23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER CUMHURİYET 5 HAZİRAN 2011 PAZAR Yaşam Hakkını Savunmak... 30 Generalsiz Bir Ordu! Hasdal Cezaevi’nde 30 general var. Tuğ. Tüm, Kor... Derken şimdi de bir orgeneral!.. Koskoca bir ordu, yüksek rütbeli subayların ordusu!.. Bizler, “paşa” dedik mi, akan sular dururdu... Hele Cumhuriyetin, Mustafa Kemal’in paşaları!.. “Paşa” sözü kaldırılmak istenmişti, ama halk dilinde, daha doğrusu gerçek yaşamda vardı hep, Gazi Paşa, İsmet Paşa... Büyük bir saygıya, sevgiye layık olmaktı. Tüm milletçe sevilmek, sayılmak... Dokunulmaz bir değerdi. Dokuz yılda Türkiye bambaşka bir ülke mi oldu? Saygıdan, sevgiden kopuk... “İrtica” ile savaşmak bir görevdir diyen, isteyen, bu yolda çaba harcayan, ağır suçlamalar altında... Dolayısıyla yıllarca Hasdal’larda, Silivri’lerde yatmak zorunda... Meğer suçmuş, şeriatçı topluluklara, akımlara, Atatürk cumhuriyetini değiştirmek isteyenlere karşı çıkmak!.. Oysa, orda burda çeteler kurulmuş, belli amaçlı gruplar, tarikatlar, gizli dernekler, köyler, neredeyse küçük kentler kurulmuş! Kim dokunmaya kalkarsa büyük bir suç işlemiş sayılıyor! Balanlı Paşa bu yüzden tutuklu. Silivri mahkemesinde yargılanacak. Tam Hava Kuvvetleri komutanı olacakken yolu kesildi! “Sen niye gericilik yuvalarına karşıt bir şeyler yapmaya kalktın.” Cumhuriyet tarihinde bu yüzden bir orgeneral suçlanıyor, hesap vermeye çağırılıyor! Bütün bunlar garip işler, ama yaşandı, yaşanıyor! Daha da yaşanacak mı? Dünyanın önde gelen bir güçlü ordusu yarı yarıya küçültüldü? Dış düşmanların istediği gibi!.. Hani biri ne demişti: “Biz bu generallerle iyi ki savaşa girmemişiz, yoksa!..” İşte 30 general, bir de orgeneral, daha nice askerimiz!.. Bilmem, daha yetmez mi diyorsunuz. Bütün bunların bir hesabı var, olacak, olmalı, sorulmalı... Tahribatları kabullenemeyen Anadolu insanı hiçbir siyasal manipülasyon ile hareket etmeden, sadece yaşam hakkını savunmak için Ankara’ya yürüyor. “Üstün kamu yararı”, “sürdürülebilir kalkınma” gibi kavramların doğanın sömürülmesine gerekçe olamayacağını söylüyor. Dünya Çevre Günü’nde yanlarında olacağız. Onlara destek için değil, kendimize ve yaşamımıza destek olmak için... Bülent TANIK Çankaya Belediye Başkanı ok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan doğamızın kadim dengesini, sağlıklı ve mutlu bir yaşamın birinci şartı olarak görüyoruz. Var olan idari sistemin, taleplerimizi karşılayacağına dair inancımız kalmadığından halk olarak bu gidişe dur diyor, parçası olduğumuz doğa anamızın haklarıyla birlikte kendi yaşam hakkımızı savunmak için ayağa kalkıyoruz.” Nisan ayında Anadolu’nun dört bir yanından yürüyüşe geçerek Ankara’ya, başkente sesini duyurmak için gelen Büyük Anadolu yürüyüşçülerinin manifestosunun sonundaki bu cümleler aslında bize şu gerçeği bir kez daha yakıcı biçimde hatırlatıyor: Doğa, içinde “yaşayan” insanla birlikte bir bütündür ve doğanın başına gelen her şey, aslında insanın da başına gelir. Ankara Gölbaşı’nda hayvanlarıyla birlikte gelen ve kente sokulmayan Anadolu yürüyüşçüleri, günlerdir yağmurun altında zor koşullarda çadırların içinde konaklıyor. Genel seçimlere sayılı günler kala verdikleri mücadele ile Anadolu topraklarının, suyunun, yer altı kaynaklarının büyük şirketlerin çıkarları için acımasızca pazarlanmasına karşı çıkıyorlar. Onlar, büyük kentlerin kirli gürültüsünde kulakları duymaz, gözleri görmez olan “modern” insana, yerelden taşan bir dalga biçiminde Anadolu insanının ve doğasının çığlığını ulaştırmaya çalışıyorlar. Şirketlerin kazanma hırsının ve aşırı tüketimin bizi topyekun yok oluşa götürdüğünü haykırıyorlar. Aslında hepimizin yaşam hakkını savunuyorlar. ediyor. Bu tahribattan insanoğlu da diğer tüm canlılar gibi nasibini alıyor. Anadolu’ya bakacak olursak, insan eliyle yaratılan yıkıcılığın bugünkü siyasal iktidar eliyle son yıllarda daha da güçlendiğini, akarsuların, madenlerin, orman alanlarının, kıyıların ve kentlerin “çılgınca” yağmalandığını görmek mümkün. Almanya, tüm nükleer santrallarını kapatma kararı alırken ülkemizde nükleer santral yatırımlarına başlanıyor. Akarsular üzerine yapılan ve yapılması planlanan yüzlerce hidroelektrik santralı, akarsu havzalarındaki ekolojik yapıyı tamamen bozuyor. Son 10 yılda maden arama ve çıkarma için 10 binin üzerinde ruhsat verildiği biliniyor. Kentlerde uygulanan “dönüşüm” projeleri ile yoksullar yerlerinden edilip sorunlar farklı alanlara taşınıyor. Yerlerinden edilenlerin yerine “lüks rezidanslar”, “hayallerdeki yeni yaşam alanları” inşa ediliyor. Büyük alışveriş merkezlerinin yaygınlaşması ile kentin merkezleri ve sokak yaşamı giderek ölüyor. Kent içi ulaşımda otomobil öncelikli düzenlemelerle bireysel ulaşım özendiriliyor ve petrole dayalı ulaşım yapısı hâkim kılınıyor. Karadeniz otoyolu ile Anadolu kıyılarının dörtte biri ile insanın ve kentlerin ilişkisi koparılıyor. Seçim döneminde kentler üzerinden üretilen projeler ise yine bu kapitalist yağmanın bir parçası olarak gündeme geliyor. “Kanallar”, “tüneller”, “dev kentler” gibi projeler, yaratacağı çevresel tahribat ve bozulmalara bakılmaksızın kolaylıkla telaffuz ediliyor. İşte tam bu noktada, bu tahribatları kabullenemeyen Anadolu insanı hiçbir siyasal manipülasyon ile hareket etmeden, sadece yaşam hakkını savunmak için Ankara’ya yürüyor. “Üstün kamu yararı”, “sürdürülebilir kalkınma” gibi kavramların doğanın sömürülmesine gerekçe olamayacağını söylüyor. Dünya Çevre Günü’nde yanlarında olacağız. Onlara destek için değil, kendimize ve yaşamımıza destek olmak için... Yatırım mı, yağma mı? Eşek... Eşek bir kör kuyuya düştü... Kuyunun başına toplananlar “Nasıl düştün böyle?” diye seslendiler... Eşek yanıtladı: “Eşekliğimden...” “Nasıl yaptın eşekliği?..” “Bakmadık, görmedik, anlamadık yani...” “Seninki de tam eşeklik ama... Biraz bakmaz mı adam nereye gidiyorum diye?.. Baktın önünde karanlık var, düşmeyeceksin...” Eşeği kurtarmaya karar verdiler... Ama düşmek kolaydır da çıkmak zordur kör kuyulardan... Herkes bir şey söyledi: Kimisi “Eğitim...” dedi... Kimisi “Müstahak, çıkartırsak yine düşer, bırakın aklı başına gelsin” diye ekledi... Kimisi “Çıkmayacağına göre, ona yardım gıda paketi verelim, otursun oturduğu yerde, sesini kessin” önerisinde bulundu... Kimisi farklı teklif getirdi: “Ona aslında iyi bir noktada olduğunu söyleyelim... Önündeki kör kuyuyu göremeyip düştüğüne göre, ne halde olduğunu da anlamaz eşek...” Sonunda.... Sonunda kuyunun başındakiler eşeği kurtarmanın zor olduğunu düşündüler... Eşekten vazgeçip üzerine toprak atarak kuyuyu doldurmaya karar verdiler... Kararlarını eşeğe bildirdiler... Eşek sordu: “Hani bizi kurtaracak çılgın projesi yok mu?..” Kimse onu dinlemedi... Küreklerle kuyuyu doldurmaya başladılar... Eşek, üzerine gelen her toprağı silkeledi, ayaklarının altına düşen toprağın üzerine çıktı, böylece yavaş yavaş yükseldi... Ve kuyu dolduğunda... Eşek kuyudan çıkmıştı... Üzerine gelen felaketi silkeleyip atamayan, razı olan, katlanan ve tepki göstermeyen eşekler içindir bu hikâye aslında... Eğer eşek üzerine gelen felakete tepkisiz, sessiz kalıp katlansaydı... Gitmişti... Hikâyenin tam burasında size “kıssadan hisse” demem gerekiyor ya... Bunun doğrusu “eşekten hisse”dir... “Y Doğa kimin? Anadolu insanını bu çığlığı atmaya zorlayan sürece baktığımızda “doğa kimin” sorusunun sorulmasında yarar var. İnsanoğlu farklı bir düşünüş ve yapış biçiminin verdiği avantajı kullanarak özellikle pozitivizm, bilimsel gelişmeler ve sanayileşme ile birlikte kendini doğanın tek hâkimi olarak gördü. “Doğa, ancak insanın amaçlarına hizmet ederse değerlidir” anlayışı, geçen 200 yılın temel bakış açısını oluşturdu. Bu bakış açısı insanı merkeze koydu; toprak, su, bitki ve diğer canlıları sömürülmesi gereken bir kaynak olarak algıladı. İlk başlarda doğa, üzerindeki tahribatı görece tolere edebilirken son 50 yıldır tüketim düzeyindeki olağanüstü artış, yeryüzünün kendini yenileme ve temizleme kapasitesini aşmış durumda. Bunun en somut örneği, sera gazları sonucu ortaya çıkan küresel ısınma ve buna bağlı iklim değişikliğinin gözle görülür biçimde yaşamımızı etkilemeye başlamış olması... Artık insanlar şu soruyu sormaya başladı: İnsan doğanın sahibi mi, yoksa uyum içinde yaşamak zorunda olan bir parçası mı? İşte Anadolu yürüyüşçüleri de sorunun ikinci kısmını savunan bir birliktelik… Bu soruyu sorduktan sonra, doğayı tahakküm altına alma yarışındaki sistem net olarak öne çıkıyor. O da sürekli büyümek, büyürken de tüketmek zorunda olan ve sadece kâr hedefleyen bakış açısının sonucu olarak bütün yeraltı ve yerüstü kaynaklarını vahşice yağmalayan, sömüren mevcut yapı. Yıkım, en kaba, en haşin haliyle kendi programını doğaya dayatıyor. İnsanın gerçek ihtiyaçları ve makul tüketim düzeyi ile değil, yaratılan yapay ihtiyaçlarla süren yok edicilik, doğayı tümüyle pazarpara daha çok kâr fasit dairesine sıkıştırıyor ve tahrip C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle