17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 14 HAZ RAN 2011 SALI 2 günlerde yılda on liraya bunca eğlendirici yayın, doğrusu bedavadır! Her gün baklava yense kişi bıkar. Radyonun tek yanlı kişiliği, partizanlığın geveze bir alet haline getirilmesi yurttaşı ilkin sinirlendirmişti, sonra işin eğlendirici yönleri ortaya çıktı, ama çok geçmeden bu eğlenceden de sıkıntı duyulmaya başlandı. Bir bakanın konuşmasını iki üç gün üst üste dinletmek, açıkgöz transfercilerin adlarını her gün dakikalarca tekrarlamak artık ne kızgınlık veriyor, ne de eğlendiriyor! İktidar liderleri radyoyu kendilerine ait bir araç sayıyorlar. Onlara göre radyo devletindir, devletin temsilcileri de kendileridir! Öyleyse radyo yayınlarını istedikleri gibi kullanabilirler. Ama yurttaş yılda on lira vergi veriyormuş radyo dinlemek için... Yurttaş, partizan nutukları yerine yararlı konuşmalar, güzel müzik parçaları, işe yarar bir program istiyormuş! Kime ne? Kimin umurunda? Parasını ulus veriyor, ama radyo programlarında yurttaşın istediği olmuyor. Yani parayı veren düdüğü çalmıyor. Düdüğü başkaları çalıyor. Hep de kendi istedikleri havayı!.. üstelik de hep aynı, hiç değiştirmedikleri tek sesli, tek yönlü bir havayı! Bir de ücretleri iki misline çıkaracaklarmış! Radyoyu zaten sıkıntı, bıkkınlık, sinir bozma aleti olarak gören yurttaş, bir de bu yüzde yüz zamla karşılaşınca ne yapar, bilmem. Marttan sonra PTT merkezleri radyosunu teslim eden vatandaşlarla dolup taşmazsa, gene iyi! Ama bizler yirmi lirayı hep ödeyeceğiz. Bir gün nasıl olsa aynı radyo istasyonları partizanlığın bu yurtta sona erdiğini müjdeleyecektir... O gün, radyomuz olmalı ki bu müjdeyi duyabilelim. Yirmi liraları verip devlet radyolarının, Vatan Cephesi anlayışından kurtulacağı günleri bekleyeceğiz. Gittikçe yakınlaşan o günleri...” Evet, o günleri, hep bekledi bu halk!.. Daha da bekliyor! Bir gün, bir gün, bir gün diye diye... OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Seçim Savaşının Ardından ürkiye’deki seçim kampanyasını izleyenlerin belleğinde özellikle parti genel başkanlarının birbirlerini karşılıklı hedef aldıkları kalacaktır. Bu hedeflere yönelik salvoların niteliği ve bunların hedefi ne denli tutturduğu sorusu bir yana, böylesine bir seçim savaşının demokrasiyle bağdaşıklığı sorusu tortu olarak uslarda kalacak. Demokratik bir seçime katılan partilerin ve onların temsilcilerinin, birbiriyle kıyasıya, giderek erdem dışı savaşının demokrasiyle, demokratik bir seçimle ilgisi nedir? Yasamayı ve yürütmeyi temsil yoluyla oluşturmanın bir aracı olan seçim sürecinde, değil partiler ve genel başkanlar savaşının, bunların birbiriyle yarışının bile yeri olmaması gerekir. Çünkü, yurttaş katılımının yöntemi demek olan temsili demokraside yönetime talip olmanın hedefleri partiler ve kişiler arasında bir yarışa gerekçe olmayacak denli herkes için açık ve bir olmak gerekir. Hedef iş, aş, eğitim, temel hak ve özgürlükler, adaleti gerçek Ha Bugün, Ha 50 Yıl Önce! Bugün sizlere elli yıl önceki bir yazımı sunmak istiyorum. “Radyo Konusu” adlı bu yazım, 27 Ocak 1960 günü “Vatan” gazetesinde çıkmıştı. O günlerde TV’ler yoktu, tek başına PTT’nin radyosu vardı. O da, iktidardaki Demokrat Parti’nin elindeydi. Başlıca görevi Menderes yönetiminin övgüsünü yapmaktı, tıpkı bugün birçok AKP yandaşı TV’nin yaptığı gibi!.. Bu benzerlik önce şaşırtıcı gelebilir, ama biraz düşündünüz mü ha dün, ha bugün diyeceksiniz!.. “Radyo sahibi her yurttaş yılda on lira ücret ödemektedir. Bir milyondan fazla radyo bulunduğuna göre PTT on milyondan fazla bir gelir elde etmektedir. Şimdi karar vermişler, yıllık ücret mart başından itibaren yirmi lira olacak. Hesabı iyi yapmışlar. On lira veren nasıl olsa yirmiyi de verir. Oldu olacak bari PTT bir misli daha fazla kazansın! Hesap iyi, ama bir de ters yönü var. O da sabahtan akşama kadar DP propagandasını yapmakla görevli istasyonların yayınını dinlemek için iki misli ücret ödemeyi yurttaş nasıl karşılar? Radyo dinlemeyenler bir ara dernek de kurmuşlardı! Sonra ne oldu bilmem, bu dernek kapatıldı, mahkemeye verildi, bir şeyler olup ortadan kalktı. İmkân bırakılsaydı devletin radyosunu dinlemeyenlerin epeyce kabarık bir sayıya yükselmiş olduğunu görecektik. Yılda on lira ücret karşılığında yurttaşlara bu bol partizan konuşmaları, saatler süren seçim nutuklarını, türlü hesaplarla partiler arası transferlerde kendilerine çıkar arayan açıkgözlerin mektup ve telgraflarını dinletiyorlar... Sudan ucuz! Yılda on liraya bu kadar eğlence!. Bir sinemaya gitmenin dört lira olduğu T Yüksel PAZARKAYA leştiren hukuk, kültür, sağlık, güvenlik, huzur, refah, mutluluk ve bu hedeflere yönelik sürdürülebilir bir gelişme yolundan başka ne olabilir? O zaman, partilerin ve temsilcilerinin seçmen karşısında birbirlerini kötülemenin, karalamanın, daha da öteye yasadışılıkla suçlamanın ne anlama geldiğini anlamak güç. Bunun demokrasiyle ve demokratik seçimle ilişkisini bulmak olanaksız. Milletvekilliğine ve yürütmeye talip olan parti ve kişinin seçmen karşısında yapacağı tek iş olmalı: O da ülke ve toplum açısından herkes için aynı olması gereken hedeflere ulaşmanın yol ve yönteminin dile getirildiği programları açıklamaktır. Somut ve arı duru açıklanan programları dinleyen seçmen de bunlardan anlayışına uygun olanı yeğleyecek ve seçecektir. Seçim kampanyasında partilerin ve adayların programları dışında seçmene anlatacağı bir konu yoktur aslında. Parti başkanlarının ve diğer adayların karşılıklı birbirlerini hedef tahtası yapmaları, asıl hedefler için prog ramlarının olmadığı ya da kendi programlarına güvenmedikleri anlamına gelir. Yeniden iktidara talip olan bir iktidar partisiyle muhalefet partileri arasında bir fark var doğallıkla. İktidar partisi, iktidar yılları boyunca uyguladığı politikayla programını göstermiştir. Bu programın ve uygulamasının eleştirisi, muhalefet partilerinin hakkı ve görevidir. Kendi seçeneklerini de somut olarak açıklamak koşuluyla. İktidarın, muhalefet partilerinin hepsi beni hedef almış diye yakınması, sahte bir mağduriyet yaratma denemesinden başka bir şey değildir. 1950 öncesine dönüp ana muhalefeti yermek de kendi programına güvenmemek anlamına gelmez mi? İktidarın soruşturma ve ortaya çıkarma görevini unutup yasadışı kaydedilen görüntüleri kullanmak da demokratik bir kampanya olmasa gerek. Seçim kampanyası ve seçim bitti. Gerçekten demokratik, özgürlükçü ve adaleti güvence altına alacak yeni bir anayasanın gerçekleştirilmesi ve gelecek seçim kampanyalarının yalnızca yol, yöntem ve programlar üzerinden yapılması umudunu koruyoruz. Koyunları Sayacaksın!.. Bazen bir şeyi anlatmakta zorlanırsınız... “Yani” dersiniz, “Çünkü” dersiniz, “Hani” dersiniz, “Ama” dersiniz, “Öf be” dersiniz, “Demek oluyor ki” dersiniz... Anlatamazsınız... Hadi baştan: “Şöyle diyeyim...” Bu durumlarda benim başvurduğum yol “Nasıl anlatmalı?”dır... Artık karşı taraf düşünsün: “Nasıl anlatmalı?..” Aslında anlatacak bir şey yoktur... Ya da anlatacak şey anlatılamaz... İşte; sonuç ortada... Türkiye AKP yönetiminden memnun... Ki yaptıklarını az bile buldu... Çıkarttı desteğini yüzde 47’den, yüzde 50’ye... Demek ki korkuyu, tehdidi, baskıyı, şantajı, hakareti beğendi... Hiddeti sevdi... Dirilerden sonra ölülerin azarlanmasından hoşlandı... Basılmamış kitapların tutuklanmasından, ayağa kalkmayanların hapse atılmasına kadar olumlu buldu... Ne kadar komutan varsa içeri tıkılmalarına bayıldı... Yatak odalarına kamera konulmasını da, telefon dinlemelerini de onayladı... Sanatta; heykelin kafasının koparılmasından... Eğitimde; şifreli sınavlardan... Ekonomide; dört kişiden birisinin işsiz, beş aileden birisinin yoksul ve yardıma muhtaç olmasından mutlu oldu... Çıktı oylar: Yüzde 47’den, yüzde 50’ye... 2007 genel seçimlerinden bu yana hukukta, demokraside, ulusal bütünlükte, toplum barışında, güvenlikte, çağdaşlıkta, insan gibi yaşama koşullarında bir düzelme olduğunu gören ya da söyleyen var mı?.. Yine de AKP oyları arttığına göre... Nasıl anlatılır?.. Bazen anlatamazsın.. Yani anlatılacak gibi değilse, neresini anlatacaksın?.. Bocalarsın... Uykusu kaçar insanın... O durumda koyunları sayacaksın... Takıntılar ve Yaratıcılık A Prof. Dr. Coşkun TEC MER bu hareketin anlamı ne olabilir? Ben bunu hayatta kalma ve ilerlememizi sağlayan genlerimizin bir tercihi olarak yorumluyorum. Hedefe kilitlenme her zaman burada olduğu gibi muzipçe ortaya çıkmaz. İrade dışı ve bilinçsizce yapılan bu hareket kişilerin amaçları dışında yararlı bir sonuç ortaya çıkarmıştır. Yaşamda bunun tersi durumlar da olabilir, büyük çabalar anlamsız ve sonuçsuz kalabilir. Yaşam bir tercihler ve hedeflere ulaşma alanıdır. İrili ufaklı sonsuz sayıda olasılıktan istediklerimizi seçiyoruz. Tercihlerimizde bazen bilinçli, bazen bilinçsiz olabiliyoruz. Seçimlerimizden kimilerini kısa sürede bırakma eğilimine girerken kimilerini tutkuyla sürdürüyoruz. Kendimize yol bulup ilerlerken seçimlerimiz ve bunlara ne denli sahip çıktığımız büyük önem taşıyor. Tüm bunların toplamı da yaşamımızı oluşturuyor. Gazetelerdeki haberlere bakılırsa her gün yeni bir gen bulunuyor. Bir gün sigara içme geni, bir gün âşık olma geni ortaya çıkarılıyor. Genleri baskın olan kişilerin bu davranışlara alışması daha kolay oluyormuş. Tabii ki genlerimizde sigara, aşk gibi şifreler yok. Herhalde burada anlatılmak istenen bazı insanların bu alanlardaki tutkularının daha güçlü ortaya çıkması. Bir kulvarda ısrar ve inatla yol almak bizi bazen üretkenlik ve yaratıcılığın doruklarına çıkarabilirken bazen de patolojik olarak nitelendirebileceğimiz noktalara savurabilir. Bu anormal yönelimin uç örnekleri obsesyon, takıntı ve saplantıdır. Yani tutkuyla isteme, konuya sıkı sarılma, inatla bir alana yönelme, hedef konusunda ısrarcı olma kişiyi olumlu noktaya yönlendirebileceği gibi, korkutucu dehlizlerin karanlık bölmelerine de itebilir. Aslında buradaki davranış biçimleri, tutumlar açısından birbirinden çok farklı değil, ancak sonuçları bakımından çok ayrı kutuplarda yer alıyor. Hedefe kilitlenme ve azimli çaba sonucunda bir yapıt ortaya koymuşsak bu bizi yüceltiyor, yaratıcı kişi olarak tanımlanıyoruz. Ama tam aksine aynı noktada ısrarla duruyorsak, tekrarlarla belli düşünce ve inanç etrafında kısırdöngü içindeysek nevrotik olarak yaftalanıyoruz. Bunların aynı orijinden kaynaklandıklarının belirtilerinden biri de üretkenlik ve yaratıcılık gösteren kişilerde kimi zaman yoğun takıntı ve obsesyonların da bir arada bulunabilmesidir. Bilim bir gün mutlaka bu eğilimlerin biyolojik temellerini tüm ayrıntılarıyla ortaya çıkaracaktır. Özellikle sanatçılar duyarlı kişilikleriyle bunu tipik olarak yaşayan insanlar. Tarihe mal olmuş büyük yazar ve sanatçıları vrupa’da bir ülkede pisuvarlara sinek resmi yerleştirilmiş. İnsanlar tuvalet ihtiyaçlarını giderirken sineği hedefliyorlarmış. Karasinek öyle bir noktaya konmuş ki pisuvarlar ve çevre daha az kirleniyormuş; böylece temizlik için gereken deterjan ihtiyacı büyük ölçüde azalmış. Bu da milyonlarca liralık tasarruf sağlıyormuş. İnsanların bu davranışını nasıl açıklamalı, nereye yerleştirmeli? Bilinçsizce yapılan ama sonuçları bakımından işyeri sahiplerine milyonlarca lira tasarruf sağlayan düşünelim. Birçoğunun yaşamöyküsü inanılmaz derecede karmaşık, normal insanlar için anlaşılması güç takıntı ve saplantılar girdabında sıkışıp kalmıştır. İntiharla sonuçlanan yaşamlar hiç de az değildir. Yapıtını ortaya koyduğu zaman dâhi olarak nitelendirilen sanatçı, bunalımlardan dolayı intiharla yaşamını sonlandırdığında hasta kişi oluveriyor. İnsanlar böyledir de toplumlar çok mu farklıdır? Toplumlar da bireyler gibidir. Onlar da sağlıklı ya da sağlıksız olabilir. Kimi çocuksu, kimi olgundur. Kimi bazen üretken, bazen de takıntılıdır. Bir toplumun bireylerinin aynı şeyleri düşünmesi, bir amaç etrafında birleşmesi her zaman normal olunduğunu göstermez. Tüm bir toplum da yanılabilir. Örnek mi? İkinci Dünya Savaşı’nın Hitler Almanyası’nı düşünün. Yahudileri toplama kamplarında denek hayvanı gibi kullanan, akıl almaz sofistike işkence yöntemleriyle öldüren zamanın Alman toplumu çok mu normaldi? O tarihte dünyaya hâkim olma gibi takıntılı bir idealin peşinde giden toplum, sonu hüsranla biten bir maceraya girmişti. Bugün ise o hastalıklı enerjinin, teknolojik gelişmenin doruklarında yeni başarılara dönüştüğünü görüyoruz. Bize gelince, bana göre günümüz Türk toplumu çocuksu, olgunlaşmamış bir ruh halini yansıtıyor. Geleceği konusunda bir devlet politikası olmayan, farklı siyasal unsurların birbirine empati yapmadığı, toplumsal bir uzlaşı zemini yakalayamamış bir toplum. Tarihten de biliyoruz ki böyle çocuk kalmış toplumlar, grupların kendi inanç ve takıntıları peşinde koştuğu, her kafadan farklı sesin çıktığı ama bunların bir ritim ve armoni oluşturmadığı kaotik toplumlardır. Bu tür toplumlar akıllarını başlarına almazlarsa olgun, gelişmiş ağabeylerinin gözetim ve denetimine girmeye mahkum olurlar. Öyleyse yapılması gereken, tüm kesimlerin takıntılarından kurtulması, korkmadan daha yaratıcı, bir arada yaşamayı kolaylaştırıcı yeni paradigmalar geliştirmesidir. Günümüz, aynı nakaratların tekrarlandığı değil, şairin de dillendirdiği gibi yeni şarkıların söylenme zamanıdır. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle