19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 14 MAYIS 2011 CUMARTES [email protected] 16 KÜLTÜR Yerleşik parçalara bossa nova tarzında yepyeni yorumlar kazandıran Nouvelle Vague, Babylon sahnesindeydi Ses ve erotizm fırtınası HANDE EAGLE Peride Celâl Bir yazarı uzun süredir özlüyorum. Peride Celâl’i. Ne zaman adını bir yerde görsem ya da bir kitabını elime alsam, onunla karşılaştığım ilk günü hatırlıyorum. Peride Celâl, bence, günümüz Türk edebiyatının yüz aklarından biri. Kendisini tanımaktan kıvanç duyduğum yazarlar arasında yer alıyor. Ama yukarıda sözünü ettiğim ilk gün böyle düşünmüyordum. Milliyet Yayınları’nın başına yeni geçmiştim. Ercüment Karacan ile Abdi İpekçi, beni Cağaloğlu’nda Gazeteciler Cemiyeti binasındaki asma kata uğurlarken, “Ne yaparsan yap” demişlerdi. Ben de kolları sıvamış, nitelikli bir yayın programı hazırlamaya koyulmuştum. O hafta içinde Peride Celâl telefon etti. Bir kitabı için görüşmek istediğini söyledi. Üç Yirmidört Saat romanı Milliyet gazetesinde yayımlanıyordu. Belli ki, kitabın Milliyet Yayınları arasında çıkmasını isteyecekti. Gönülsüzce kendisine bir randevu verdim. “Gönülsüzce” diyorum, çünkü kafamda belirli bir “Peride Celâl imajı” vardı. Benim için Kerime Nadir’ler, Muazzez Tahsin’ler çizgisinde yer alan bir yazardı o. Böyle yazarların kitaplarını yayımlamayı ise düşünmüyordum. Ne etsem de kendisini kırmadan kitabını geri çevirseydim? Peride Hanım geldi. Dünyanın en zarif insanlarından biri. Onun inceliğini, “hanımefendiliği”ni görünce, kitabını geri çevirmek daha da güç geldi bana. Ama, “Yayın programımız çok yüklü. Kitabınızı yayımlamamız şimdilik olanaksız” dedim. Üzüldü Peride Hanım. Yine de teşekkür edip gitti. O gittikten sonra düşünmeye başladım. “Ülkü” dedim kendi kendime, “sen bu kitabı okudun mu? Okumadın. Madem bu masaya oturdun, okumadığın bir kitabı nasıl geri çevirirsin! Ya haksızlık ediyorsan? Bir yayınevi yöneteceksen, önyargılardan sıyrılmalısın”. Arkadaşlardan birini gazeteye gönderip Üç Yirmidört Saat’i getirttim. Bir tomar gazeteyi eve götürüp o gece okudum romanı. Okur okumaz da Peride Hanım’a gerçekten haksızlık ettiğimi anladım. Ertesi sabah ilk işim kendisine telefon etmek oldu. Mümkünse bir daha görüşmek istediğimi söyledim. O gün öğleden sonra geldi. Her şeyi açık açık anlattım. Kafamdaki “imaj”dan, önyargıdan söz ettim. O gece Üç Yirmidört Saat’i okuduğumu, kitabı hemen yayımlamak istediğimi söyledim. Özür diledim. “Biliyorum” dedi Peride Hanım. “Dün yayınevinden çıkıp Cağaloğlu yokuşundan inerken, daha önce yazdığım bütün kitaplara lânet ediyordum.” Üç Yirmidört Saat kısa süre sonra çıktı. Çıkar çıkmaz da okurların, eleştirmenlerin büyük ilgisiyle karşılandı. Benim gibi düşünenlerin kafalarındaki önyargı silinmişti. Peride Celâl çağdaş edebiyatımızda seçkin yerini almıştı. Artık daha sonraki kitaplarını, önceden okumaya bile gerek duymadan, gönül rahatlığıyla, kıvançla yayımlayacaktım. Yeni kitabını ne zaman okuruz acaba? Olivier Libaux ve Marc Collin’in öncülüğünde kurulan ve 1970’lerden bu yana ortak müzik repertuvarımızda yer etmiş punkrock, postpunk ve Yeni Dalga şarkılarını bossa nova tarzında yorumlayan Nouvelle Vague, 11 Mayıs’ta Babylon’un sahnesinde muhteşem bir ses ve erotizm fırtınası yarattı. 2004’te ilk albümleri “Nouvelle Vague”ı şimdilerde tiryakileri olan dinleyicilerine sunmuşlardı. Bu albümde farklı vokalistlerle çalışarak albümü oluşturan topluluğun en önemli özelliği, “Modern English”, “The Clash”, “Dead Kennedys”, “Joy Division” ve “The Undertones” gibi 1970’lerde kurulmuş ve şarkılarıyla her yeni kuşağa esin kaynağı olan, müziğin düşünsel yönlerini keşfeden grupların parçalarını, bu parçaların orijinallerini daha önceden dinlememiş olan şarkıcılara söylettirerek yepyeni yorumlar kazandırmış olmasıydı. 2006’da daha da sıkı bir albümle, “Bande à Part”la yeni ve daha da güçlü bir dalgaya yol açan Nouvelle Vague, soluk kesici bir topluluk olduğunu kanıtlamıştı. 2009’da çıkmış olan son albümü “3” ile dinleyicileri tekrar zıplatan Nouvelle Vague, önceki yıllarda göstermiş olduğu sıkı duruşu korumayı sürdürüyor. oyun, / Çekici yanı da bu işte... / Hükmetmektir bu oyunun adı, / Yatakta ya da hayatta, / Bir kapıya çıkar ikisi de, / Tek farkı, önünde sonunda / Birinden alırsın istediğini.” Konserin bu anına kadar Melanie Pain’e kıyasla daha arka planda yer alan Lisette Alea Gonzales, The Clash’ten “Guns of Brixton” adlı şarkıyı söylemeye başladı. Londra’nın yoksul Brixton mahallesinde ırkçılığın dorukta olduğu 1980’leri ve polisle halk arasındaki mücadeleyi konu edinen başkaldırı şarkısı, Lisette’in yırtık file çorapları ve siyah deri eldi Nouvelle Vague’ı dinlerken, Libaux’nun gitarı, Gayout’nun davulu, Decoret’nin bas gitarı ve Collin’in klavyesi, Melanie Payne ve Lisette Alea Gonzales’in istila eden sesleriyle filarmonik bir havaya bürünüyordu. venleriyle birleştiğinde havada adeta isyan tadı vardı. Konserin en baştan çıkarıcı bölümü 1979’da ilk gotik rock albümünü piyasaya çıkaran Bauhaus tarafından bestelenmiş “Bela Lugosi’s Dead” şarkısını Lisette’in şehvetli ve erotik sesinden dinleyebilmekti. Dans etti, tepindi, dizlerinin üstüne çöktü ve şarkının sonuna doğru Lisette’in vücudunun içinde bir şelale gibi akan ürpertiyi kendi kanımızda hissettik. Tüm salon şarkı söylüyordu, mikrofonu paylaşıyorduk. Başkaldırıyı ve ölüm hissinin beslediği erotizmi paylaşıyorduk. Bu konser tam anlamıyla bir “la petite morte” konseriydi, birlikte yalnızdık. Vague’ı dinlerken Olivier Libaux’nun gitarı, Mathieu Gayout’nün davulu, Julien Decoret’nin bas gitarı ve Marc Collin’in klavyesi, Melanie Pain ve Lisette Alea Gonzales’in istila eden sesleriyle filarmonik bir havaya bürünüyordu. Bir ayrılık, kırgınlık, keder şarkısı gerekiyordu. Bossa nova tarzında olmalıydı... Depeche Mode olmalıydı... “In a Manner of Speaking” olmalıydı... Ve öyle de oldu. Bir ağızdan söylenen şarkıların sözcükleri Babylon’un artık birer hayal ürünü olan duvarlarından yankılanıyordu... Sıradışı bir enerji O andaki duygularımızı Joy Division’ın “Love Will Tear Us Apart” şarkısıyla dile getirmenin vakti gelmişti. Gonzales’le Pain’in sesi benzersiz bir ahenk içerisindeydi. Konser boyunca her dinleyiciye sıradışı bir enerji katan topluluk, konseri bu şarkıyla bitirecek gibi görünüyordu ama bizim buna izin verecek sabrımız yoktu. Aşk bizi onlardan ayıramıyordu. Altı kişiden oluşan Nouvelle ‘Efendi ile Köle’ 197886 yılları arasında çok ilgi çeken ve geniş bir dinleyici kitlesine sahip olan Taxi Girl’ün kurucusu Daniel Darc’ın “Je Suis Déjà Parti” adlı şarkısını, Nouvelle Vague’ın ismen en çok bilinen şarkıcısı Melanie Pain’in gırtlaksı, erotik sesiyle birleştiren topluluk, dinleyicilerine sakin bir başlangıç sundu. Ardından Depeche Mode’un 1984’te çıkardığı ve ABD’de birçok radyo kanalında yasaklanan şarkısı “Master and Servant”la devam etti. Bu şarkıya girişte Melanie Pain, siyah ve koyu yeşil payetli mini elbisesinin çekiciliği ve romantik sesiyle herkesin odak noktasıydı... Melanie, “Siz efendilerimizsiniz, biz de sizin köleleriniz” diyordu ve buram buram cinsellik kokan şarkı dinleyiciyi tamamen yere seriyordu: “Hadi efendi ile köleyi oynayalım, / Hayat gibidir bu CANNES F LM FEST VAL ’NDE ‘B R PAPA’MIZ VAR’ GÜNDEMDE ‘Tanrım, beni seçme!’ MEHMET BASUTÇU CANNES Cuma ya da pazar fark etmez; Cannes’da her gün sinemasal ibadet günüdür. İlk ayin, sabah namazıyla birlikte saat 8 buçukta başlar. Dünyanın her kıtasından gelen binlerce inanmış, telaş içinde koşarlar ibadethaneye; dışarda kalanlar olur hep… Bu cumanın en etkileyici vaazını, Tanrıya değil de insanoğluna inanmak istemekte direnen Nanni Moretti hocadan dinledik. “Habemus Papam” (Bir Papa’mız Var) politik sinema türünün en incelikli, en düşündürücü örneklerinden biri olarak alkışlandı. Roma’ya, Vatikan’a davet ediyor Moretti izleyicisini. Olay günümüzde geçiyor. Papa ölmüş, yenisi seçilecek. Kardinaller, aralarından birini bu kutsal göreve oyçokluğuyla getirene kadar Vatikan’a kapanırlar. Birçoğu, “Tanrım aman beni seçme!” diye dua etmektedir içinden. Sonuçta sürpriz olur. Favoriler yerine, bahislerde adı pek geçmeyen Kardinal Melville seçiliverir. Michel Piccoli’nin, ruhsal dalgalanmalarını incelikli bir ustalıkla yorumladığı Kardinal Melville, önce heyecanlanır, sonra sevinir, sıkıntılı bir ifadeyle kutsal görevini kabul eder ama, hemen ardından da, tam Vatikan balkonundan cemaate seslenecekken, büyük bir iç sıkıntısının pençesinde kıvranmaya başlayarak odasına kapanır. Daha adı açıklanmadan ortadan kaybolan yeni papanın bir ruh doktoruna ihtiyacı var dır. Roma’nın en iyi psikanalistlerinden bir profesör (Nanni Moretti bu rolde de çok başarılı) çağrılır. O da Vatikan’da tutsak kalacaktır… Bu arada, bir fırsattan istifade edip kaçan ve Roma sokaklarında halkın içine karışan yeni papa, geçmişini ve bugünü sorgulayarak, özgür bir iç hesaplaşmasına girer. Moretti, filmindeki papa gibi kuşkucu davranamayan, üstelik, sandıkları kadar kutsal olmayan koltuklarını, “Küresel dünyanın sorunlarını çözecek güce sahip değiliz; istifa ediyoruz” diyerek bırakmak içtenliğini bile gösteremeyecek kadar kendini beğenmiş, iktidar düşkünü tüm yöneticilere sesleniyor. Bu önemli ve vahim mesajı hangisi, kim duymak isteyecek ki? C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle