25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 15 MAYIS 2011 PAZAR 10 PAZAR YAZILARI Cannes, Ceylan, borazan B u yıl Fransa’yı şimdiden kuraklık sardı. Paris dahil birçok bölgede tüketim kısıtlamaları başladı. Genelde güneyde ısı daha yüksek ve kurak olurken 2011 baharı birkaç gündür festival için geldiğimiz Cannes ve Cote d’Azur enfes bir iklim sunuyor. Ilıman havalar ‘sinemaperverlere’ adeta bir ayrıcalık tanıyor. Festival zamanı nüfusu 34 misli katlanan, bu kıyının en çirkinleştirilmiş kenti Cannes öyle güzelleşiyor ki, adi reklam panoları bile anlam kazanıyor. Resmi açılıştan birkaç saat önce kıyıda bir kahvede oturuyorduk. 2011’i Türkiye sinemasına tarih kılmaya aday Nuri Bilge Ceylan’ı yakın dostlarıyla gezinirken yakaladık. Yeryüzünün en saygın ve büyük (sanmayın ki bu sıfatları yalnızca ben kullanıyorum) sinema buluşması N.B. Ceylan sayesinde bizim için, Türk sineması ve Türkiye için ayrı bir heyecan, bir onur ve gurur kaynağı oldu. Onun katıldığı her yıl Cannes’ı, sinemayı, sanat dünyasını bir başka merak, keyif ve hazla izliyoruz. Zira biliyoruz ki, “Güzel ve yalnız ülkemiz” onun sayesinde daha güzel ve daha az yalnız... Her milletin basınında (bizdeki sayıda olmasa da) iktidarlara yakın yayın organları mevcuttur. Dümen suyunda gidip dümende olduklarını sanırlar. Veya tam tersi! Bizim hobilerimizden biri de, olabildiğince karşılaştırmalı yöntemle onların “dalkavukluk” performanslarını izlemektir. Örneğin, Fransa’da sağ kesimin ünlü gazetesi Le Figaro oldum bittim muhafazakâr hükümetlerin, egemen sınıfların kürsüsü, buralardaki deyişiyle “Sahibinin sesi” olmuştur. Gazete ulusal gündemde ne varsa, her şeyi iktidarın çıkarları doğrultusunda elekten, gerekirse süzgeçten geçirir. Arada bir borazanlığın (!) endazesini şaşırsa da, çoğunluğun adabına uygun yapar. Fakat iş bilim ve kültüre geldi mi Le Figaro dahi çok saygılıdır. Adam muhalifmiş, anarşist komünist olmuş; eşcinselmiş, dinsizmiş hiç fark etmez. Zira gazete yönetimi çok iyi bilir ki, o kişi Fransa’yı ancak yüceltir ve ülkeyi yeryüzünde daha “güzel” kılar. Ceylan Cannes’ın yarışmalı Resmi Bölümü’ne (14 Nisan) seçildiğinden beri Türk ve Fransız basınını izliyorum. Fransız basını Ceylan’ı sürekli Pedro Almodovar, Dardenne Biraderler, Malick, Moretti, von Trier gibi büyükler ve favoriler arasında anarken, bizim basındaki bazı borazanların aykırı tellerden çaldığını fark ettim. Hem de her zamanki gibi saman altından su yürüten, sol neoliberal kesimin “ileri demokrasi” saflarındaki omuzdaşları; hani şu Türkiye’nin en çok dağıtılan PAR S (!), ılımlı gericilikte öncü gazetesi... Anlaşılan 21. yüzyılın en önemli Türk sinemacısı olarak öne çıkan sanatçı ve Cannes Film Festivali’nin seçicileri UĞUR HÜKÜM hakkında öylesine sağlam kaynağa sahip ki, imzasız bir yazıda patavatsızca şu cüretkârlığı gösterebiliyor: “Ana yarışmada Cannes’da daimi ‘kontenjanı’ bulunan Ceylan dışında bir Türk yönetmen yok.” Cannes’ın “daimi kontenjanı”nı bilmek için CIA veya Mossad’la mı çalışıyorlar hazretler acaba? Fakat büyük sanatçıya olan iyimser ihtimalle hasletlerini bir başka vesileyle çok daha iyi dışa vuruyorlar. Gazetenin 30 Nisan tarihli Cumartesi ekinde, “Parası olan herkes yönetmen olabilir” diyebilecek hafiflikte bir sinemacıyla yapılmış bir söyleşi gördüm. Tabii kardeşim parası olan herkes her şey olur sizin dünyanızda, ama sanatçı veya bilim insanı olamaz deyip çapraz okumayla geçecektim. Birden “Nuri Bilge filmlerine tahammül edemiyorum” şeklinde bir alt başlık gözüme çarptı. Afalladım. Kimdi küstahlığı bu raddeye vardıran adam? “Vizontele”, “Yahşi Batı” ve “Sınav” gibi Türkiye’yi sinema salonlarına döndürmeyi başarmış filmlerin yönetmeni Ömer Faruk Sorak’tı. Filmleri meraktan izlemiştim, ama çalışmalara dünya ölçütlerinde bir şans göremediğim için adını bile hatırlamıyordum. Pek bilmiş gazetecinin, “Cannes’da niçin az adayımız oluyor” gibisinden sorusuna, o da aynı pek bilmiş tavırla “Orada lobi devam ediyor. Bir film iyi olduğu için ödül aldığı yer değil” diyebilecek (cahil) cesareti, en önemlisi bilgiyi nereden alıyordu? Şöyle devam ediyordu: “Onun gibi biri olabilir miydim? Olamazdım. Benim olamamam demem onun kötü olduğu anlamına gelmiyor. O kadar uzun ve ağdalı bir dille hikâye anlatmaya tahammül edemem.” Hop! Burada duralım. Sorak hiçbir biçimde gazetenin attığı altbaşlıktaki terbiyesizliği yapmıyordu. Hazret gazeteci “Nuri Bilge filmlerine tahammül edemiyorum” diyerek Sorak’ın görüşüymüş gibi kendi fikrini zikrediyordu. Sözleri gazetecilik oyunuyla çarpıtılan Sorak büyük bir dürüstlükle, “(Ceylan) Görüntüyle derdini anlatıyor, sinemanın doğrusunu yapıyor” diye tamamlıyordu. Gerçekte Ceylan resmi seçmelerin açıklandığı 14 Nisan günü saat 12’ye kadar “Bir Zamanlar Anadolu’da” başlıklı filminin festivale seçilip seçilmediğini bile bilmiyordu. 64. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü kimin kazanacağını biz 22 Mayıs akşamı öğreneceğiz. Türkiye’nin daimi altın borazanı, her yerde hazır ve nâzır hocaları nasılsa sonuca vakıftırlar. Açıklasalar da dünya öğrense! ugur.hukum@gmail.com Üç mezarlı adam... u sabah erkenden gelip kapımı çaldığında.. Şeytana merhaba dedim... Sanırım gitme zamanı geldi... Şeytanla ben yan yana yürüyoruz... Ölüp gittiğimde bebeğim, beni yol kenarına gömebilirsin... Böylece benim yaşlı kötü ruhum Greyhound otobüsüne biner ve gider...” Blues müzisyeni Robert Johnson “Me and the Devil Blues” isimli şarkısını 1930’lu yıllarda söylerken bir gün müzik dünyasının efsanevi sanatçılarından biri haline geleceğini bilmiyordu. Rolling Stone dergisinin “Tüm zamanların en büyük 100 gitaristi” listesinde 5. sıraya koyduğu bu blues ustası, Eric Clapton, Led Zeppelin, Rolling Stones, Fleetwood Mac gibi nice ünlü rock grubunu derinden etkileyen bir idoldü ayrıca. Clapton’a göre Johnson “yaşamış en büyük blues şarkıcısıydı”. 193637 yıllarında plaklara kaydedilen 29 şarkısı, tüm modern blues ve rock müziğinin temeli oldu. Johnson ya kendi yazdığı ya da geleneksel kaynaklardan “B uyarladığı şarkıları söylüyor ve WASHINGTON Robinsonville kentine gelir. kimse onun içindeki çığlığı Johnson, House’un müziğinden taklit edemiyordu. Elinde derinden etkilenir ve müzisyeni gitarıyla yollara düşen, her her yerde takip eder. Ancak gitar kentte arkasında başka bir kadın konusunda yetenekli değildir. bırakan ve yalnızca 27 House, Johnson’dan “yetenekli ELÇİN yaşındayken ölen Johnson’ın bir mızıkacı ancak utanç verici POYRAZLAR kişiliği ve yaşamıyla ilgili pek düzeyde kötü bir gitarist” diye çok ayrıntı hâlâ karanlıkta. söz eder. Johnson kenti terk eder. Şeytanla bir anlaşma yaptığı efsanesi de Güney Mississippi’de geçirdiği bu dönem, buna dahil. 8 Mayıs 1911’de Mississippi Johnson’ın müzik yeteneği açısından Hazelhurst kentinde doğan Johnson, dönüm noktası olur. Robinsonville’e geri müziğe önce bir ağız arpı ve mızıkayla döndüğünde genç adam olağanüstü gitar başlar. Okuldan sonra üvey babasının tekniği ile dinleyenleri büyüler. Bunun soyismi Spencer’i terk ederek gerçek ardından Johnson’ın büyük bir blues babasının soyismi olan Johnson’ı alır. 1929 müzisyeni olmak için ruhunu şeytana yılında 16 sattığı söylentileri dolaşmaya başlar. yaşındaki Efsaneye göre Johnson, bir gece yarısı Virginia Travis ile tarlaların arasındaki bir dörtyol ağzında evlenir. Virginia doğum büyük siyah bir adamla karşılaşır. Bu yaparken ölür. adam, yani şeytan, Johnson’ın gitarını alır, Virginia’nın akrabaları akort eder ve birkaç parça çaldıktan sonra Johnson’ın laik şarkılar gitarı ona geri verir. Johnson şeytanla söylediği için genç kadının müthiş bir müzisyen olmak için bu yolla ölümünün ilahi bir ceza olduğunu anlaşma yapmış olur. Johnson’ın bundan savunur. O dönemde ünlü sonra müzik kariyeri hızla gelişir. 1931’de blues müzisyeni Son evlendiği ikinci karısı Caletta Craft’ı House, Johnson’ın hasta yatağında “gezgin müzisyen” olmak yaşadığı için terk ederek yollara düşer. Johnson ölümü 1938’e kadar büyük kentlerin yanı sıra küçük yerleşim bölgelerine gider ve müzik yapar. Farklı yerlerde farklı isimler kullanır. Kadınlara karşı zaafı olan Johnson’ın her gittiği yerde mutlaka bir sevgilisi olur. Johnson’ın yaşamı gibi ölümü de hâlâ gizemini koruyor. Bir söylentiye göre Johnson, Mississippi, Greenwood yakınlarında çaldığı barda bir kadına kur yapmaya başlayınca kadının kocası Johnson’a zehirli içki vererek ölmesine neden olur. Başka bir söylentiye göre çapkınlık yapan Johnson, kıskanç bir koca tarafından bıçaklanır. Yine bir söylentiye göre ise Johnson’ın ruhunun peşinde olan şeytan onu bulur ve genç müzisyen acılar içinde ölür. Johnson’ın nereye gömüldüğünü de tam olarak kimse bilmez. Bu yüzden öldüğü yerin yakınlarındaki kiliselerin mezarlıklarında Johnson’ın ayrı ayrı üç mezar taşı ya da yazıtı var. Bu yıl Johnson’ın doğumunun yüzüncü yıldönümü pek çok yerde konserler ve festivallerle kutlanıyor. Onun ve müziğinin gizemini çözmek isteyen Johnson hayranları ise müzisyenin üç mezarını dini bir ayinin parçası gibi defalarca tavaf ediyor. elcpoy@yahoo.fr gençleri fotoğrafı izlerle gurur duydum ama müdiresi Filiz Peynircioğlu sunumun ardından küçük bir konser anne babaları ile tarlalarda veren öğrencilerini gözünü kaldıkları için okula gidemeyen, kırpmadan izlerken bir yandan da ne ebeveynlerinden farklı bir gelecek büyük bir heyecanla kurma ümidi olamayan çocuklar hazırlandıklarını, ne kadar çok için de bir şeyler yapılmalı. çalıştıklarını anlattı. Toplantının Türkiye’de yasalar var ama uygulama yok. Fındık tarlalarında sonuna bir de kokteyl eklenmiş. “Türk Gencinin AB Algısı” çalışmak zorunda kaldıkları için başlıklı broşürler dağıtıldı orada da. okula gidemeyen çocuklarla da “Türkiye’nin AB’ye üye olmasının dayanışmaya girin...” gerekliliğine” ikna etmek için Bilfen Koleji’nden gelen derslerini iyice çalışıp gelmiş hepsi. öğrencilerin Avrupa Ellerindeki broşürleri verecek Parlamentosu’ndaki salonlardan “AB”li aradılar kokteyl salonunda... birinde Türkiye’yi anlattıkları Genç bir kız elindeki broşürü sunumunun hemen ardından söz uzatırken Türk olduğumu anlayınca isteyip bambaşka bir notaya o “pardon, sizi şey sandım” dedi salonda pek duyulmamış bir notayaiçimi cızlatan bakışlarla. Her türlü basmak için sazı eline alan Hollanda soruya cevap verebilirlerdi. Ama milletvekili Emine Bozkurt’un konuşabilecekleri pek fazla Türkiye’deki “o başka çocukları” “yabancı” yoktu etrafta. Birkaç hatırlatan, onlar için destek isteyen genç kız Avrupa Koleji konuşması ile son buldu toplantı. öğrencilerinden bir delikanlı buldu Sosyalist milletvekili her zaman ve konuşmak için. Ama o da öyle bir her yerde olduğu gibi burada da, laf etti ki, kızdı bizim liseliler. böylesine renkli ve keyifli bir “Kıbrıs ne olacak diye soruyor, toplantıda bile sosyalizmin ruhuna Kıbrıs’ı tanımadan AB’ye üye uygun bir tespitte ve istekte olamazsınız diyor. Biz Kıbrıs bulunmaktan geri durmamıştı... konusunu bilmiyoruz!” diye Oysa tam da o sırada AP’deki yakındılar... “Kıbrıs toplantı salonunda konusunu kim sertifikalarını Egemen BRÜKSEL biliyor ki” diye Bağış’ın elinden almak için aklımdan geçirirken, sahneye gelen liseli gençler “Hadi şu delikanlıyla kameralara gülümsemeye bir de ben hazırlanıyorlardı. Bozkurt konuşayım” dedim. sözlerini tamamlayınca ÇİMEN TURUNÇ Jakob Strasser sahneye dönük kameraların BATURALP adında Avusturyalı bir “Türkçe” flaşları patlamaya delikanlıymış bizim devam etti. Böylece kızları bozmaya kalkışan. himayesinde düzenlenen AP’deki Ebeveyninden biri AB Bilfenli gençlerin etkinliğine Komisyonu’nda çalışıyormuş; yani katılmak için günübirlik özel konuya hâkim. “Kıbrıs’ı uçakla gelip Belçika’nın en pahalı tanımadan Türkiye nasıl üye otelinde bir öğle yemeği verdikten olacak?” diye bana da yineledi sonra hiçbir AB yetkilisiyle meramını. Ardından da ekledi: görüşmeden Brüksel’den ayrılan “Keşke daha çok kişi izleseydi bu Bağış, seçim kampanyasının şık sunumu, onlar için daha iyi fotoğraflarından birini de çektirmiş olurdu”... “Keşke” dedim... oldu. (Bu arada biz de Bağış’ın, Brüksel’e birkaç günlüğüne gelen Egemen adını bir “23 Nisan” günü 100 gencin 30’u ertesi gün Avrupa doğduğu için almış olduğunu Koleji’ni de ziyaret etti. Avrupa öğrenmiş olduk...) Koleji’nde okuyabilmek için Ertesi gün çeşitli gazetelerde yer herhangi bir AB üyesinin vatandaşı alan bu mutluluk fotoğrafı için 100 olmak gerekiyor. Türk gençlerinin liseli genç, üzerlerinde ABTR her birini başka bir AB’li genç bayraklı tişörtleriyle toplantı misafir etmiş o gün o okulda. salonunun sahnesine doluşunca Çocukların bir kısmı akranlarıyla sandalyeler boşalıverdi. Meğer konuşabilme fırsatı bulmuş. Dostluk salonu dolduranlar bizim tohumları serpiştirmişler gelmişken. gençlermiş. İzleyici diye geriye Büyükelçiliği ve Avrupa Konseyi’ni kalanlar Brüksel’deki Avrupa de ziyaret ettiler. Benzersiz bir Koleji’nden gelen 20 kadar genci deneyim yaşadıklarına hiç kuşku saymazsak Türkiye ile ilgili bütün yok... Gerçi AP’de biz çaldık biz toplantılarda görmeye alışık söyledik gene. Ama yine de olduğumuz aynı yüzlerdi. gençlerimizin Brüksel’de nasıl Aralarında Türk kökenlilerin de çabaladığını görmek çok güzeldi. olduğu birkaç parlamenter, AB sürecini hükümet de onlar kadar asistanları, Türkiye’den gelen ciddiye alsa ve göstermelik gazeteciler, Türk delegasyonu ve fotoğraflarla kifayet etmese keşke... tabii bir de Bilfen Lisesi Belki o zaman AP’deki salon da temsilcileri... Ama Brüksel’deki bu daha kalabalık olurdu... ilgisizliğe aldırmadı gençler. Akıcı İngilizceleri, sıcacık enerjileri ile cimenbaturalp@skynet.be çok güzel bir sunum yaptılar. Okul AP’de Türk “S Ådalen 1931... Ü cretlerinin düşürülmesini yolun ortasındaydı. “Durun” diye bağırdı. Yürüyüşçüler protesto eden Ådalen durmadı. Yüzbaşı bir daha bölgesindeki işçiler greve denedi ama kimsenin gittiler. İşverenler de işveren aldırdığı yoktu. Bunun örgütünün yardımıyla grevi üzerine tabancasını doğrulttu kırmak için başka ve ateş emrini verdi. Yol bölgelerden işçi getirdiler. kenarına mevzilenmiş Grevdeki işçiler bunun askerlerin tüfeklerinden üzerine büyük bir protesto kurşun yağmaya başladı. yürüyüşü düzenlediler. Olayı pencereden seyreden 7 Grevci işçilerle, yakınları ve yaşındaki Else dehşete onları destekleyenlerden kapıldı. Kız kardeşi yere oluşan yaklaşık 4000 kişi, 14 düşenleri sayıyordu. Birden Mayıs 1931 günü marşlar bir trompet sesi duyuldu. söyleyerek yürüyüşe geçti. Sanki ateşkes için işaret Yürüyüş, İsa peygamberin verilmekteydi. Silahlar göğe yükseldiği güne birden sustu. Biri genç bir rastlamıştı. kadın olmak üzere beş kişi Kasabayı çevreleyen yeşil ölmüştü. Birçok da yaralı ormanlarıyla, evlerin vardı. bahçelerinde çiçek açmış Trompet ağaçlarıyla, pırıl pırıl STOCKHOLM sesi güneş altındaki Ådalen o gelmeseydi gün huzurlu bir masal ölü sayısı diyarını andırıyordu. muhtemelen Uzun yürüyüş kolu da daha da uzaktan bakınca sanki o artacaktı. güzel bahar gününün Sonradan tadını çıkarmak için bir OSMAN İKİZ anlaşıldı ki araya gelmişler izlenimi trompeti veriyordu. Oysa yürüyüş çalan yürüyüş kolundan genç kolundakiler havanın bir caz müzisyeniydi. güzelliğini düşünecek halde değildi. Hepsi aldıkları düşük Trompeti öyle bir üflemişti ki askerler bunu “ateş kes” ücretle açlık sınırında olarak algılamıştı. yaşıyordu. Üstelik şimdi Ådalen olayı bir dönüm işlerini kaybetme tehlikesi de belirmişti. Protesto eyleminin noktası oldu. Öncelikle asker kesin olarak kışlasına etkili olacağını kapatıldı. Ådalen’de silah düşünüyorlardı. Uzakta kullanan askerler başka kendilerini bekleyen şehirlere göç ettirildi. tehlikeden haberleri yoktu. Güvenlik nedeniyle birçoğu Yüzbaşı Mesterton komutasındaki askerler ilerde adını değiştirdi. Yüzbaşı Mesterton bir hafta evinde bir kavşakta yol kenarına göz hapsinde tutuldu. mevzilenmişti. Atlı askerler Cezanın göstermelik olduğu de yolu kesmişti. Yüzbaşı belliydi. Huzursuzluk içinde gergindi. Protesto eylemini yaşadı ve birkaç yıl sonra önlemesi için üstlerinden öldü. İsveç Modeli de bu kesin emir almıştı. Yürüyüş olaydan sonra geliştirildi. İşçi kolu yaklaşıyordu. Yüzbaşı ve işveren konfederasyonları arasında 1938’de imzalanan Saltsjöbaden Sözleşmesi ile İsveç Modeli’nin ruhunu oluşturan uzlaşma kültürünün temelleri atıldı. İşverenler işçilerin haklarına saygılı oldu; sendikalar da ekonomik kriz dönemlerinde işverenlere karşı anlayışlı davrandı. Dolayısıyla o tarihten itibaren sert sınıfsal çatışma yaşanmadı. Ancak küreselleşme depremi bu kültürü de ezdi. Beş yıldır iktidarda olan yeni muhafazakârlar kazanılmış hakları önemli ölçüde budadı. Uzlaşma kültürü içinde sınıfsal refleksleri körelmiş olduğu anlaşılan sendikalar da olanları seyretti ve hâlâ seyretmekte. Gazeteci Göran Greider, Ådalen vahşetinin 80. yılında canlı tanık 87 yaşındaki Else Edin’le görüştü. Yaşlı kadın bugünkü hükümetin İsveç’i tekrar 1931’deki koşulların içine sürüklediği endişesi içinde. Else Edin haksız sayılmaz. Antiterör yasasıyla, artık asker asayişi sağlamak üzere göreve çağrılabilecek. Öte yandan gelir dağılımı bozuldu. Sınıflar arasında farklılıklar uçuruma dönüşmekte. Toplumun üçte biri yoksulluk sınırına itiliyor. Buna “Üçte bir toplumu” ya da “Üçte birlik toplum” deniyor. Üçte bire, karınlarını doyuracak kadar ekmek verildiğinden onların şimdilik sesi çıkmıyor. Sol’un şaşkınlığından bunun nereye kadar süreceği de belli değil? osman.ikiz@tele2.se C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle