25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 30 N SAN 2011 CUMARTES 2 ÇOK kişi bilmeyebilir, Ankara Barosu’nun bir de Hayvan Hakları Kurulu var. Kurulun yayımladığı “Yaşat” adlı aylık derginin adına bakarak, bütün yaratıklar için temel hakkın “yaşama hakkı” olduğunu hemen seziyor ve bundan doğan ödevin de “yaşat” emriyle özetlendiğini kolayca anlayabiliyoruz. Ama, yaşatmaya önem vermenin hemen ardından, beslenmek için kuzulardan başlayıp tavuklara ve balıklara kadar bir yığın canlıyı vurarak, keserek, oltayla tutarak can aldığımızı düşünmeden de edemiyoruz. Bir bakıma, “bitkilerin mutluluğu”ndan söz eden Tibetli Dalai Lama’yı anımsayıp çiçek koparma gibi fasulye toplamanın da can almak anlamına geldiğini düşünerek hiçbir şey yiyemez duruma gelmek işten değil. Dolayısıyla, can kavramının kutsallığından kalkarak yaşama hakkına, oradan da hayvanları koruma gereğine varıp bundan kalıcı bir etik türetmeye çalışmak özellikle kurban kesmekten vazgeçemeyen bir toplumda sonu gelmeyecek bir çaba sayılmaz mı? OLAYLAR VE GÖRÜŞLER gelebildiği bir toplumda her şey mümkün olabileceğine göre, bir yanda hayvan sevgisinden söz edilirken öte yanda küçük bir kuduz olayı yüzünden büyük bir kedi köpek katliamının patlak vermesi de hiç olasılık dışı sayılamaz. evlet yönetimi açısından en yüksek sorumluluğu taşıyan bir Başbakan’ın, yeni kentler kurmak için başka yer kalmamış gibi on beş milyon nüfuslu İstanbul’a iki kent daha eklemek ya da zaten güvenli duruma getirilmiş Boğaz geçişini daha da güvenli kılmak yerine iki deniz arasına kanal kazmak gibi çılgın bir proje sevdasına kapılmış olması hayra alamet değildir. Bu ölçüde çılgınlıklar Roma ve Osmanlı gibi büyük imparatorlukların tepesinde aklî dengelerini yitirerek tarihe geçmiş kayzerlerin ya da padişahların dönemlerinde bile görülmemişti. Acaba yönetenleri ve yönetilenleriyle hep birlikte patolojik bir zihin kaymasına uğramak üzereyiz de biz mi fark etmiyoruz? Ülküsünü Yitiren Ülke… Nusret ERTÜRK Fanteziler Çılgınlığı hayvanlara iyi davranmayı İlk bakışta,üstlenilmesi beklenen bir aslında sahipsiz kalan ve ancak insanlarca “hak” kavramına bağlamak yerine “acımak” ve “sevmek” gibi duygusallıklara dayandırmanın daha doğru ve gerçekçi olacağı düşünülebilir. Ancak, bugünün Türkiye’sinde “çok seviyordum” dedikleri kadınları ilişki kurma yahut evlenme türünden isteklerini reddettiler diye bir kurşunla öldüren, hatta boğazlarını kesip kafalarını koparıveren insanlar çoğaldığı için, sevginin yaşamakla değil de öldürmekle daha kolay bağdaştırıldığı sonucuna da varabilirsiniz. Sevmek ile kafa kesmenin yan yana D A tatürk ve arkadaşları Cumhuriyeti kurarken, varılması gereken amacı, ‘çağdaş uygarlık’ biçiminde belirlemişti. Bilimde, sanatta, eğitimde, ekonomide, toplumsal yaşamda… Ülkü bu olacaktı. Okyanusta seyreden gemi için pusula neyse, bir ülke için de ülkü odur. O günkü koşulları anımsayınız. Yanmış, yıkılmış bir ülke. İnsanlarının çoğu yıllarca süren savaşlarda ölmüş. Kalanlar aç, açık, eğitimsiz. Hiçbir şeyi olmayan bir yurt. Ama Atatürk’ü vardı bu ülkenin. Kurtuluş Savaşı’yla birlikte bir ülkü koydu halkın önüne Atatürk. Temel sağlam atıldı. Evrensel kurallarla yola çıkıldı. Her alanda eşi görülmemiş hamleler yapıldı. Osmanlı’nın onca borcunu Atatürk Cumhuriyeti ödemedi mi? Yeniden en borçlu olmak da nereden çıktı? Eğitimde birliğin canına okundu. Bilimin yanına ‘ulema’yı koydular. Cumhuriyetin kurumlarını bir bir dağıttılar. Fabrikalarını yıktılar. Arsalarını sattılar. Ülküsüzleşmek için ellerinden geleni yaptılar. Dolmabahçe Sarayı’nda bir sanatçı Atatürk’ün elini öpmek ister. Atatürk elini öptürmez. Oradakilere der ki: ‘Hepiniz mebus olabilirsiniz. Bakan olabilirsiniz. Hatta, cumhurbaşkanı olabilirsiniz. Fakat sanatkâr olamazsınız.’ Bugün bu anlayışın neresindeyiz? stanbul’a Kıymak... Ben onu hayat kadınına benzetmiştim... İlk tanıdığımda hâlâ güzeldi... Ve âşık olmuştum İstanbul’a... Uzak Anadolu köşesinden gelmiş utangaç gence, tepelerini sere serpe gösterirken, onu ti’ye alarak kahkahalar atıyordu... Zaman geçti... Her geleni mutlu etmekten, her geleni kucağına almaktan ve simsarlar tarafından hovardalara satılmaktan bitkin düşmüştü... Bacağında zampara siyasetçilerin, hoyrat müteahhitlerin, görgüsüz zenginlerin diş izleri vardı... Sırtında kömür, kum, çakıl tüccarlarının bıçak yaraları... Ormanımsı saçları yer yer açılmış, çelik çubuklara dönüşmüştü... Eski güzelliğinden eser kalmamış, boğazında sahte taşlardan iki gerdanlık... Güzel yüzünde silüetini bozan sivilceler, çıbanlar... Ten kokusunun yerine, burunları düşüren kötü bir parfüm kokusu... Eski sevgililerini anlatıyordu kahkahalar atarak, sarhoş olduğunda: “İlk Mehmet aldı beni... “Mehmet kim?..” “Fatih...” “......!” “Büyük topu vardı...” “.......!” “Nice sultanlar, paşalar, devlet adamları koynuma girdiler sonraları... Süleyman Bey vardı Isparta eşrafından, şu boğazımdaki kolyeyi o taktı... Şunu da tombul sevgili Turgut Bey ‘bu hakikisi’ diye taktı boynuma, sahte çıktı...” Kimi zaman ağladı: “Ucuz ucuza sattılar beni... Köylüler bile ayakkabılarını kapının önünde çıkartıp çıkartıp geldiler, gece kondular her yanıma...” Kimi zaman sildi akan rimelini: “İmam nikâhı yaptı...” “Kim?..” “Şu badem bıyık...” “.......!” “Sonra taşlarımı, broşlarımı, kemerlerimi çalıp sattı...” Ona şu çılgın kuma projesini söyleyemedim... Çünkü ben bir zamanlar âşık olmuştum İstanbul’a... Çok güzeldi... Bazı zamanlar yine de gidip dizinin dibine oturmak, sonra koynunda kıvrılıp uyumak gelir içimden, geçmiş günlerin anısına... Siz ona kıysanız da, kıymasanız da... C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle