16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 20 N SAN 2011 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Cadı Avına Dikkat!.. Yasal taatsizlik GÜNEYDOĞU sorunu dolayısıyla ısıtılıp bugünün Türkiye’sinde de gündeme getirilen “sivil itaatsizlik” kavramı, şimdi galiba yeniden gündeme getirilecek. Barış ve Demokrasi Partisi’nin ileri gelenleri, biraz daha ileri giderek,Yüksek Seçim Kurulu’nun kararını dinlememek için çareler aramaktaydılar şu satırlar yazıldığı sırada. Adaylıkları geçersiz sayılan üyelerin karardaki maddi hatalardan ötürü itiraz etme ve YSK’nin adaylıklarını geçerli saydığı üyelerle seçime katılma yerine, öyle tepkilerden söz etmekteler ki, tepkilerin bir bölümü de ayrı birer suç. Hep birden seçimden çekilip süreci boykot etmek, halk yığınlarını sokaklara döküp karışıklık çıkararak seçim havasını zehirlemekle başlayıp dağa çıkmaya uzanan tehditlere ve PKK eylemlerini de içeren şantajlara kadar. Bunların çoğunu “sivil itaatsizlik” saymak pek kolay değil. Eğer Batı dillerinden gelen “sivil” sıfatı Türkçede genellikle düşünüldüğü gibi “asker olmayan” anlamından ibaretse ve “uygarca, insanca, yurttaşça” gibi anlamlara da geliyorsa. Geliyor tabii, hem de nasıl. Dağ sözü etmenin sivillikle ne ilgisi var? aldı ki, herkese ve özellikle netameli amaçlar peşinde olan BDP gibi kuruluşlara hep lazım olacak hukuk devleti kavramı, bir anayasa sistemi içinde bağımsız yargı ya da “yargımsı” nitelik taşıyan kuruluşların kararlarına uymayı gerektirir. Ne denli tartışılabilir, eleştirilebilir olurlarsa olsunlar. Örnek mi? Türkiye’nin siyasal partilerinden biri 2007 seçimlerine hazırlanırken katılımın koşullarından biri olan il sayısı kadar yerde örgütlenebilmek için seferber olmuş ve gece gündüz çalışarak yeterli sayıyı tutturabildiğine inanmış. Oysa, YSK’nin kurallarına göre, tutturulması gereken sayı hesabında yasa değişikliğiyle ilçe olmaktan çıkarılmış yerler de bulunmalıymış. Seçime ilçe niteliğiyle girmeyecek bir yerde gerekli ilçe sayısını doldurma koşulunu yerine getirmek için örgütlenme gereği hiçbir partilinin aklından geçmemiş. Ama YSK üyelerinin aklından geçebileceği ve böyle bir kuralın ilçe lağvedildikten sonra da geçerli kalabileceği akıllara gelmediği için, o parti örgüt sayısı eksikliği yüzünden seçime girememiş. Elbet YSK kararı mantığa uygun değil diye, pek iyi duyurulmamış olsa da yasaya uygun bir uygulamaya karşı çıkmak o partiyi yönetenlerin aklından geçmemiş, “Yasa yasadır YSK’nin kararına da uyulur” demişler. için? Çünkü, böyleleri “Hukuk herkese gerekir” sözüne inanırlar; böyle bir inançları olduğu için hukukun gerçek hukuk kalması ve devletin “hukuk devleti” olması için didinmeyi görev bilirler. Yok, başka bir niyetle o devletten kopup başka devlet kurmak isteniyorsa, o başka tabii. Henüz basılmamış bir kitabın bütün nüshalarına el koyulması, bambaşka bir gerçekliği gündeme getirir. Bu, bir düşünce ve bilginin kamuoyuna ulaşmasının kamu gücü eliyle engellenmesidir. Yani bilinen adıyla düşüncenin sansürüdür. Akın ATALAY odern hukukun en problemli alanlarından, en karmaşık ve tartışmalı konularının başında “güvenlik” ile “özgürlükler” arasındaki dengenin sağlanması gelmektedir. Eğer güvenlik ile özgürlükler arasında sağlam, rasyonel bir denge ve çizgi oluşturulamaz ise, bu iki olgu/değerden birini diğerine feda etmekle karşı karşıya kalınır. Toplumların yaşamında bazı dönemler, bu dengenin oluşturulamadığı zor zamanlardır. Bu zor zamanlarda, insanlar bazen yaratılan paranoyaların, bazen de yaşanılan mevcut veya potansiyel tehlikenin etkisiyle, genelde düzen ve güvenlik uğruna özgürlüklerin çiğnenmesine, rafa kaldırılmasına ses çıkarmaz, hatta destekler. Ünlü Amerikalı yazar Arthur Miller’ın “Cadı Kazanı” adlı oyununda, 17. yüzyıl Amerikan toplumunda, cadılar paranoyasının toplumu ne hale getirdiği çarpıcı bir şekilde anlatılır. 20. yüzyılın başında Amerikan Federal Yüksek Mahkemesi’nin yargıçlarından birisi, yazdığı karşı oy yazısında “İnsanoğlu cadılardan korktu, ancak kadınları yaktı” diyordu. II. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde ABD’de başlayan ve McCarthy’cilik dönemi olarak tanımlanan zamanlarda insanlara yönelik karalama ve cezalandırma uygulamaları cadı avı olarak bilinir. Daha yakın zamanlardan bir başka örnek ise yine ABD’de 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra Amerikan toplumunun, güvenlik ve düzen kaygısıyla, bireysel özgürlüklerin askıya alınmasına verdiği destektir. M olgulara dayanır. Bir başka deyişle, özgürlüklerin kısıtlanmasında etken olan durum ve neden içi boş, kof bir paranoya ve soyut bir tehlikeden ibaret değil, tersine somut ve gerçektir. İşte, sorun tam da burada çıkar. Toplum kamplara ayrılır. Olayların ve olguların değerlendirilmesi, bir kesimden diğerine tamamen farklılaşır. Hakikatler bu kamplaşmada geri plana itilir. Algılar öne çıkar ve artık gerçeğe göre değil egemen olanın, çoğunluk olanın arzularına göre yeni bir düzen ortaya çıkar. fade özgürlüğü Son günlerde yaşanan “basılmamış kitaba el koyma” olayına da bu pencereden bakmak gerekir. Basılmamış bir kitabın tüm nüshalarına el koyulması, ifade özgürlüğü ve türevi olan basın özgürlüğü bağlamında çok tehlikeli, endişe verici bir gelişmedir. Bilindiği gibi üyesi olmaya çabaladığımız Avrupa mekânının demokrasi standartlarında, ifade özgürlüğü demokratik bir toplumun temeli olarak kabul edilmektedir. İfade özgürlüğü genel kabul gören, zararsız ya da sarsıcı olmayan düşünce ve bilgiler için değil, tersine, esas olarak toplumun çoğunluğunca tepki duyulabilecek olan, zararlı olarak görülebilecek sarsıcı düşünce ve bilgiler için var kabul edilmektedir. Yani özgürlük, zaten genel kabul gören düşünceler için gerekli olmaktan çok, kabul görmeyen aykırı düşünceler için gereklidir. bir yanıyla kara mizah, diğer yanıyla muhatapları açısından bir karabasandır. Bir kişi eğer yasadışı örgüt üyeliği suçlaması ile aramaya maruz kalmışsa, artık o kişinin nezdindeki her belge, kitap artık örgüt dokümanı olarak adlandırılmaktadır. Bu örgütsel doküman nitelemesi, her belgeye içeriğinden bağımsız olarak bakıldığından boş kâğıtlara kadar götürülebilmektedir. Hatta, uç bir örnek olarak kitap (dolayısıyla kitapta dile getirilen düşünce ve bilgiler) bir bombaya, kitap taslakları da bir bomba yapımında kullanılan malzemelere benzetilmiştir. El koyma, cezalandırma, yasaklama olgusunun temelinde eğer yukarıda aktarılan anlayış ve zihniyet bulunuyorsa ki bugüne kadar görünen gerçeklik budur o takdirde, ülkemizin demokratik bir toplum olduğunu iddia etmek, demokratik açıdan ilerlediğini söylemek abesle iştigal etmektir. ‘ nsanlık Anıtı’ Elinde Bıçak Bekledi... İnsanlık Anıtı Heykeli’nin ayakta kalması gerektiğini söyleyip salondan çıktığında, “insanlık anıtı” onu elinde bıçakla köşede bekliyordu... Bedri Baykam sordu: “Sen kimsin?..” “İnsanlık anıtı...” Muhtemelen “insanlık anıtını” görünce Bedri ilk kez korkup bağırdı: “İmdattt...” İnsanlık anıtı onu “kaçma...” diyerek kovaladı... Yakaladı ve bıçakladı... Sonra oradan kaçtı “insanlık anıtı...” Bedri yerden kalkıp sürünerek yola çıktı, yoldan geçenlere beni hastaneye götürün diye yalvardı... Yöneldiği arabanın direksiyonunda “insanlık anıtı” oturuyordu. Baktı ki yaralı bir insan, kan kaybediyor, hastaneye yetiştirilmesi lazım... Kapıyı kilitledi ki binmesin... “İnsanlık anıtı” gaza basıp gitti... Diğer arabalarda da “insanlık anıtları” oturuyordu... Tümü kapılarını kilitlediler... Gözüne bir yaya “insanlık anıtı” ilişti... Ona “Ambulans çağırın” dedi... “İnsanlık anıtı” ona sırıtarak yanıt verdi: “Nereye abi?..” “........?” “Belediye otobüsü olmaz mı?...” Dün medyadaki “insanlık anıtı” da tabii ki oturup yorum yazmıştı: “Hak ettiğini buldu...” Bir başka “insanlık anıtının” görüşü ise şöyleydi: “İslama dil uzatırsan olacağı budur...” Bir diğer “insanlık anıtı”: “Ölseydi ya...” Polis seferber oldu, birkaç saat içinde elinde bıçak olan “insanlık anıtını” yakaladı... Ama öbür “insanlık anıtları” oradalar... Tiyatroları kapatıyorlar... Heykelleri yıkıyorlar... Tehdit ediyorlar... Bağırıyorlar... Çağırıyorlar... Kızıyorlar... Asıyorlar... Kesiyorlar... Her yerdeler... Heykeltıraş Mehmet Aksoy da tutturmuş “insanlık anıtı” yapacağım diye... Ne lüzumu var?.. Düşüncenin sansürü Bir kitap çalışmasını, içerdiği düşünce ve bilgilerden bağımsız olarak ele almak, kitapta aktarılmak istenen düşünce ve bilgileri değil, kitabı kimin hazırladığı, kimin yazdığı ya da kimin yazdırdığı, kimin işine yaradığı, yarayacağından hareketle kitap yasaklamak nasıl kabul edilebilir? Gerçekten, böylesi bir durumda kitap yazması ya da düşünce ve bilgilerini aktarması kabul edilebilen kişiler ve kabul edilmeyen kişiler ayrımı yapmış olmaz mıyız? Örneğin, bugün ülkemizde serbestçe yayımlanan kitapların varlığını nasıl izah edeceğiz? Eğer, kitabın içeriğinden bağımsız olarak, kitabın yazarı hakkında bir suç soruşturması yapılıyorsa, bu anlaşılabilir bir duruma işaret eder. Ancak, bu durum yazılan ya da yazdırılan kitapla ilgili bir konu değildir. Ya da anılan kitap çalışması, kitabın yazarına yöneltilen suçlamanın dayanağı, kanıtı olabilir ki, bu durumda da kanıt olarak kitabın bir ya da birkaç nüshasına ihtiyaç olabilir. Oysa, henüz basılmamış bir kitabın bütün nüshalarına el koyulması bambaşka bir gerçekliği gündeme getirir. Bu, bir düşünce ve bilginin kamuoyuna ulaşmasının kamu gücü eliyle engellenmesidir. Yani bilinen adıyla düşüncenin sansürüdür. Ortaçağda kaldığını düşündüğümüz bu uygulamaya destek verenleri gördükçe, acaba hangi kaygılar bu kişileri karanlık ortaçağın anlayışını sahiplenmeye dek götürüyor diye düşünmeden edemiyoruz. Son söz olarak söylemek gerekir ki, bugün Ahmet Şık örneğinde yaşadığımız gerçeklik, cezalandırılan ya da tutuklanan Ahmet Şık’ın bedeni ya da düşüncesi değil, onun şahsında bütün toplumun özgürlüğünün elinden alınmasıdır. K Kitap=Bomba El koymaya ilişkin idari ve adli tasarrufun haklılığı noktasında ileri sürülen bazı görüşlerin kabulü halinde nasıl demokratik bir toplum olduğumuz zor sorusu ile karşılaşmak kaçınılmazdır. İleri sürülen argümanlara baktığınızda, “bunun henüz bir kitap olarak adlandırılamayacağı”, “kitap değil, örgütsel dokümandır”, “el koyma kararının kitabın içeriğinden bağımsız olarak verildiği”, “el koyma kararına konu olan kitap taslağının, yasadışı silahlı bir terör örgütünün yönlendirmesi ve talimatıyla yazılmış olduğu” gibi gerekçeler dile getirildiği görülmektedir. Askeri darbeler dönemlerinin yarattığı tehlikeli bir söylem de, örgütsel dokümandır. Yargı pratiğinde ve toplumsal algıda gerçeğin üstünü örten bir perde olarak kamuoyunda o kişiyi peşinen karalama ve itibarsızlaştırma aracı olarak kullanılan bu örgütsel doküman söylemi açık ifade edelim, Zor zamanlar Son yıllarda ülkemizde düzen ve güvenlik ile özgürlükler arasındaki dengenin giderek düzen lehine sapma gösterdiği, terör ve darbe tehdidi, tehlikesi gerekçesiyle temel hak ve özgürlüklerin çiğnenmesine sessiz kalındığı görülüyor. Özgürlüklerin askıya alınması ve hak ihlallerinin gerekçesi olarak geniş kesimlerin özgürlüklerinin korunması gündeme getiriliyor. Toplumun çoğunluğunun özgürlüğünün korunması için, bireysel özgürlüklerden feragat edilmesinin kaçınılmazlığından dem vuruluyor. Türkiye toplumu, sık sık olduğu gibi zor zamanlarından birini daha yaşıyor. Bir toplumda özgürlüklerin askıya alınması ve hak ihlalleri, her zaman bir paranoyadan kaynaklanmaz; bazen de özgürlük kısıtlamasına varan olaylar gerçek ve somut N Seçim Öncesi Bir 17 Nisan Haftası... Umudumuz Köy Enstitüleri konusunda yapılan araştırmaların tekrarlardan kurtulup arşiv ve canlı tanıklarla zenginleştirilmesi. Köy Enstitüleri temel felsefesi ile hazırlanmış bilimsel ve sosyal sorumluluk projelerinin artması. Prof. Dr. Güler YALÇIN Köy Enstitülerini Araştırma ve Eğitimi Geliştirme Derneği öy Enstitüleri Yasası’nın yayımlanma günü olan 17 Nisan 1940, o günden bu yana büyük bir coşkuyla kutlanır. Bu yıl ise bir duygu ve düşün seline dönüştü kutlamalar. Bunda elbette bugüne değin gerek dernek ve vakıfların, gerekse üniversitelerin yaptığı çalışmaların büyük rolü var. 12 Haziran seçimlerinin yaklaşması da hayli belirleyici bir etken. Umudu katlayarak çoğaltıyor yaklaşan seçim günü. 1936’lar Atatürk’ün önerisi ve ekibinin belirlediği ilkelerle eğitmen kursları açılır. 1938 yılında açılmaya başlayan Köy Öğretmen Okulları ve ardından 1940 yılında Köy Enstitüleri... Köy Enstitüleri sisteminin bu sürecin başından beri kuramcısı ve uygulayıcısı, dönemin İlköğretim Genel Müdürü İ. Hakkı Tonguç’tur. O döneminin felsefi, pedagojik ve iktisadi akımlarını bilen, yoksul ve köylü olan halkına karşı sorumluluk bilinci yüksek, eylemiyle demokrat bir Cumhuriyet aydınıdır. Diğerlerinden farkı, genç Cumhuriyetin eğitim ve buna bağlı kalkınma sorununun acil olduğunu ve derhal harekete geçilmesi gerektiğini fark etmiş olması ve düşüncelerini İnönü ve Milli Eğitim Bakanı H. Âli Yücel’e ifade etmiş olmasıdır. 17 Nisan onun bizlere binlerce aydınlık, üretken, devrimci insanı armağan ettiği sürecin başlangıcıdır. Türkiye’de demokratlık, eşitlik, dürüstlük, açıklığın bir yaşam biçimi olarak belki de ilk kez bir kurumsal yapı içinde yaşama geçtiği sürecin başlangıcı... Neden 71 yıl sonra hâlâ Köy Enstitüleri gündemde? Çünkü Köy Enstitüleri eğitim tarihimizde kısa bir süre varlığını sürdürüp tarihte unutulup kalmış bir okul değildir. Neden unutulmamıştır? Çünkü: 1. Eğitim ve öğretim sistemi örgün, yaygın ve planlıydı. K 2. Acil plan öğretmen yetiştirme olmakla birlikte, uygulanması engellenen ve yarım kalan plan, meslek edindiren orta ve yükseköğrenim okulları açılmasıydı. 3. Eğitim yaklaşımının bugünün bilimsel üslubuyla “öğrenci merkezli, aktif eğitim” dünün üslubuyla “kişilik eğitimi, kendiliğinden öğrenme, doğa içinde yaparak, yaşayarak, iş içinde eğitimi” temel almakta olmasıydı. 4. Köy Enstitüleri’nin döner sermaye ve kooperatifleriyle hem bir işletme, hem de bir yardımlaşma ve dayanışma kurumu niteliği taşıyor olmasıydı. 5. Sanat, edebiyat ve halkoyunları, eğitimin önemli bir parçasıydı. 6. Öğrenciler, çalışanlar ve aileleri toprakla doğal bir bütünlük içindeydiler. 7. Köy Enstitülü ile ülkesi etle tırnak gibiydi. 8. Köy Enstitüleri sistemi içindeki her bir bireyi sıcak ve sevgi dolu bir duygu ve düşün seliyle kuşatıyor, geliştiriyordu. Şimdi bu saydıklarımızın tarihte kaldığını söyleyebilir miyiz? Elbette hayır. Ne mutlu ki bugün gençlerimiz ve halkımız Köy Enstitülerinin ışığını görüyor. Onların direngenliği ve mücadeleci ruhu bize ışık tutuyor. Umudumuz Köy Enstitüleri konusunda yapılan araştırmaların tekrarlardan kurtulup arşiv ve canlı tanıklarla zenginleştirilmesi. Köy Enstitüleri temel felsefesi ile hazırlanmış bilimsel ve sosyal sorumluluk projelerinin artması. Umudumuz ülkemizin zenginliklerinin yararlı, eşitlikçi, paylaşımcı projelerle kullanılır duruma getirilmesi ve bunları hayata geçirecek siyasi iktidarların işbaşına gelmesi. 12 Haziran 2011 bunun için büyük bir fırsat. Değerlendirelim. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle