17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER CUMHURİYET 16 EYLÜL 2011 CUMA TÜBA’dan Sonra Tıp Fakültelerindeki Deprem Hedef Yokluğu ADI ne olursa olsun, ortanın birazcık solunda, halkçı olduğunu iddia eden bir siyasal parti bedelli askerlikten yana olduğunu söyleyebilir mi? Ama bu ülkede oluyor öylesi. Bakıyorsunuz, birileri bedelli askerlik sözü eder etmez ana muhalefet yarışın gerisinde kalmamak için hemen o görüşe sahip çıkıyor ve hatta aynı yönde ayrıntılı planlar önermeye başlıyor. Halkın bir bölümü davul zurna ve bayraklarla oğullarını askere yollarken onlar para verip kurtulacaklar. onu, elbet akılcı karar verebilme işidir. Yasalar ve zorunluluklar bir yana, eğer toplumda çok eski dönemlerden kalma bir gelenek olarak belirli bir yaşa gelmiş erkeklerin askere gitmesi diye bir vatan hizmeti kavramı varsa ve askere gidiş genellikle doğal sayılıyorsa, onu ortadan kaldırmak yerine ondan yararlanmaya çalışmak daha akıllıca olmaz mı? Hatta, askerliği kız erkek bütün genç nüfus için bir çeşit sosyal hizmet süresine dönüştürüp öğretmenlik, halk eğitimi, hasta bakımı, çevre düzenlemesi, gönüllü bakım gibi alanlara yönlendirmek becerilemeyecek bir iş midir? Galiba, çok partili sisteme geçeli özelikle genç nüfusun önüne coşku verici hedefler koymakta beceriksiz kalmaktayız. Belki de tek partili dönemin törenlerine, izcilik, paraşüt, planör kamplarına falan bakış açımızda yavaş yavaş oluşan bir değişim oldu. Zamanla onları, içimizdeki kötü niyetli Cumhuriyet düşmanlarının da etkisiyle, Mussolini ve Hitler rejimlerinin gürbüz ve inançlı gençlik yetiştirme çabalarıyla bir tutmaya başladık, öyle şeyler yapmış olmaktan utanır olduk. Oysa, bütün görüntü benzerliklere karşın bizim tek partili dönem etkinliklerimizin özünde faşist rejimlerdekilerden farklı bir nitelik vardı: Belki köylülüğümüzden gelen, başkalarının bir şeylerine göz dikmeyen çocuksu bir masumluk. olayısıyla, artık kendimizi yakın geçmişimize dönük komplekslerden arındırıp bütün yaratıcılığımızı seferber ederek gençliğin önüne olabildiğince ultraçağdaş hedefler koyup onları son yılların aylaklığından kurtarmayı becermeliyiz. Prof. Dr. Coşkun ÖZDEMİR S K anırım Sakallı Celal’e aittir, “Cehaletin böylesi tahsil ile mümkündür” sözü. Nedense TÜBA ve tıp fakültelerinin layık görüldüğü operasyonlar bana bunu hatırlattı. Orhan Bursalı ve Doğan Kuban TÜBA olayını çok güzel anlattılar. Ben yinelemeyeceğim. Akla ziyan şeyler. İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü ve Tıp Fakültesi’ndeki unvanlı öğrencilerimi “Neden TÜBA tahribatı için bir tepki göstermiyorsunuz” diye sorgularken onların büyük bir dertle baş başa olduklarını öğrendim. Bilmiyordum doğrusu. Muayenehanesi olan öğretim üyelerinin hasta bakmaları, hastaya değmeleri yasaklanmış. Tamgün çalışacaklar ama hasta göremeyecekler. Ders vermeleri, araştırma yapmaları serbest, ama hasta bakmaksızın. Bu yüzden günde ortalama 120’ye varan ameliyatlar ortalama 20’ye düşmüş. Bazı bölümlerde (endokrinoloji) hasta bakacak kimse kalmamış. Öğretim üyelerine isterseniz iki yıl ücretsiz izin alın deniyormuş. Şimdi tamgün çalışan öğretim üyeleri hasta bakmayacak, ameliyat yapmayacak ve saatlerini doldurmak için çay kahve içip sohbet edecekler herhalde. Bir bölümü bu koşullarda ayrılmayı tercih edeceklerdir. Hastanelerin geliri de düşecek, borçları artacaktır. Hacettepe Tıp Fakültesi’nin çok zor durumda olduğunu öğreniyorum. Belki en iyi çözüm onun da Marmara gibi Sağlık Bakanlığı’na bağlanması olacak. Onu öteki tıp fakülteleri izleyecektir. Belki de fakültelerdeki boşluk hükümet ve YÖK atamaları ile doldurulacaktır. Peki üniversitenin tıp fakültelerinin sayın yöneticileri dekanlar ve rektörler bu yürek yakan manzara karşısında ne yapıyorlar? Beni “Sizin öğrencinizim hocam” diye saygı ile karşılayan İstanbul Üniversitesi Rektörü ne düşünüyor? Bilimi, bilimselliği hayattaki en büyük, en hakiki yol göstericiyi bu ülkede göz ardı mı etmemiz bekleniyor? Bütün bu eylemler operasyonlar demek daha doğru kanun hükmündeki kararnamelerle gerçekleştiriliyor. Ne yapmak istiyor, neyi amaçlıyor bu hükümet ve nereye kadar? Her şeyi, her kurumu ele geçirmek mi hedef? YÖK, üniversite yönetimleri, devlet hastaneleri, doktorlar, tıp fakülteleri ve öğretim üyeleri, spor kulüpleri, çevreciler, sendikalar, mes lek odaları, barolar... Muhalefet diye bir şey kalmazsa rahata ve huzura mı kavuşacağız?.. TÜBA olayı karşısında üniversitelerin yoğun bir tepki vermesini bekledim. AKP meclisindeki Burhan Kuzu gibi akademisyenlerin de. Bunu beklemek hakkımız değil mi? Bu olup bitenler karşısında suskunluk olacak şey mi? Ama oluyor işte. Değişen, derin kaygılar uyandıran bir toplum yapısı oluştu. Günde birkaç kadın cinayeti, sayısız trafik kayıpları, hemen her gün terör şehitleri, hiçbir çözüm umudu vermeyen Kürt sorunu, gencecik insanların tabutlarının geçit resmi... Hapiste yıllardır yatan gazeteciler, öğretim üyeleri, askerler, generaller. İlahiyat profesörlerinden zehir zemberek fetvalar. Bu ortamda İslam dünyası liderliğine soyunan başbakanımız... Sevgili arkadaşım Oktay Akbal’ın yineleyip durduğu gibi özellikle bizim kuşağımızı, kafamızı, yüreğimizi, dünyamızı, huzurumuzu, umutlarımızı darmadağın eden olaylar ve gelişmeler... Bir silkiniş, bir uyanış, bir kâbustan çıkış, bir umut belirebilir mi ufukta? Karamsar şeyler yazdım ama, iyimserlik de içeren bir karamsarlıktır benimkisi. Mutlaka bir çıkış yolu bulacağız. Siluet... Üç bina yapıldıktan sonra baktılar ki İstanbul’un silueti bozulmuş... Genelde İstanbul’da binalar sonradan uzatılırken, zaman zaman böyle uzunluğunu kaçırdıkları binalar da oluyor, sonradan kısaltıyorlar... İstanbul siluetinin tam arkasına yapmışlar bu üç binayı... Demek 17 milyon İstanbulludan birisi, kaldırım kazaları korkusunu aşıp başını kaldırıp baktı ki İstanbul silueti gitmiş... Ve siluetin bozulduğunu medyadan duyan Belediye Başkanı koştu... Oysa siluet gideli bir buçuk sene... Bizim Ankara’da öyle bir sorunumuz yok... Siluetimiz duruyor... Bizim sorunumuz; AKP’li belediyenin değiştirdiği amblemdeki o cami kubbesi ve iki minare siluetinin nerede olduğu?.. Bulamayınca yerine kedi koydular... Yani İstanbul’da tarihi yarımadadaki camilerin silueti bozulurken, Ankara’da olmayan camiyi koydular siluete... Neyse ki İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş, “Salacak’tan bakınca siluetin bozulduğu görülmüyor” kararına vardı da, geriye siluete bakmak için Kadıköy’e doğru koşmak kalıyor... Ya da bakarken işaretparmağınızı yukarıdan aşağı sarkıtıp kapatırsınız minarelerin arasından çıkmış gökdelenleri... Oysa “Ya İstanbul’un silueti bozulursa” lobisi vardır... Her an “Ya İstanbul’un silueti bozulursa” diye çıkar karşınıza... Diyelim ki balkona panjur koymak mı istiyorsunuz, şuralardan geçer işlem; büyükşehir belediyesi, ilçe belediyesi, imar müdürlüğü, ruhsat işleri, koruma kurulu, kültür varlıklarını koruma teşkilatı, tapu dairesi, zabıta, itfaiye, gıda kontrol, temizlik işleri, park ve bahçeler... Bakarlar: “Ya İstanbul’un silueti bozulursa...” Peki üç gökdelen kimse farkına varmadan nasıl o boya geldi de İstanbul’un silueti bozuldu?.. Topbaş “Bir şeylik var” diyor... Vardır... Biz o “şeyliğin” ne olduğunu biliriz... Sadece “utanmak” yoktur... D BD’nin bölgemizdeki iki “stratejik müttefiki”nin Türkiye ve İsrail olduğu bilinmeyen bir “sır” değil. Aynı şekilde, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) gerçekleştirebilmesi için Türkiye ve İs A ABD’nin BOP Projesi’nde KKTC mi Var? Hüseyin ASLAN Ege Koop Genel Başkanı rail’e ihtiyacı olduğu da bir “sır” değil. Kıbrıs Adası; jeopolitik ve jeostratejik konumu dolayısıyla tarihin her devrinde olduğu gibi bugün de, büyük devletlerin kontrol etmek istedikleri önemli bir “merkez” olmuştur. Bu özelliği; Kıbrıs’ı süper güçlerin “çıkar çatışması” ala nına dönüştürmüştür. Kıbrıs’ı kontrol edebilen, Ortadoğu’yu, Afrika’yı ve tüm bölgeyi kontrol edebilir. Günümüzde Kıbrıs Adası fiilen ikiye bölünmüştür. Güney Kıbrıs, Avrupa Birliği’nin üyesi olarak AB’nin, İngiltere’nin ve Yunanistan’ın “manyetik” alanına ve kontrolüne girmiştir. Bu süreç, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin önemini ve dolayısıyla Türkiye’nin bölge üzerindeki potansiyel gücünü, “düzenleyici” fonksiyonunu arttırmıştır. Öte yandan; Libya, Mısır ve Suriye’deki gelişmeler ile hızlı değişim; Kıbrıs’ın özelikle de KKTC’nin ABD açısından önemini daha da arttırmıştır. İsrail’in Kıbrıs Adası üzerindeki ilgisi ve tarih boyunca sürdürdüğü emeli, bugün de, KKTC’deki “stratejik” yatırımlarıyla daha “kapsamlı” bir şekilde sürmektedir. İsrail, Davos’taki “one minute” krizinden önce Türkiye ile ilişkilerinin “olumlu” seyrettiği dönemde, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde, önemli miktarda toprak satın almış, mülk edinmiş ve ciddi yatırımlar yapmıştır. ABD’nin Türkiye ve İsrail’le “stratejik müttefikliği”, Mısır, Libya ve Suriye’deki baş döndüren değişim süreci, İran’ın “potansiyel tehdit” olma özelliği, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ni uygulama ve tüm bölgeyi kontrol etme istek ve kararlılığı, Kıbrıs Adası’nın jeopolitik ve jeostratejik konumuyla birleşince; “KKTC BOP’un uygulama ve kontrol merkezi mi olacak” sorusu zihinlere çengel atıyor. Acaba, İsrail’in KKTC’deki bunca yatırımı, ABD’nin kurmayı planlayabileceği üssün altyapısı mı? ABD, Ortadoğu’yu, Afrika’yı, körfez ülkelerini kontrol edebilmek için KKTC’de altyapısı hazır olan bir “deniz üssü” kurmayı planlamış olabilir mi? Stratejistler, bu sorulara “neden olmasın” sorusuyla cevap veriyorlar. Uzmanlar; “deniz üssü kurmak için Magosa Limanı hazır, Amerikan askerlerinin yerleşecekleri binalar, sosyal tesisler hazır ve Türkiye’nin KKTC’deki ve bölgedeki düzenleyici gücü tartışılmaz” değerlendirmesiyle bu ihtimale gerçekleşme şansı veriyorlar. Sonuç olarak: KKTC, Büyük Ortadoğu Projesi’nin merkezi mi oluyor? C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle