25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 7 OCAK 2012 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Tarihimizle Yüzleşmek Eleştiriyle, reddetmekle, yüzleşmek ya da hesaplaşmakla tarih değişmiyor. Tarih bize nerelerden geldiğimizi belki söylüyor ama yarın ne yapacağımızı tarihçiler bile bilemiyor. Deneyenler yanılıyor. Oysa yaşanmış olaylardan bazı dersler çıkarılabilir. Hep sorulagelmiştir: “Tarihten ders alsaydık tarih hiç yineler miydi?” Özür dilemek, yanlışı düzeltmez, olsa olsa çözümü erteler. Bozkurt GÜVENÇ on günlerde tarihimizle yüzleşip duruyoruz. Kimileri “tarih” ile yüzleşmek de istiyor ama tarihçi S. Özbaran, bunun yapılamayacağını açıkladı (Cumh, CBT 3 Aralık 2011) ve “tarih” gündemden düştü. Siyaset kürsülerinde, 1936 Dersim olaylarına, devlet adına özür dilemek ve devlet arşivlerini açmakla başlayan tartışma genişledi, yayıldı. Köşe yazarları ekranda uzmanlarla tartışıyor. Oturumları izleyen yurttaşlar Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet, Devrim ve karşıdevrim, Şeyh Said, Dersim İsyanı ya da katliamı ve Mustafa Kemal’in entel kişiliği gibi tarihimizin gerçekleriyle böylece tanışmış ve yüzleşmiş oluyor. Sözlük tanımına göre yüzleşme, bir olayı ileri sürenle inkâr eden tarafların görüşlerini bir hakemin veya hâkimin önünde tartışması. Uygulama ise Kürşat Başar (Cumh, 6 Kasım) tanısıyla, yüzleşmeden çok “hesaplaşma”ya tarafların tarihle değil de tarihimizle “hesaplaşmasına” dönüşüyor. Hangi tarihimiz? Yapılan mı, yazılan mı? Resmi mi, özel mi? Basılı mı, sözlü mü? Yapılan ile yazılan, yaşanan ile söylenen uyuşmuyorsa, yüzleşme ya da hesaplaşma, kuşaklar sonra, hangisine göre S nasıl yapılabilir? Sinema ustası Kurosava Rashomon filminde, görgü tanıklarının bile anlaşamadığını ne güzel anlatmıştı. İzlediğim bir tıp profesörü, “Ben, parti arşivlerine (Cumhuriyet belgelerine), tarihçilere hatta Türk Tarih Kurumu’na inanmıyorum” diyordu. Yazılmışlara değil yaşanmış, kuşaktan kuşağa aktarılagelmiş söylencelere, “Ben yalnız kendi seçtiğim kaynaklara, yazarlara mı inanırım” demek istiyordu? İnançlar kuşkusuz tartışılamaz ama tartışılamayan inançlarla yüzleşilebilir, hesaplaşılabilir mi? Nitekim ikisi de olmuyor; programlar bir serbest güreş senaryosuna, tekmeli bir boksa dönüşüyor. Kişiler saldırıyor, vuruyor, savunuyor, saydırıyor ama hangisi doğru, kim kazanıyor belli olmuyor. alkbilim, Dinbilim, Tarih ve Varlık bilinci Halkbilimci İlhan Başgöz Hoca, söylencelerin, masalların, destanların her anlatışta, her yazılışta değişikliğe uğradığı için yaşadığını söyler. Yazılı kaynakların doğruluğuna inanmazsak; sözlü geleneğin, anıların nesnelliğine nasıl güvenebiliriz? İslamiyette benzer tartışmalar, namaz, ca H mi ve kurban konusunda farklı yorumlar var. İbadetin temeli namaz mı, okumak mı? Söz mü, yazı mı? İnanç mı, delil mi? Ortak bir veri tabanı yoksa hangi geçmiş nasıl tartışılabilir? Karşıt inançların aynı derecede saygın olması gerekmez mi? Tarih yazarlığında sorun farklı değildir. Altın harflerle yazılmış, evrensel ve tartışılmayan bir tarih olmadığı içindir ki son zamanlarda belgelere ve karşıt görüşlere yer veren bir tarih yazarlığı (historiography) deneme aşamasındadır. Böyle bir tarih yazarlığı ufukta görünmese de tarihin bazı değişmezleri vardır. Ne türlü yazılsa, olup bitenler değiştirilemiyor. Ne ki oluyor, tarihe mal oluyor. Eleştiriyle, reddetmekle, yüzleşmek ya da hesaplaşmakla tarih değişmiyor. Tarih bize nerelerden geldiğimizi belki söylüyor ama yarın ne yapacağımızı tarihçiler bile bilemiyor. Deneyenler yanılıyor. Oysa yaşanmış olaylardan bazı dersler çıkarılabilir. Hep sorulagelmiştir: “Tarihten ders alsaydık tarih hiç yineler miydi?” Özür dilemek, yanlışı düzeltmez, olsa olsa çözümü erteler. Geçmişle hesaplaşmak ne yargının ne de siyasetin işidir. Bu yüzden ülkemiz, “Ermeni Soykırımı iddialarını, açılacak arşivlere ve tarihçilere bırakalım” görüşünü savunmuyor mu? Çağdaş Japonlar, hem imparatorlarına hem de onları yüzyıllarca tutsak eden Shogun’lara saygılıdır. Bir gün birini, sonra ötekini ziyaret ederler. Tarih tartışmaları, eğitim süreci ve medya kamu vicdanında böyle bir “tarih ve varlık bilinci” yaratabiliyorsa ne mutlu o topluma! Değiştiremeyeceğimiz bazı acı gerçekleri mertçe sineye çekmek bilgeliğinden daha onurlu, daha insanca bir seçeneğimiz var mı? Bilemiyorum. Sarı İneği Vermeyecektiniz... Ben size özetleyeyim: “İrtica” suç olmaktan çıktı, “irtica ile mücadele” suç oldu... Hepsi bu... Bu nedenle “irticanın merkezi” olduğu yüksek mahkeme kararı ile kesinleşmiş olanlar ülkeyi yönetiyorlar... Ama irtica ile mücadele çalışması yapmaya kalkan Genelkurmay Başkanı’nı hapse attılar... Niye anlamıyorsunuz?.. ? İlker Başbuğ gibi ilkeli, titiz, kuralcı bir Genelkurmay başkanı “terör örgütü lideri olmak” iddiasıyla hapishaneye kapatıldı... Terör örgütü ise: 700 bin personel... 3 bin tank... 900 uçak... 20 denizaltı... 300 gemi... ? Bir de bunlara ilaveten şemsiye sapı ile aşçı kepçesi var... Şemsiye sapı Hopa protestocularında ele geçirilmiş, delil olarak terör örgütü envanterine ilave edilmişti. Kepçe; Bülent Arınç’a suikast girişimi sırasında, evinin önünden geçerken yakalanan marangoz ile bir aşçı erin kazan kepçesi... ? Ve darbe yapmayı unutarak efendi efendi emekli olan örgüt lideri Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un, henüz mahkum olmadan hapse kapatılmasının sebebi ise... Hani “Kaçar” diye.. Yazılmamış kitaptan sonra, yapılmamış darbe sebebiyle... ? Buna “hukuk” diyen de var, “demokratikleşme” diyen de... Televizyondaki geri zekâlı da “Normalleşme” dedi... Alay eder gibi... Bunun laik cumhuriyet ile hesaplaşma olduğunu... Tarikat ve cemaatin ülkeyi ele geçirdiğini... Önünde duran, ağzını açan, sesi çıkan herkesten intikam alındığını artık bilmeyen var mı?.. Bir yok ediş... Bir bitirme... Bir istila... Bütün cemaatçilerin devletin dört bir yanına geçip oturmaları... Tüm laik cumhuriyet savunucularının hapishanelere doldurulmuş olması... Rastlantı mıdır?.. ? Sarı ineğin hazin hikâyesidir bu... Aklı başına geç gelen inekler söylemişti hikâyenin sonunda: “Sarı ineği vermeyecektik...” 2012, Dünya Kooperatifçilik Yılı 2012 yılının tüm dünyada kooperatif yılı olarak kutlanması, inanıyoruz ki kooperatif hareketin önünde yeni olanaklar açacaktır. Kooperatifçilik yeniden gündeme gelecektir. Mehmet Şakir ÖRS ikkatinizi çekiyor muydu bilmiyorum, ama uzun zamandır kooperatifçilikten söz edilmez olmuştu. Pek çok çevre tarafından, kooperatifçilik, artık ‘modası geçmiş, miadını doldurmuş’ bir örgütlenme biçimi olarak görülüyordu. Doğrusu bu yaklaşımlar, yaşamı boyunca kooperatifçiliğe gönül veren, onu hayatın birçok alanında doğru örgütlenme biçimi olarak gören bizleri üzüyordu. Biz kooperatif aksiyonerlerine göre, ekonomik sorunlar ve sömürü sürdükçe, kooperatifçiliğin ortadan kalkması düşünülemezdi. Çünkü kooperatifçiliğin ortaya çıkışında, ekonomik sıkıntılara ve sömürüye karşı mücadele temel rol oynuyordu. Daha 19. yüzyılda, kır ve kent insanları, yaşam koşullarını iyileştirebilmenin ve ekonomik zorluklara karşı koyabilmenin bir kaldıracı olarak kooperatifçiliği görmüş ve hayata geçirmişlerdi. Kooperatifçilik, ekonomik sıkıntılar altında bunalan tüm ülkelerde, işçiler, emekçiler, küçük esnaf ve zanaatkârlar, köylüler ve evsizler için adeta bir can simidi olmuştu. Ülkemizde de, özellikle cumhuriyet döneminde, Avrupa’daki gelişmelere koşut gelişmeler yaşanmış ve kooperatifçilik alanında önemli adımlar atılmıştı. Bu alanda yasal ve yönetsel düzenlemeler yapılmış, geniş kitleler kooperatiflerde bir araya gelmişlerdi... Kooperatifçiliğin ortaya çıkışından bu yana, elbette dünyada ve ülkemizde çok şeyler değişti. Ama ekonomik sıkıntılar, adaletsiz ge D lir dağılımı, yoksulluk ve sömürü sürüyor. Hatta o kadar sürüyor ki, içinde bulunduğumuz zaman diliminde, dünya, ekonomik krizlerin burgacında kıvranıyor. Gelir dağılımındaki adaletsizliğin hangi noktalara ulaştığını, OECD’nin son raporları çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Ekonomik sorunlar ve yoksulluk, insanlığın önünde aşılması gereken sıradağlar gibi yükseliyor. Ekonomik sorunlar, krizler, hayatı giderek daha da zorlaştırıyor. Adaletsiz gelir dağılımı ve yoksulluk, insanlar, toplumlar ve ülkeler arasında yeni ayrışmalara, gerginliklere, çekişmelere yol açıyor. İşte tam bu noktada, Birleşmiş Milletler, 2012 yılını ‘Dünya Kooperatifçilik Yılı’ olarak kabul etti. Böylece yıl boyunca tüm dünyada kooperatifçilik yeniden gündeme taşınacak. Elbette bu gelişme tesadüfi değildir. 2012’nin dünya kooperatif yılı olması da göstermiştir ki; ekonomik krizlerle mücadelede, yoksulluğun aşılmasında, adaletsiz gelir dağılımının düzeltilmesinde, kooperatifçilik hâlâ temel bir örgütlenme aracıdır. Örgütlenme ve dayanışma için... Uluslararası platformlarda kooperatifin kabul görmüş iki tanımı bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Uluslararası Kooperatifler Birliği’nin (ICA) kuruluş kurallarında yer alan tanımdır. Buna göre, kooperatifler, kişilerin karşılıklı yardımlaşma esasına dayanan girişimlerinin, üyelerinin ekonomik ve sosyal gelişimi için kullanıldığı örgütlerdir. Kabul gören ikinci tanım da ILO kararlarında yer almıştır; kişilerin gönüllü olarak belli ortak bir amacı gerçekleştirmek için oluşturdukları, gerekli sermayeye eşit koşullarda katıldıkları, üyelerin aktif girişimlerindeki kâr ve risklerin adil olarak paylaşıldığı demokratik denetimli örgütlerdir. Bu tanımlardan da anlaşıldığı gibi, kooperatiflerin iki temel yönü bulunmaktadır. Kooperatifler hem sosyal, hem de ekonomik birimlerdir. Bize göre de, kooperatif hareketin en temel özellikleri, yurttaşların örgütlenme ve dayanışma gereksinimlerine yanıt vermesidir. Başta ülkemiz ve halkımız için olmak üzere, günümüzde tüm dünyada insanlar için örgütlenmenin ve dayanışmanın büyük önem taşıdığını düşünüyoruz. İşte bu nedenle kooperatifçiliğe büyük değer biçiyoruz. 2012 yılının tüm dünyada kooperatif yılı olarak kutlanması, inanıyoruz ki kooperatif hareketin önünde yeni olanaklar açacaktır. Kooperatifçilik yeniden gündeme gelecektir. Tabii bu gelişme, kooperatif hareketinin kendini gözden geçirmesi ve böylesi bir yeni döneme hazırlanması sorumluluğunu da beraberinde getirmektedir. Kooperatifçilik günümüzde, ekonomik krizlere, sorunlara, yoksulluğa karşı örgütlenmenin, dayanışmanın temel dayanağı ve toplumsal değişimin temel kaldıracı olabilir. İnanıyoruz ki; kooperatifçilik, temel felsefesiyle, ilkeleriyle, ekonomik, sosyal ve toplumsal bir olgu olarak yaşamaktadır ve hep yaşayacaktır. ‘2012 Dünya Kooperatifçilik Yılı’, tüm kooperatifçilere, kooperatif hareketlere, örgütlenmelere kutlu olsun!.. Fransa’nın Aymazlığı Taner BAYTOK Büyükelçi (E) O smanlı İmparatorluğu ve Çarlık Rusyası, Batılılar tarafından tarihte Avrupa birlik ve beraberliğine yönelik en büyük tehlikeyi oluşturan iki devlet olarak değerlendirilmişlerdir. Rusya komünist devrim ile bu tehlike olma durumunu 1980’li yıllara kadar devam ettirmiştir. Osmanlı Devleti yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise Atatürk’ün çizdiği yolda yürüyerek tehdit olma vasfından uzaklaşmış, hatta Ata’sının elinden tuttuğu ölçüde “Batılı” olabilmiştir. Buna rağmen Türkiye’nin NATO İttifakına, “Avrupalı olmamakla birlikte Avrupa’nın savunulması için lüzumlu bir ülke olduğu” gerekçesi ile alındığı birçok Batılı politikacı tarafından her vesile ile dile getirilmiştir. Türkiye bugünkü Avrupa Birliği’ne de 20’nci asrın ikinci yarısındaki Ortak PazarEFTA rekabeti sonucunda ortak üye olarak kabul edilmiştir ve tam üyelik için gerekli ışık hiçbir zaman tünelin ucunda görünmemiştir. Bugün Avrupa’ya Türkiye ile askeri işbirliğini gerektirecek herhangi bir askeri tehdit mevcut değildir. Komünist ülkelerden gelebilecek bir askeri tehdidin yerini, “İslam dini”nden kaynaklandığı vehmedilen siyasi ve psikolojik bir tehdit almıştır. “İslam terorizm”ine karşı yürütülen mücadelede Türkiye’den beklenen Avrupa ile ortaklık değil, ılımlı Müslüman ülke olarak Ortadoğu’da ağabeylik yapması ve onlara örnek olmasıdır. Aslında Batı’nın Türkiye’yi kucaklaması Tanzimat dönemlerinden beri hep Batı normlarının ve politikalarının ülkemize benimsetilmesi doğrultusunda ve ölçüsünde olmuştur. Başka bir ifade ile Türkiye Batı ile ortak yapılmamış, ancak Batı’ya gücü ölçüsünde katılması istenmiştir... Bu alanda Batı Türkiye’ye duyduğu ihtiyaca paralel olarak iplerini gevşetmiş veya germiştir... Türkiye Atatürk döneminde ve Cumhuriyet tarihimizde zaman zaman istenenin ne olduğunu, ne kadarını verip, karşılığında ne alacağını bilmiş, ama çoğunca bilmeden veren taraf olmuştur. Batılılaşmak yönündeki Atatürk devrimlerinin ülkemizde son senelerde vardığı olumsuz ve içler acısı durum da üzerine eklendiğinde bu kafadaki Avrupa’nın Türkiye’yi içine almak, yanında dahi görmek istemeyişini anlamazdan gelmek mümkün değildir. Ermeni ve Kürt soykırımı gibi konuları tarihin tozlu sahifelerinden sık sık çıkararak abartılı şekilde önümüze getirmelerini kamuoyumuzu meşgul etmek, bundan da öteye Avrupa kamuoyu karşısında Türkiye’yi küçük düşürmek gayretlerinin belirgin örnekleri olarak kabul etmek gerekir. Fransız parlamentosuna sunulan Ermeni soykırımı konusundaki karar tasarısının, bunlara ek olarak, bütün popülaritesini yitirmiş olmanın telaşı içindeki Fransa Cumhurbaşkanı N. Sarkozy’nin önümüzdeki seçimlerde oy toplamak amacı ile giriştiği getirisi şüpheli, ama zararı çok büyük bir taktik olduğu görülmektedir. Hükümetimize, basın ve medyamıza, kamuoyumuza düşen, bu konular ortaya atıldığında fevri hareketlerle yapamayacaklarımızı kızgınlıkla dile getirmekten kaçınmak ve artık Batı’nın neyi istismar edebildiği de belli olmuşken bu konulardaki kendi politika ve eylem planlarımızı derin tetkiklerle tespit edip ona göre karşımızdakileri acıtacak şekilde hareket etmektir. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle