16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 3 N SAN 2011 PAZAR 16 Antik Mısır’ın dişi efsanesini Elizabeth Taylor canlandırıyordu. Julius Sezar’ı da Rex Harrison’un oynayacağı belliydi. Ama Mark Antuan rolü, henüz açıktaydı. İngiltere soğuk ve yağmurlu, aktörler kötü, dekorlar aşırı pahalı, çekimler sık sık hastalanan Elizabeth Taylor’un sağlık durumu yüzünden aksıyordu. Altı verimsiz ayın sonunda, Mankiewicz yapımı Roma’ya taşımaya karar verdi ve Mark Antuan rolünü Richard Burton’a önerdi. Sonuç, sinemanın tarihe izdüşümü, antik Mısır tanrılarına yaraşır bir aşktı. Film seti, iki insanın karşı durulmaz çekimiyle kanatlanmış, Kleopatra’nın dudakları üzerine kapanan Mark Antuan’ın dudakları Mankiewicz kameralara “stop” diye gürledikten sonra bile ayrılamıyordu. Her ikisi de başkalarıyla evliydi. Dünya ahlak bekçileri ayaklandı, ama âşıkların umurlarında olmadı. Taylor, beşinci kocasından boşandı. Burton, çocuklarını görmemeyi göze alarak bıraktı karısını. İki yıl süren davalar sonunda, ayrıldıkları eşlere birer servet ödeyip evlendiler. İkisi de kaprisli, kıskanç, tutkulu, kavgacı ve sırısıklam âşıktılar. Ateşle su buluşmuş, çıkan buharın sıkıştığı yürek patlamalarının gürültüsü, tüm dünyada merakla izleniyordu. Birbirlerini deli gibi seviyor, nefret ediyor, terk ediyor, ama uzak kalamıyorlardı. “Sen ki Venüs kadar uzaksın, tabii gezegenden söz ediyorum, ben ki uzaklara sağırım. Tanrılar tarafından cezalandırıldım, çünkü onlardan ateşi çalmış, üstelik yanmamaya çalışmıştım. Ateş, tabii ki unutulmaz Kleopatra filminin Joseph L. Mankiewicz,çekimine 1962 yılında İngiltere’de başladı. mediği için değil, aşırı sevdiği için terk etmişti Richard Burton’u. Her biri kendi köşesinde ötekine ağlayarak, onsuzluğunu içki kadehlerinde boğarak, bir yıl boyunca dayanmaya çalıştılar, ayrılığa. Richard Burton, mektuplara sığınmıştı: “Seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun. Sana ne kadar kötü davrandığımı da biliyorsun. Ama aramızdaki değişmez, alçak, bayağı ve zalim gerçek, asla anlaşamayacak olmamız. Birbirine tümüyle yabancı dalgalardayız” yazıyor, ama sonunda: “Beni gerçekten bırakırsan kendimi öldürürüm. Sensiz yaşamın bir anlamı yok… ” diye eklemekten alamıyordu kendisini. 1975 yılında bir resepsiyonda karşılaştılar. Burton içkiden ayyaş, aşk acısından sarhoş, her zamanki sivri diliyle, küfreder gibi bir kez daha tutkusunu haykırdı Taylor’a. Yeniden evlendiler. İki yıl sonra tekrar ayrıldıklarında, birbirlerini yiyip bitirmiş, yakıp kül etmişlerdi, gerçekten. Ama bu yabancılaşma ve sonucu kesin ayrılık, asıl Burton’u yıktı. Taylor’dan ikinci kez ayrılığa dört yıl dayanabilen kalbi durmadan bir gün önce, hayatının büyük aşkına son mektubunu yazmış ve mutluluğu ancak onunla tattığını açıkladığı satırlar, bir “kavuşalım” çağrısıydı. Burton’un sonuncu “resmi” eşi, Elizabeth Taylor’un cenaze törenine gelmesini istemedi. Ne var ki menekşe gözlü Kleopatra, yıllar sonra ve başka bir dünyada Mark Antuan’la buluşmaya giderken, ellerinin arasında onun “aşka son çağrısı”, kimseye okutmadığı sonuncu mektubunu taşıyordu. “Aşk, göğüs göğüse çarpışarak değil, anca k kaçarak yenilebilir bir düşmandır.” CERVANTES Bir Yangındır Aşk Polisiye Bir Olay “Ah Yanarım yeni açmışken erguvanlar yittim takvim sayfalarında geçti mevsimler İçerde bir şarkı sayıklarken adını bir kelebek takıldı tellerin tuvaline üstünden neşeyle geçti tayyareler anladım böyle ölmek de varmış meğer Öyleyse çocukluğumda kalsın uçma arzum çıkarsam yem diye kuşlara yüreğimi vereceğim yemin olsun aşk yoktu sevmek bir yara biz sadece misafiriyiz zamanın aç demiyorum gözlerini arala”* *Hüsam KURT / Belki Dönersin Aşk da Döner (Kora Yayın, 2009) Bilgisayar kullanmaya başladığımdan bu yana yaşadığım en büyük pişmanlık, özel elektronik posta adresimi her önüme gelene vermemin yanı sıra gazetedeki köşemde de yayımlamış olmamdır. Aklıma başka bir adres vermek neden gelmedi, bilemiyorum, basiretim bağlanmış diyorum. Şu sıralar günde ortalama 300 elektronik posta alıyorum ve bu sayı her ay biraz daha yükseliyor. Meraksız bir insan olsam içeriklerine bakmaksızın silip geçeceğim, ama yapamıyorum, çünkü ille de “nedir” bilmek gibi kurtulamadığım bir takıntım var. Her gün saatlerce ilgili ilgisiz bir yığın “şey” okuyor, dolayısıyla bunalıyorum. Her şey bununla kalsa iyi; bilgisayarımın bir özelliği var, elektronik posta kutuma her ileti düştüğünde “dong” diye sinir bozucu bir ses çıkartarak bana haber veriyor. Düşünebiliyor musunuz, bir konuda yoğunlaşmışsınız, yazıyorsunuz, tam o sırada ardı ardına “dong… dong…” sesleri geliyor aygıtınızdan. Doğal olarak siniriniz tepenize çıkıyor. Diyeceksiniz ki “Aygıtın sesini kapat!”. Bunu da yapamıyorum, çünkü yazarken müzik dinlemek gibi bir alışkanlığım var, en güzel müziklerim de bilgisayarımda kayıtlı, sesi kapatsam bu sefer müzik dinleyemeyeceğim, kısacası olmuyor. Perşembeyi cumaya bağlayan gece bilgisayarımın başında “Cazın sosyal tarihi” üzerine bir şeyler yazıyorum, birden bir “dong” sesi, ardından bir “dong” daha, sonra bir daha, bir daha… Ne oluyor, diye meraklandım, eposta kutumu açtım. Tanımadığım birtakım insanlardan yeni iletiler gelmiş, birinin karşısında “Dokunan Yanar”, birinin karşısında “İmamın Ordusu”, bir diğerinin karşısında da “Taklitlerinden Sakınınız” yazıyor. Hemen açıyorum; Ahmet Şık’ın basılmadan baskına uğrayan kitabının kopyaları! Biz “kitap” diyoruz, ama değil; Ergenekon savcılarına göre bunlar, insanı üzerinde, bilgisayarında, herhangi bir yerinde bulunduğunda içeri tıktıracak ölçüde tehlikeli “örgütsel dokümanlar”! İçimi bir korku sarıyor. Hemen sileyim deyip ilk ikisini siliyorum, sıra üçüncüsüne geldiğinde yine o “dong” sesi. Bakıyorum, bir kopya daha gelmiş... Çok geçmeden bir kopya daha geliyor. Öyleyse silmenin bir anlamı yok, çünkü her silinenin yerine bir yenisi geliyor. Birini açıp okumaya başlıyorum. Gün ağarırken, bitiyor kitap. Acı bir kahve içiyorum kendime geleyim diye, ama gelemiyorum. Üzerimde suç işlemiş insanların o yapışkan tedirginliği. Yüzümü yıkayıp kanepeye uzanıyorum. Gözkapaklarım ağırlaşıyor… Apartmanda ayak sesleri… “Geliyorlar” diye bağırıyor eşim, “geliyorlar”... Parmağımı dudaklarımı götürüp “sus” işareti yapıyorum. Susmuyor. “Daha dün temizlendi bu ev” diyor öfkeyle. “Uyumak istiyorum” diyorum bezgin bir sesle. Tam o sırada polisler doluşuyorlar eve; uzandığım kanepede iyice büzülüyorum. “Sen misin” diye soruyor içlerinden biri. Başımı sallıyorum “evet” anlamında. “Olduğun yerde kal!” diyor polis. Öylece kalıyorum. Eşim bir ara yanıma geliyor, “Bütün mahalleyi götürüyorlar” diye fısıldıyor kulağıma, “otobüslere doldurup götürüyorlar”... Polislerden biri eşimin fısıltısını duymuş olmalı, “Seni de götüreceğiz!” diyor. “Ama” diyorum, “otobüs tutar beni”... Şükrü Saracoğlu Stadyumu’ndayız. Sayıyorum; 91.328 kişiyiz. Tribünler, saha her yer tıklım tıklım suçlu dolu, bir tek Şeref Tribünü boş. Yalnızca mikrofonlar var orada. “Kim konuşacak” diye soruyorum yanımda dikilen yaşlı adama. “Zekeriya Bey” diye yanıtlıyor, “veda konuşması yapacakmış”. Yüzünde hüzün, dudaklarında da bir şarkı var adamın. Kulak veriyorum; Mısırlı İbrahim Efendi’nin uşşak bestesi: “Yalnız bırakıp gitme bu akşam yine erken / Öksüz sanırım kendimi ben sensiz içerken.” “Evet” diyorum, “tam alışmıştık, gidiyor adamcağız”. O sırada Maraton Tribünü koro halinde segâh bir şarkıya başlıyor: “Gel gitme kalmasın gözüm yollarda / Her taraf bu akşam sel fidan boylum.” Hepimiz katılıyoruz koroya, dilsiz bir kadın dışında 91.327 kişi Kaptanzâde Ali Rıza Bey’i anıyoruz. Sonra el çırpıp oynamaya başlıyoruz. Maşallah, ne güzel de oynuyoruz… Fotoğraf : ALİ ARİF ERSEN sendin… ” diye yazıyordu Burton, yüzlerce mektubundan birinde, büyük ve yakıcı aşkı, Elizabeth Taylor’a. Elizabeth Taylor, Kleopatra’dan sonra çevirdiği 8 filmin 7’sinde Richard Burton’la oynadı. İsviçre’de sakat bir kız çocuğunu evlat edindiler. Adını Maria koydular. Ama “Kim Korkar Virginia Wolf’tan” filminde hem kendi aşklarını oynadılar, hem de kurgudaki hayali çocuk, biraz da onların olmayan çocuklarıydı… Yalancı, kinci ve intikamcıydılar. Birbirlerinin canını acıtıyorlardı. Richard Burton’un milyon dolarlık ar mağanları, Elizabeth Taylor’un kendisini de yakan öfke yangınlarını söndürmeye yetmez oldu. Başka kadınlarla çevrili Burton, her zaman “hayır” diyemiyor, Taylor’u “şişkom”, “lanet maymunum”, “yaşlı cadım” gibi sözlerle severken örseliyordu. Öyle bir hale gelmişti ki ilişkileri, kimse onlarla çalışmak istemiyordu: Film setinde birbirlerine surat asıyor, ellerine geçeni fırlatıyor, kırıyor, küfürleşiyorlardı. 1974 yılında mahkeme kararıyla boşandılar. Elizabeth Taylor, sevda ve nefretle örülü on iki yılın sonunda, sev K M K ME DUM DUMA BEH Ç AK ‘ G ’ N O K T A S I [email protected] TÜS AD’ın Anayasası ve ‘Gelecek Kuşaklar’ vunduklarını duyunca gülümsedim… Acaba bu muhteremler, gelecek kuşaklar için başka ne yapıyorlar? Örneğin, “kuşaktan kuşağa yaşanabilir bir çevre hakkı”nı gözetmenin temel koşulu, “doğaya zararlı yatırımların durdurulması”dır. Bunun için, Çevre Yasası’nda yapılması gereken düzenleme yıllardır “ihmal!” edilirken tersine, özellikle imar ve çevre mevzuatındaki tüm yeni yasalar doğayı değil, yağmayı koruyor… Ormanları yok eden taş ve maden ocakları izinleri, bereket kaynağı akarsularımızı kurutacak HES’ler, kıyılardaki ayrıcaeğenen’lerin gerekçesi lıklı işgal projeleri, dünya cenKöklerini, ulusal bağımsızlığın neti yörelerimizi cehenneme çeçağdaşlaşma “devrim”lerinden virecek yeni termik santrallar ve alan “değişmez ilkeler”imizi laik Japonya felaketinden bile etkive demokratik cumhuriyetin gü lenmeyen “nükleer” inatlar... vencesi sayanlar, tepkilerinde el Bütün bunlar gelecek kuşakların bette haklılar. Anayasadan sağlıklı yaşam ortamlarına en öl“Türk” sözcüğünü çıkartmayı dürücü darbeleri indiren uygulaöneren “Türk Sanayicileri”nin malar değil mi? Bu nedenle 5 Haziran BM Çevkendileri ve dernekleri bile aynı re Günü bildirgesinde deniyor ki; güvencenin ürünü değil midir? “dünyamızın esenliği ve demokrasinin de kuşaktan kuşağa yaşanabilmesi için, ‘doğanın korunması’ temel insan hakkıdır.” Gelmiş geçmiş en “çevre düşmanı” siyasetleri izleyen ya da çıkarları için savunanların, “gelecek kuşaklar” adına “cumhuriyetin nitelikleri değişebilir” demeleri kadar Turhan Selçuk’a saygıyla... “absürt” bir söylemi, herhalde bir başka ülkede duymak Ne var ki siyasal varlıkları ana mümkün olmasa gerek.. yasadaki değişmez ilkeleri “deretim yerine rant! ğiştirme”ye bağlı olanların “bu hassasiyeti gözetmek gerekir” Nitekim TÜSİAD’ın böylesi gibi sözleri, akla “takıyye”den “karabasan” bir gidişatı önleyebaşka bir neden getirmiyor… çün cek, örneğin 2B talanını durdurakü daha açık sözlü olanlar, “öne bilecek yeni “öneri”si olmadığı ri”deki “radikal”liğin, aslında gibi, utanç duyduğumuz 12 Eylül “demokratik” yaklaşımı sergile Anayasası’ndan bile daha “çevrediğini belirterek gerekçe olarak ba ci” bir yaklaşımı da ara ki bulakın ne söylüyorlar; “değiştirile sın... mez maddeler, gelecek kuşaklaKaldı ki tüm ekonomik gösterrın kendi yaşam düzenlerini be geler, egemen siyasetin üretime lirleme haklarını ellerinden alı sevdalı çalışkan “sanayiciler”yor.” imizi kösteklediğini, buna karşın Yani, gelecek kuşaklar, “artık “banka”cılık, “emlak rantı” ve laik ve demokratik hukuk dev “tüketim” sektörünün alabildiğiletinde yaşamak istemiyoruz” ne desteklendiğini kanıtlıyor. derlerse, anayasanın bu “isteği” TÜSİAD’ın öncelikle bunu engellemesi, şu basılmamış kitap sorgulayan, sanayi ve tarımın taslaklarını bile “imha” ederek gelişmesine engel, sözde kalsorgulayan “ileri demokrasi!” ile kınma(ma) politikalarını eleştirçelişiyor... mesi gerekirken bunun bile yer almadığı anayasa taslağı ile a ‘yaşam kaynakları?’ cumhuriyetin temel niteliklerinCumhuriyetimizin temel nite den hoşlanmayanlara göz kırpliklerini değiştirmek isteyenlerin, ması, “ulusal saygınlığı”na asbunu “gelecek kuşaklar için” sa la yakışmıyor. TÜSİAD’ın yeni anayasa önerisi açıklandığından beri söylenmedik söz kalmadı. Düşünce ve ifade özgürlüğüne güvence, siyasi partiler ve seçim yasasında demokratikleşme, zorunlu din dersinin kaldırılması gibi “olumlu” önermelere rağmen cumhuriyetimizin “temel nitelikler”ini koruyan maddelere “değişebilir” denmesine herkes tepkili.. Bu yüzden, “demokratikleşme” söylemi bir kenara bırakıldı; tartışma sadece “cumhuriyetin tanımsız bırakılması”nda yoğunlaştı. Kimileri bunun, “küresel bağlar”ın ürünü olduğunu bile söyleyebiliyor... ‘B Ç ZG L K KÂM L MASARACI [email protected] BULMACA SEDAT YAŞAYAN HARB SEM H POROY Ü UYDUDAN NAKLEN HAKAN ÇEL K [email protected] Y 1 2 3 4 5 6 7 8 9 SOLDAN SAĞA: 1/ Konya’nın 1 Akşehir ilçesine özgü, haş 2 lanmış taze fa 3 sulyeyle yapılan 4 bir yemek. 2/ Erzurum’un bir 5 ilçesi... İslam di 6 nine göre haram 7 sayılan faiz. 3/ Koyun, keçi ya 8 da deve pisliği... 9 Mısır unuyla 1 2 3 4 5 6 7 8 9 yapılan bir ekmek. 4/ Notada durak işareti... 1 H A M S İ N D A Çorum’un Mecitözü 2 A R A N E F E S ilçesinde bir kaplıca. 5/ 3 M A N D A İ K A Kökü yakarıda, dalla 4 S D OM İ NO rı aşağıda olduğuna 5 İ N AM D A R I inanılan cennet ağa6N E İ D İ L S cı... Bir köleyi özgür7 F İ N A L O K lüğüne kavuşturma. 6/ O B A Kuran’ın her tümce 8 D E K O R I S K A T si... Galyum elementi 9 A S A nin simgesi. 7/ Gelin tacı... Satrançta özel bir hareket. 8/ Proton verebilen maddelerin genel adı... İnsan bedeni çevresindeki manyetik alan. 9/ Sığır çobanı. YUKARIDAN AŞAĞIYA: 1/ Kısa konçlu çorap... Adale. 2/ Batman’ın Hasankeyf ilçesini sular altında bırakacak olan baraj... Yarar, fayda. 3/ Eski Türklerde ölüler için yapılan tören... Döl verme çağına eren. 4/ Şarkı, türkü... Azeri halk edebiyatına özgü bir tür mâni. 5/ Kuzu sesi... Katılmış, ulanmış parça. 6/ Yanardağ kayalıkları arasında bulunan bir feldispat türü... Satrançta bir taş. 7/ Aydın’ın Söke ilçesinde ünlü bir antik kent... Müslüman ülkelerde oturan Yunan asıllı kimse. 8/ Yünden dövülerek yapılan kalın ve kaba kumaş... Eski Yunan kentlerinde pazaryeri. 9/ Afyonkarahisar’ın bir ilçesi... Tuzlanıp kurutulmuş yiyecek. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle