunun ancak yarısını çözdüler: Dindarlık ve muhafazakârlık (korumacılık) kavramları yakın görünseler de eşanlamlı ya da özdeş değildir. Kişi, dindarım dediği halde korumacı olmayabilir; öte yanda, kültürel değerleri (gelenek ve töreyi) korumaktan yana göründüğü halde dindar/dinci olmayabilir. Müslüman kimliğin önceliği ile Türklük gururu biraz daha karmaşık bir sorundur; ama sanki çelişik değildir. O “T Dindarlık ölümden sonraki geleceğe (ahirete) yönelik bir inanç olduğu halde; Türklük, Türk kültürü bu dünyadaki TC devleti yurttaşlarının gururudur. Biraz daha açarsak Dini, kurullara (töreye) uymak olarak tanımlayan kimi yurttaşlarımız, Allah’ın bağışlayıcılığına sığınıp bu dünyadaki kurallara uymayabilir; buna karşılık, ahir dünyaya inanmayan yurttaşlarımız bu dünyanın kanun, kurum ve kurallarına uygun davranabilir. Her iki dünyaya da uyumlu ya da uyumsuz davranan ya da öyle görünen yurttaşlarımız da vardır. Güncel sorun, kimlik ve gurur ikilemi değil; iki dünyayı teke indirgemekten çıkıyor. Şöyle diyordu azınlıktaki ünlü bir hoca: “Hâkimiyet milletin değil Allah’ındır. İslamın ibadeti siyaset, siyaseti ibadettir... Siyasetsiz ve devletsiz bir İslam dini düşünmek mümkün değildir.” Özetle, bilgeler “Göründüğün gibi ol; olduğun gibi görün” derler ya, hiç kolay olmadığını bilirler; söylediği gibi davranıp davrandığı gibi söylemenin... savaşır. Özüyle sözünün, bilgisiyle davranışının bir olmadığı ortaya çıkınca, tutumuyla çelişkiyi mazur (haklı) göstermeye çalışır: “Alışmışız bir kere abi, dayağı hak ediyorlar, sözle uslanmayanın hakkı kötektir, barış istersen savaşa hazır ol” deriz. İdeal değerlerle gerçek davranışların farkı evrenseldir. Azalır çoğalır ama tam sıfırlanmaz. Bu anlamda insan akıllı değil, “aklileştiren” (rasyonalize eden) bir varlıktır. Bypass geçiren kişi doktoruna, bana her şeyi yasakladınız ama arkadaşım her şeyi yaptığını söylüyor diye yakınınca, doktor “Söylemekte sakınca yok, siz de söyleyin ama yine de dediklerime uyun” der. Resepsiyona Gideyim... Kırmızı yaldızlı davetiyemi alayım... Masamın en görünür yerine koyayım... Gelip gidene “Yine çağırdılar, mecburi gideceğiz yani” diyeyim... Görmeyenleri arayıp “Yukarıdaki resepsiyona davetliyiz, telefonum kapalıysa demek ki resepsiyondayım” diye haber vereyim... ? Berberime gideyim... Berberde “Resepsiyona çağırdı, biraz çabuk olsun” diyeyim... Resepsiyon tıraşımı olayım... Enseme ayna tutsunlar, arkadan kafam nasıl gözüküyor göreyim... ? Oradan mağazaya geçeyim... Smokinlere bakayım... Çift yırtmaçlı olsun, öne eğilince kalçalarım yarım karpuz gibi domalak domalak oluyor mu, aynada göreyim... Tezgâhtar kıza “Yukarıdaki resepsiyon için” diyeyim... ? Resepsiyon anı geldi... Köşk’ün kapısından gireyim... Bana selama durduğu için nöbetçi askere gülümseyerek sağ elim cebimde hafifçe başımla selam vereyim... Cümle kapısından gireyim... ? Bu memleketin namuslu, şerefli, itibarlı, muhterem ve değerli insanları ile birlikte el sıkma kuyruğuna gireyim... Adım adım ilerleyeyim... Dışarıda “Bunlar Türkiye’yi berbat ettiler” dediğimi unutup, önümdekine arkamdakine utanmadan “Ne kadar da yakışıyorlar buraya” diyeyim... Yarabbim şükürler olsun, kurban olayım... El sıkma sırası bana geldiğinde, kalçalar hafif sağa sola sallanarak ilerlerken ilk üç adımda öne doğru 45 derece... İkinci üç adımda 60 derece eğileyim... 90’dan fazla eğilince, sıkılacak eli görmeden arkadaki duvara toslamamak için gözlerimle tepeden tepeden hedef eli göreyim... İşte o an... Muhterem eli tutayım... Sıkayım... 45 derece ile 90 derece arasında üç defa eğilip kalkayım, eğilip kalkayım... “Hürmetlerimi arz ederim” diyeyim... “Size duacıyız beyefendi hazretleri” diye ekleyeyim... Kanguru yavrusu gibi üç kez sağa doğru zıplayarak tam First Lady hanfendinin önüne geleyim... Eğileyim... ? (Fazla eğilince kafam ayaklarımın arasına sıkışır kalır diye, öyle çok da eğilmeyeyim...) ? İyi de... Resepsiyona çağırmadılar bizi... Eee ben ne diyeyim?.. Değerler Atlası’nın yöntemi Değerler araştırmasında kullanılan veriler, katılımcı gözlem bilgisi değil, söylem (anket) bilgisidir. Yanıtlar, davranışların değil, söylenenlerin bilgisidir. Camiye gidenlerin, namaz kılanların değil, gittiğini ve kıldığını söyleyenlerin bilgisidir. İki bilginin farklı olduğu biliniyor ama farkın boyutları ölçülemiyor. Gerçi araştırmacılar bu iki tür yanıtı ayırmak için farklı sorular sorabilir ama sonuç güvenilir değildir. Eşini döven erkek “bazen hak ediyorlar”; dövülen politikacı eşi “bazen hak ediyoruz” der. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye Değerler Atlası’ndaki sayısal bilgi ve haritaların, toplumsal değerlerden çok, değerlerle ilgili bireysel görüş ve tutumlarımızı yansıttığı söylenebilir. Artılarla eksiler birbirini götürmediği için çelişik görüntüler kaçınılmazdır. Yöntem sorunu küçük topluluklarda uzun süreli “katılımcı gözlem”lerle belki çözülebilir ama bunlardan bölgesel ve ulusal sonuçlar elde edilemez. P osyal araştırmada bilgi sorunu Toplumsal araştırmalar, bireylerden toplanan verilerle yapılır. Başlıca üç tür veri vardır: Sosyolojide “bilgi, tutum ve kullanma” (BTK) bilgisi; psikoloji ve antropoloji gibi davranış bilimlerinde “değer, tutum ve davranış” (DTD) olarak ayrımlanıyor. Sosyologların “bilgi”si genel, antropologların “değer”i ideal bilgisidir. Bilgi ile kullanış, değer ile davranış ayrımı önemli bir sorundur. Kişi her uyguladığını bilmediği gibi her bildiğini de uygulamaz. Sigara sağlığa zararlı der tüttürür; onur ve saygınlığını korumak için yalan söyler, inkâr hatta iftira edebilir. Kadın ve çocuk dövülmez der “hak edeni” döver; “barış” diye diye S Sonuç ve öneri Sonuç olarak, Değerler Atlası’nı doğru okuyup yorumlamak için araştırma desenini ve sorularını tasarlayan, yanıtları yorumlayan Prof. Yılmaz Esmer’in “Ulusal / Kültürel Değerlerin Değerlendirilmesi: Sorunlar ve Sınırları” konulu yeni bir araştırma yapmasını beklememiz gerekiyor. Bkz: Keleş, Ruşen. Toplum Biliminde Araştırma ve Yöntem. TODAİE 1976:2331. T Kardeşim Davutoğlu... Süha UMAR aşça da meslekte de ağabeyiniz sayılırım. Biliyorum dış ilişkilere meraklısınız. Kitap da yazmışsınız. Uzun cümleleriniz nedeniyle kolay olmadı ama okudum. Ama korkarım siz dış politikaya hâlâ çok uzaksınız. Ancak size hayranlık duymamak da elde değil. Konuya bu kadar uzak olup bu kadar bildiğini zannetmek, bu kadar “bilmeden uygulamaya kalkmak” az cesaret değil. Görüyorsunuz, bildikleriniz doğru, hele uygulanabilir hiç değil! Hemen kızmayın! Kaybettikçe sinirlenmek normal olsa da “oyun kuran”, “dünyaya akıl veren” devlet adamı sinirlenmez. Bu diplomasinin de ilk kuralıdır. Korkarım siz bunu da diplomasi dilini de bilmiyorsunuz. Bosna Hersek için oy istediğiniz NATO ülkelerinin bakanlarını “katliam” ve ”soykırım”la suçlamak olmaz! Size oy verse, döndüğünde işinden olur. AB, Türkiye’nin Suriye konusundaki tutumunu “anlayışla karşıladığını” söylerken, “Susun, Türkiye başını derde soksun” diyor! Hepimiz dine saygılıyız. Farkımız, biz dini devlet işine karıştırmayız. “Batılı” bizim için “gâvur” veya “kâfir” değil, sadece örneğin, “Amerikalı, Fransız, Alman vs”dir. Din gözlüğüyle bakınca bu devletlerin dış politikasını anlayamıyorsunuz. Hepsi “Hıristiyan”dır ama esas olan “ulusal çıkar”dır. “Tartışmaya açılmalıdır” dediğiniz “ulusalcılık”, Batı’nın önde gelen ilkesidir. Gerektiğinde AB içinde bile herkes bildiğini okur. Batılı meslektaşlarınız adam kullanmak konusunda çok beceriklidirler. “Ahmet, şu bizim İran’da tutuklu gazetecilerimizi kurtarıver!” derler ama sizi Ortadoğu konusundaki toplantılara davet etmezler. Hinoğlu hinler, hem adamlarını kurtarırlar hem de sizi, “Batı’nın adamı” durumuna düşürüp, bir taşla iki kuş vururlar. Korkarım siz Ortadoğu’yu da bilmiyorsunuz. “Osmanlı”, Ortadoğu’da en “Türk dostu!” ülkelerin bile korkulu rüyasıdır. Y Yöneticilerinin çoğu kendilerini Peygamber sülalesine bağlarlar ama sizi bu bile kurtaramaz. Ortadoğu’ya asker göndermeye kalkışıyorsunuz! Tarih de bilmiyorsunuz. Osmanlı atalarımız bölgeyi, altı yüz yıl, üç beş subay ve bir avuç askerle yönetmişlerdi. Arapların aralarındaki sorunlara karışmayarak, bölgeye yeni düzen vermeye çalışmayarak. Siz Suriye ile İsrail’in arasını bulmaya, Müslüman Kardeşler’i iktidara getirmeye, ülkeleri kimin yöneteceğine karar vermeye, Hamas ve Meşal’i desteklemeye kalkışıyorsunuz! Müslüman Kardeşler başa gelince Türkiye’yi lider mi seçecekler? Böyle olmayacağını daha şimdiden aldıkları tavırdan, sözlerinden anlayamıyor musunuz? Türkiye’nin yaşamsal çıkarına aykırı olduğunu çocukların bile bildiği, İran’ın nükleer programına zaman kazandırıyorsunuz. Yanınıza aldığınız Brezilya, Suriye’de, Rusya ve Çin ile birlikte size ters düşüyor! Balkanlar’ı dağbayır bildiğinizi söylüyorsunuz! Dağ bayır bilmek çobanlarla avcıların işidir. Dışişleri bakanlarının tarih, sosyoloji, kültür vs. bilmesi gerekir. Balkanlar’ı bilseydiniz, Saraybosna’da, “Balkanlar’da Osmanlı Mirası” konuşması yapar mıydınız? Balkanlar’da da en korkulan düşüncenin “Osmanlıcılık” olduğunu bilmeden bölgeyi nasıl bileceksiniz? Unutmayın, siz o konuşmayı, Prof. Dr. Davutoğlu olarak değil, Türk Dışişleri Bakanı olarak yaptınız. Aradaki farkı göremiyor musunuz? Balkanlar’ı bilseydiniz, bizim Diyanet İşleri Başkanı dururken, Batı tarafından “Avrupa Müslümanlarının lideri” olarak sunulan, El Ezher çıkışlı, ABDAB destekli Bosna Müftüsü Mustafa Ceriç’i desteklemezdiniz. Balkanlar’ı bilseydiniz, her türlü tehdide en açık, Batı’nın ilk fırsatta eritilmesinden yana tavır koyacağı Boşnakları kendi elleri ile yok olmaya götürecek olan “Bosna Hersek, Karadağ ve Sırbistan Boşnaklarının tek bir devlet kurmaları” söyleminin takipçisi, her yönden kuşkulu bir Sancak Müftüsü üzerine politika kurmazdınız. Son iki yıldır, Batı Balkan politikasını Diyanet İşleri Başkanı’na bırakmazdınız. Kitap yazarken masa başında ahkâm kesmişsiniz! Dışişleri Bakanı olduktan sonra da Büyük Arnavutluk projesinin sadece Balkanlar’da değil, bütün Avrupa’da herkesin tüylerini diken diken ettiğini anlamadınız mı? Sizce Batı, Kosova’da neden Sırp azınlığı bıraktı? 2008’e kadar sırt çevirdiğiniz Sırbistan’ın, Türkiye’nin “doğal müttefiki”, Boşnakları korumanın koşulunun bu ülke ile iyi ilişkiler kurmak olduğunu hiç düşünmediniz mi? Sırpların Bosna’da yaptıklarının insanlık açısından yüz karası olduğu, unutulmayacağı tartışmasızken, “devlet adamı”na düşenin, “bir daha tekrarlanmaması için önlem almak” olduğunu da mı bilemediniz? Kimse size, Osmanlı’nın/Sokollu’nun, Yunan Ortodoks Kilisesi’ni, Sırp Ortodoks Kilisesi kurarak nasıl dengelediğini anlatmadı mı? Türkiye Sırbistan ile yakınlaşınca AB’nin telaşını görmek de mi hiçbir anlam ifade etmedi? Yunanistan ile “egemenlik” sorunlarının, “sıfır sorun” politikası ile çözülebileceğine gerçekten inandınız mı? Denktaş’ı devirip, Kıbrıslı soydaşlarımıza kabul ettirdiğiniz Annan Planı’nın, “Alınan alınmıştır, şimdi gerisine bakalım” yaklaşımı ile anında rafa kalkmış olması da mı size bir şey anlatmadı? Ermenistan ile protokol yapmaya bu kadar hevesli olmanın gerekçesi neydi? Parlamentolarda Ermeni kararları daha da hızla ve artarak çıktı değil mi? Sorunu bu kadar anlamamak kimseye nasip olmaz! “Proaktif dış politika”, “Siz istemeseniz de ben vereceğim!” demenin Arapçası mı? Düşündükçe aklıma neler geliyor. Yazsam sizin kitaptan kalın olacak! Gelin siz diplomasi, dünyaya yön vermek, bölgelere düzen getirmekten vazgeçin! Bakın sizi istediği gibi yönlendiren ABD bile bunu başaramadı. Dünyayı kurtarmak sevdasından vazgeçerseniz inanın önce Türkiye, sonra dünya rahat bir nefes alacak! Bundan büyük hizmet mi olur? C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle