26 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 16 AĞUSTOS 2011 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Deprem Konusunda Tüm Türkiye Uyuyor! TRT Cumhuriyet’ten Ne stiyor? TRT Haber’in Cumhuriyet gazetesine, özellikle İlhan Selçuk’a yönelen sataşmaları bitmiyor! Cumhuriyet 90 yıllık bir gazete, Atatürk devrimlerinin en güçlü savunucusu, koruyucusu. Ama bir süredir değişmiş, askerin, dolayısıyla “darbe”lerin yanlısı, destekçisi olmuş! Bunun da baş sorumlusu, İlhan Selçuk imiş! Mart ayında başladılar her çarşamba akşamı TRT Haber’de Cumhuriyet ve İlhan Selçuk karşıtlarının demeçlerini yayımlamaya... Ben 24 Mart’taki “TRT’ye Göre İlhan Selçuk” başlıklı yazımda bu yayınların iç yüzünü açıkladım. Uzunca bir süre gazetemizde görev yapmış kişilerin, İlhan’ın ölümünden sonra ortaya döktükleri düşmanca davranışlarının ne kadar utanç verici olduğunu söyledim. Ama bitmedi! TRT Haber, aradan dört ay geçtikten sonra aynı yayınları yeniden sürdürmeye başladı... Anlaşılan bir şey var, Cumhuriyet fazla göze batıyor. Bu gazetenin dünkü yazarları olan bu kişiler, sekiz yıldır AKP iktidarının başlıca övgücüleri olmuş, dönekliklerini de kitaplarla, yazılarla kendileri açıklamış, yine de birikmiş tatsız duygularını sergilemekten çekinmiyorlar... İlhan Selçuk, ölümünden sonra bile etkisini sürdürüyor... Bu eski arkadaşlarımızı korkutuyor... Yönetiminde çalıştıkları yıllarda düşüncelerini, duygularını saklamışlar, eski kişiliklerinden soyunduktan sonra, TRT’nin açtığı yolu fırsat bilerek ortaya çıkıvermişler! Yakın tarihin sayfasını azıcık karıştırsanız, burda adlarını saymadığım (oysa marttaki yazımda bir bir saymıştım) bu arkadaşlar Mao’cu, Marx’çı gibi sol düşüncelerinin savunucusu idiler. Zaman değişti, AKP gibi sağcı bir parti işbaşına geldi, belli hesaplar gereği eski yollarından dönmeyi herhalde yararlı gördüler! TRT yönetimini kınamak mı? Neye yarar? İktidarın borazanlarından biri işte!.. Eğer, stanbul’da bir deprem olur ve 30 bin can kaybı olursa, bunun sorumlusu kim olacaktır? Marmara depremlerinde 18 bin üzerindeki can kaybının sorumlusunu bulabildik mi? Bir ‘günah keçisi’ müteahhitten başka hapse giren oldu mu? Devletin Deprem Yönetmeliği, deprem bölgeleri haritası yetersizdi! Kimse devleti suçlayabildi mi? Prof. Dr. Semih S. TEZCAN Yapı Deneti Kuruluşları Birliği Derneği İstişare Kurulu Üyesi Ç eşitli deprem senaryolarına göre 7.4 büyüklüğündeki bir deprem İstanbul’da en az 30 bin kişinin canına ve 150 milyar dolar civarında bir ekonomik kayba sebebiyet verecektir. Ne bu can kaybını, ne yaşanacak acıları ne de bu büyüklükte bir ekonomik kaybı göğüsleyebilecek durumdayız... Bu kadar büyük bir can kaybının ve milli ekonomimize indirilecek böylesine büyük bir darbenin sorumlusu kim olacak? Deprem riskini azaltabilmek için bugüne kadar irili ufaklı birçok yararlı çalışma yapılmıştır. Ana arterlerdeki bazı viyadükler ile yetersiz de olsa bazı okul ve hastaneler güçlendirilmiştir. Ama erişilen son durum yetersiz ve yürekler acısıdır. Bu acı gerçeklere bakarak söyleyebileceğimiz tek söz ‘Türkiye uyuyor!’dan başka ne olabilir? Ne yapmalı? İnsanın aklına gelen ilk öneri şu oluyor: “Deprem yönetmeliğine göre dayanıksız olan tüm kamu ve özel sektör binalarını derhal güçlendirelim!” İlk bakışta makul ve tek çıkar yol gibi görünen bu öneri, aslında ‘çıkmaz sokak’ ve akıl dışı olmaktan öteye geçemeyen bir düşüncedir. Çünkü İstanbul’da bulunan yaklaşık 1.3 milyon binanın, daha doğrusu 3.5 milyon dairenin yüzde 95’i demek olan yaklaşık 3.3 milyon daire, Deprem Yönetmeliğimize göre güvensizdir. Bu ‘güvensiz’ dairelerin bulunduğu binaları güçlendirebilmek için, daire başına ortalama 8 bin dolar masraf varsayımı ile tüm İstanbul için 26.4 milyar dolara ve 25 senelik bir inşaat zamanına ihtiyaç vardır. Ne bu para ne de bu zaman bulunabilir! Hukuksal ve lojistik sorunlar da çabasıdır. O halde, akıl dışı ve ‘çıkmaz sokak’ demek olan bu güçlendirme önerisini artık terk etmekten başka çare yoktur! Risk yönetiminde öncelik, mal güvenliği yerine can güvenliği olarak seçilir ve can kayıplarının genelde daima ‘komple göçen’ binalardan kaynaklandığı göz önüne alınırsa, izlenecek tek doğru yolun, sadece hiçbir binanın ‘komple göçmesine’ izin vermemek olduğu bütün çıplaklığı ile ortaya çıkar. İşte bu nedenle, bir binanın ‘komple göçme’ niteliği taşıyıp taşımadığını tayine yarayan hızlı değerlendirme yöntemleri geliştirilmiştir. Bu yöntemler arasında en etkili ve bilimsel isabet derecesi en yüksek (yüzde 95) olanı P25 Metodu’dur [1]. P25 Metodu ile yaklaşık bir saat içinde ve 900 TL gibi düşük bir maliyet ile betonarme bir binanın ‘Göçer mi?’ veya ‘Göçmez mi?’ olduğunu, yüzde 95 bir kesinlikle tahkik etmek kabildir. li çarpışma; kolon, perde ve yığma duvarların yetersizliği; kolon veya perde süreksizliği; yatayda döşeme süreksizliği; çıkmalar, sıvılaşma, heyelan, büyük oturma, korozyon, beton kalitesi, etriye noksanlığı gibi hususlar göz önüne alınmaktadır. Eğer bir binanın depremde ‘komple göçecek’ nitelikli olduğu anlaşılırsa yapılacak şey, daha doğrusu takip edilecek yol şudur: Binanın ya yıkılıp yeniden yapılması gerekir veya usulüne uygun güçlendirilmesi için mal sahibine iki yıl gibi makul bir süre verilir. Bu süre sonunda bina yıkılıp yeniden inşa edilmemişse veya usulünce güçlendirilmemişse, bina polis marifeti ile iskândan arındırılır ve mühürlenir. Böylece ‘göçecek’ nitelikli binalar, bir bina stoku içinden sökülüp atılmış olur. Sonuçta, hiçbir bina ‘komple’ göçmeyeceği için, pratik olarak can kaybı da olmaz! Başbakanlık istatistiklerine göre, 1999 Marmara depremlerinde depremden etkilenen 10 ilimizde can kaybına neden olan göçük bina ve işyeri sayısının tüm bina ve işyeri stoku içindeki oranı sadece yüzde 6’dır. İstanbul’da bu oranın yüzde 4’ü geçmeyeceği söylenebilir. Çünkü faya daha uzaktır ve zemin şartları daha iyidir. Dolayısı ile can kaybı açısından İstanbul’da binaların yüzde 4’ünden fazlasını güçlendirmek gerekmez! İşte bu nedenle, İstanbul’daki binaların yaklaşık yüzde 95’ini oluşturan tüm güvensiz binaları güçlendirmek akıl dışı bir yoldur. İstanbul’da mevcut bina stoku içinde ‘komple göçecek’ nitelikli olanlarını bulup çıkarabilmek ve fişleyebilmek için her binanın mal sahibi, binasını muhakkak surette ‘göçer mi?’, ‘göçmez mi?’ açısından test ettirmelidir. nalardan usulünce hazırlanmış bir zemin raporu istememek gibi gülünç bir kusuru vardır. Deprem bölgeleri haritasındaki hatalar giderilmek üzere, bir gecede İstanbul’un yarısı 2. derece deprem bölgesinden 1. derece deprem bölgesine çevrildi. Ülkede yapı denetimi yerel yönetimler ve / veya devlet tarafından usulünce ve gereğince yapılıyordu da 4708 sayılı ‘Yapı Denetimi’ Kanunu niye çıkarıldı? Görülüyor ki, en büyük eksiklikler ve görevini gereğince ve layıkı ile yapmayanlar devlet ve/veya onun çeşitli kademelerindeki organlardı. Ne çare ki, hâkimlerimiz, önlerindeki yasalar çerçevesinde devleti suçlayamadılar. Ölen öldüğü ile kaldı. Suçlu bulunamadı. Biz iddia ediyoruz ki, gelecekteki bir İstanbul depreminde 30 bin kişi ölürse, suçluyu gene bulamayacağız. Çünkü, ölüme sebebiyet verme nedenlerini ortadan kaldırma sorumluluğu bulunan kişi ve kuruluşları belirleyip görevlerini tarif etmediğimiz için hâkimler gene hiçbir kimsenin yakasına yapışamayacaktır. Suç var, suçlu yok! İşte, bu açmazdan ve ikilemden kurtulmanın tek yolu, bir yasa tasarısı hazırlayarak, sorumluyu ve dolayısı ile potansiyel suçluyu tarif etmekten geçer. Toptan göçecek ve ölüme neden olabilecek kamu ve özel sektör binalarını tarayıp bulma görevi ve sorumluluğu, konu can güvenliği olduğu için, anayasaya göre doğrudan devletin ve onun adına yerel yönetimlerindir. Dolayısı ile, yerel yönetimler ya kendileri veya mali olanakları elvermiyor ise, mal sahipleri aracılığı ile, her binanın P 25 Testine tabi tutulmasını ve depremde ‘göçmez!’ olduğunun ispat edilmesini istemelidir! talyan savcılar! 6 Nisan 2009 tarihinde İtalya’nın L’Aquilla şehrinde meydana gelen 6.3 büyüklüğündeki bir depremde bina enkazı altında 300’den fazla insan hayatını kaybedince, L’Aquilla eyalet savcısı ‘toplu ölüme sebebiyet vermek’ suçu ile önce deprem profesörlerini tutuklamış ve mahkemeye sevk etmiştir. Tutuklanan profesörler, esas suçun, depremden önce tüm binaları tarayarak ‘göçecek’ nitelikli binaları bulup ortaya çıkarmayan yerel yönetime ait olduğunu iddia etmişler ve kendileri yerine, yerel yönetim liderlerinin tutuklanmasını sağlamışlardır. onuç İstanbul’daki tüm binalar hiç vakit kaybedilmeden taranmalı ve aralarında ‘göçer’ nitelikli olanlar var ise, can güvenliği açısından sadece bu binalar güçlendirilmelidir [1, 3, 4] . Bir binanın depremde ‘göçüp’ ‘göçmeyeceği’ hususunu belirlemek mal sahibinin görevidir. Ancak, yerel yönetimler bu hususta düzenleyici rol almalıdır. Böylece, İstanbul ve bütün Türkiye daldığı derin uykudan uyandırılmalıdır. Gelecekteki bir İstanbul depreminde 30 bin can kaybı olursa, İtalyan L’Aquilla eyalet savcısı örneğinde olduğu gibi, bu toplu ölümlerin dolaylı bir sorumlusu olarak yerel yöneticiler tutuklanmalıdır. Yazarımız yıllık iznini kullandığından yazılarına bir süre ara vermiştir. Hayat Yemyeşilken Umut Mavi Olur mu? Neşe DOSTER Sorumlu ayağa kalk! Göçecek binalar... Bir binanın göçme nedeni olarak kısa kolon; yumuşak kat; farklı seviyede döşeme Eğer, İstanbul’da bir deprem olur ve 30 bin can kaybı olursa, bunun sorumlusu kim olacaktır? Marmara depremlerinde 18 bin üzerindeki can kaybının sorumlusunu bulabildik mi? Bir ‘günah keçisi’ müteahhitten başka hapse giren oldu mu? Devletin Deprem Yönetmeliği, deprem bölgeleri haritası yetersizdi! Kimse devleti suçlayabildi mi? Devletin kontrolünde olması gereken ‘yapı denetimi’ diye bir şey yoktu. Kimse devleti suçlayabildi mi? Kalitesiz beton dökülürken devlet nerede idi? Kimse devleti suçlayabildi mi? Eğer, devlet (veya onun adına yerel yönetimler) her türlü önlemi almış idi ise, niçin 1975’ten beri yürürlükte olan deprem yönetmeliğindeki bina tasarım kriterleri bir gecede (1998) yüzde yüze yakın arttırıldı? Ne tuhaftır ki, halen (2011) yürürlükte olan Deprem Yönetmeliği’mizde de ölümcül hatalar mevcuttur. Zayıf ve yumuşak kat kriterleri ve yaptırımları eksik ve yanlıştır. Yüksekliği 20 katı geçmeyen bi S apsolduğu bedene sığamayan, her daim üretken, çalışkan, gayretli olan kişiler vardır. Ve bu tür kişiler ne kadar yaşlanırsa yaşlansın çabaları devam eder. Bu durumun hekimlikteki adı nedir? Yaşlılık, orta yaşlılık, ileri yaşlılık tıpta hangi sınırlarla tanımlanır? Günümüzde insan ömrü ne kadardır? Bunu belirleyen nelerdir? Bölgesel, kültürel, sosyal ilişkiler, beslenme alışkınlıkları, yaşam biçimi insan ömrü üzerinde ne kadar etkili olur? Sert, acı ve geri dönüşsüz finali geciktirmenin yolları nelerdir? Dolu dolu yaşanmış kısa bir ömür mü, boşa harcanmış upuzun bir ömür mü daha saygındır? Perdenin inmesini geciktirecek en önemli etmenler nelerdir? Bu sorular uzun süredir gündemimdeyken bir dostumun üniversitede sosyoloji eğitimi alan kızına hocası “huzurevleriyle” ilgili bir çalışma konusu vermiş, o da bana gelince yazımı daha fazla geciktiremedim. Yıllar önce 24 Kasım Öğretmenler Günü nedeniyle daha çok emekli öğretmenlerin kaldığı bir dinlenme evine davet edilmiştim. Konuşmamın bitiminde yanıma gelen emekli bir öğretmen bana şunları anlatmıştı: “Artık herkesi yorduğunu düşünen, çevrenin soran ve sorgulayan bakışları arasında bunalan, en çok da kendisi yorulan ve pilin tükenmesi için sessizce dua eden biri oldum. Oysa bir zamanlar atandığı her yere coşkuyla giden, çalıştığı yıllara emeğini, bilgisini katan, öğrencileriyle çok iyi ilişkiler kurabilen başarılı bir öğretmendim.” Donup kalmıştım. Şimdi ölümü özleyen, hatta onu davet eden bu kişi, yıllar önce koşarak derslere giren, karatahta başında heyecanla ders anlatan, öğrencilerine yepyeni ufuklar açan biriyken bu duruma niye gelmişti? Onu buna iten neydi? İlgisizlik mi, vefasızlık mı? Onu dinlerken, kendi aile büyüklerim aklıma gelmişti. Pırıl pırıl zekâsı, bilgisi ve inanılmaz esprileriyle babamı anmıştım. Son anına kadar elinden gazete düşmeyen, dernek çalışmalarını aksatmadan yürüten annemi anımsamıştım. Tam anlamıyla “Ağaçlar ayakta ölür” dedirten dayılarımı, amcalarımı hatırlamıştım. Sonra da kendi kendime zehir zemberek çalışan zihinleriyle, ona koşut pırıl pırıl akıllarıyla yıllara meydan okuyanlar niye yaşlansın ki demiştim. Ya da 100 yaşa delikanlı üslubuyla ve bakış açısıyla varanlara niye yaşlı denilsin ki diye düşünmüştüm. Eğer ortada bir vefa sorunu yoksa! Doğru! Büyümek, oyun oynamamak demekti. Ama oyun sadece çocuklukta oynanmıyordu ki. Gün geliyor hayat sizinle oyun oynamaya başlıyordu. Hele de hayatın her alanda alabildiğine yeşil, vefanın tedavülden kalktığı, umudun mavisinin de Kafdağı’nın arkasında olduğu bir dönemdeyseniz. Ha yatağında ölmüşsün. Ha sert, çok sert olaylarla karşılaşarak yavaş yavaş ölüyorsun. Ne fark ederdi ki? H C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle